Hz Peygamber’in ‘büyük cihad’ı tanımlayan hadis-i şerifi, insanın ‘büyük düşman’ına da işarettir: İnsanın kendi nefsine… Bu hakikatli işarete sırtımızı yaslayarak diyebiliriz ki, insanın büyük zindanı çoğu zaman kendisi olmaktadır. Kendisini kendisine yeter görmesi, insanın kendine hapsolması anlamına gelir. Sağırlık, başka seslere kulak olmayış demektir; kendi sesi içinde kalması veya yitmesi… İnsanın kendi hikâyesinden gayrı hikâyelerde de hakikatin olabileceğine inanmaması da bir tür sağırlıktır. Sağırdır çünkü başka hikâyelere kulak değildir; kendini, bu hikâyelerde olması muhtemel hakikatlerden yoksun bırakır. Sahih ve hakikatli bir edebiyat ise, insanı başta kendi içinde gezdirerek kendisini fark ettirir, sonra da başka hikâyelere açık kulak kılar. İyisinden bir roman, hikâye ve şiir, insanı açan ve gösteren bir ayna olur. İnsanda var olan ve olup bitenler, en çok edebiyata yansır. Zira edebiyat bütünüyle insanı çalışır, onu gösterir. Romanın, hikâyenin ve şiirin konusu şu veya bu olabilir, fark etmez; her ne ise konu, o insana dair bir şeydir. Edebiyat okuyucusu, içine düştüğü metinde ucundan tuttuğu izi takip ederek kendisine varır. Edebiyatın merkezinde duran hikâyelere maruz kalarak hikâyesinden çıkar, içine düştüğü hikâyeleri kendi hikâyesi kılarak çoğalır. Başkalarının hikâyelerine karıştığı ve kulak olduğu için de, kendi zindanında bir mahkûm ve sağır olmaktan çıkar.
Yakın bir zaman önce Sütun Yayınları’ndan çıkan Recep Şükrü Güngör imzalı Kayıp Ruhlar Kıraathanesi isimli hikâye kitabı zihnime bunları düşürürken, bir hikâye toplayıcısı/anlatıcısı olan ‘hikayeci’nin aslında ne yaptığı konusunda da düşündürttü. Derdim; hikâyecinin dil, teknik ve kurgudaki ustalığı hakkında çözümlemeler yapmak değil, insanın hikâyeci hali üzerinde düşünmektir. Kayıp Ruhlar Kıraathanesi’ni okurken kendimi iyi çekilmiş fotoğrafların sergilendiği bir salonda hissettim, hikâyeler anlatan hikâyeciyi de usta bir fotoğrafçı olarak karşıladım. Hikâyeciyi niye fotoğrafçıya benzetiyorum? Fotoğrafçı, dünyanın bir yerinde bir kez yaşanan ve çok az kişinin tanık olduğu ‘an’ları çeker. Uzaklarda yaşanmış ‘an’ların fotoğraflanmış hali olan kareler önümüze geldiğinde, kendilerine uzun uzun bakıp düşünürüz. Çünkü o tek an’a düşen şey, bize fotoğraf karesine giremeyeni de anlatır. Göğsüne silah dayanmış bir çocuğun fotoğrafında sadece eli silahlı adamları ve çocuğun çaresizliğini görmeyiz, fotoğraf karesinde görünmese de dünyanın ve insanın türlü hallerini de okuruz. Hikâyeciler de fotoğrafçılar gibidir! Şahid olmadığımız ve yaşamadığımız kimi yaşanmışlıklar zihinlerine düşer, kendilerinde biriken bu şeylerin yalnız şahidi kalmak istemedikleri için bunları yazarak paylaşırlar. Hikâyeciler sayesinde yığınlarca yaşanmışlığa ve insani hallere vakıf oluruz. Her fotoğraf karesi ve her bir hikâyeyle insanlık ailesinin yaşanmışlığı üzerinden insan hallerimizi öğreniriz. Dolayısıyla şu denebilir: İyi ki fotoğrafçılar var, böylelikle gözlerimiz ‘başkası’nı da görmüş oluyor. İyi ki hikâyeciler var, topladıkları ve paylaştıkları hikâyeler sayesinde hikâyemize hapsolmuyor, başka hikâyelere de açılıyoruz.
Recep Şükrü Güngör’ü uzun zamandır tanıyorum, hikâyeyle kurduğu varoluşsal bağın tanığıyım. Fotoğraf makinesini boynundan çıkarmayan usta fotoğrafçılar gibi, o da hayatın ortasında kalem ve defterleriyle birlikte yaşıyor. Karşılaştığı her bir insan yüzünde uzun yaşanmışlıkların izini arıyor. Ucundan tuttuğu iplikleri takip ederek yaşanmışlığın özüne varmak istiyor. Recep Şükrü Güngör’ün hikâyeciliğinde altını çizdiğim husus şudur: Derdi olan bir hikâyecidir o; dünden bugüne dünyanın aldığı hal, insanın gelip vardığı nokta, yaşadığı ülkenin evrilmeleri ‘can’ına dokunabiliyor. Ağrısı olan bir can ile hikâyeler yazıyor. Hikâyelerinde; insanın, varlığın ve hayatın hakikati adına gördüğü yitiğe ve yaşanan sahihliğe işaret ediyor.
Özelde roman, hikâye ve şiir, genelde edebiyat insanı çalışır, insana seslenir. Ama ne yazık ki, edebiyat gençlik döneminde geçirmemiz gereken bir hastalıkmış gibi muamele görüyor. Büyümüş hissederek kendimize hapsoluyor, şiir, hikâye ve romana rağbet etmiyoruz. Böylelikle hem edebiyata hem de kendimize haksızlık ediyoruz. Nasıl bir değerden yoksun kaldığımızın farkında değiliz. Demem o ki, Kayıp Ruhlar Kıraathanesi’ne bekleniyorsunuz.