Birkaç yıl öncesine kadar, daha üç ayların başlarında tedirgin olmaya başlardım. Gelen her bir kandille biraz daha Ramazan’a yaklaştığımızı hisseder, bu tedirginliğim artardı. Çünkü Ramazan, çünkü oruç ile aram iyi değildi. Ya mecburiyet ve vazife duygusuyla tutmuş olduğum oruca açık bir içten yoksun olurdum, ya da tutmamışsam ‘tutamamış’ olmakla dışarıda kalır, üşürdüm. Oruç günleri uzar, derinleşir, genişler, bitmek bilmezdi. Otuz oruç günü koca bir mevsim olurdu. ‘Oyuna giremeyen çocuğun’ iç kırıklarını yaşar, iftar vaktinde sokaklarda ‘oruçsuz’ insanın yabancılığını yaşar ve bunu yazardım. Ramazan’ın öncesi ve sonrası benim için ‘mübarek on bir aylar’dı.
Öyleydim çünkü orucun üzerini çizdiği her ne idiyse bunlara dâhildim. En çok, dışarıda, sokakta sere serpe akan hayatın içinde olmak isterdim. Orucun beni tutması, tutup ‘hayatın’ içinden çekmesi bana ağır geliyordu. Yaşanan hayatın parçası olmaktan çıkıyor, onun seyircisi oluyordum. Yaşamadığım, katılmadığım, seyircisi olduğum bir hayatın gözlerimin önünden akıp gitmesi beni üzüyordu. Dahası… Oruç ile çekildiğim ‘kıyı’da kendimle kalıyordum; içime düşüyor, kendimi görüyordum. Düştüğüm içim, gördüğüm kendim katlanılası bir şey değildi. Yara bere içinde bir haldi benimkisi… Cevaplanmamış sorular, doyurulmamış arzular, çok yetersiz imkânlar, baştan ayağa bir acziyet… Her bir şey gürültüyle sesleniyordu bana. Duyduklarım, insan oluşumu, yüklendiğimi, uyuyakalmış ‘öz’mü hatırlatıyordu. Bir yola işaret ediliyor, bu yola kışkırtılıyordum.
Bir yola çıkmam gerektiğini fark ediyordum ama buna takatim yoktu. Çünkü bu yola karar verebilmem için, çok şeye sırt dönmem gerekiyordu. Yola çıkmaya evet dediğimde, beni çağırıp duranlara hayır diyecektim. Hâlbuki ‘hayır’ denecek şeylere hayır diyecek biri değildim. Yığınla arzu, istek ve beklenti paçalarımdan çekiyor, yola çıkamıyordum.
Böyle bir hayatım oldu, böylesi zamanlardan geçtim. Şükür olsun ki, oldu böyle bir zamanım. Tarihimin bu aralığını lanetlemiyorum. Çünkü bu aralık sayesinde soğukları biliyorum, oyuna giremeyen çocuğu tanıyorum, iftar vaktinde sokaklarda oruçsuz kalmanın yabancılığına aşinayım. Arafta, arada kalmanın yersiz ve yurtsuzluğunu yaşadığım için, nereden nasıl bir yere vardığımı fark edebiliyorum. Şimdi oruç bana bir yurt, bir iklim, bir medeniyettir.
Oruç insanı tutar, insan oruç ile tutulur. Orucun tuttuğu insan bilir ki, maruz kaldığı hayat onu hep kendisinden sürgün eder. Oruç öncesi ve sonrasında insan hep kendinden dışarı kaçar; sokağa, hız’a, başarıya, yetişmeye, yetmeye çalışırken kendisini unutur. Karıştığı kalabalıkta, parçası olduğu gürültüde kalbi altlara düşer; kalbinin sesleri, kalbinin sözleri, kalbinin beklediği tatmin duyulmaz ve görülmez olur. Çok şeymiş gibi tafra yapan bir akla kilitlenir, doyurulmakla doyulacağı sanılan çocuk kılıklı arzuların peşine takılır, yazıldığı yolun kenar süsü olan ayrıntıları yolun kendisinden daha fazla önemser, zamanla öncesiz ve sonrasız bir ‘ara’yla yetinir. Yola nasıl ve niçin çıktığını, bu yolun varacağı yerde nasıl bir neticeyle karşılaşacağını unuttuğu için doğmamış, olmamış, dolayısıyla tüketilmiş bir şey olur.
Hiç şüphesiz oruç her kapıyı çalmaz; orucun vardığı ve çaldığı kapılar azdır. Oysa oruç büyük bir imkândır; bu imkâna, bu medeniyete karşılık gelen insanlardan olmak ise bir ihsandır. Bu ihsanı derinden hissedenler bilir ki, oruç her seferinde gelip kendilerini tutmuştur. Dışarıda, serseri bir gürültüde akıp giden hayatta yitmek üzereyken oruç gelip kendilerini çekmiştir oradan. Tutup çekmiş, yaşananın nasıl bir şey olduğunu görebilecek bir kıyıya bırakmıştır.
Evet oruç, kıyıya düşmektir; kıyıda, yaşananı bütün halinde görebilmektir. Oruç, ‘kıyı’ gibi bir yurt, bir vatan, bir iklim armağan eder sahibine. Bu bir medeniyettir! Zira ehl-i oruç, bırakıldığı kıyıda, yaşananı hakkıyla görür, olması gerekenin böyle bir şey olmadığını anlar, dolayısıyla yaşantının başka türlüsüne açık hale gelir.