21 Şubat 2010 Pazar

Hayat bir sıla arayışı

Bazı kitapları okurken size hep bir şiir sesi eşlik eder. Yazılanlar görünüşte şiir değildir ama yazar cümlelerini ‘ateşten harflerle’ kurmuştur. Sözlerini acı ve hüzün duraklarından geçirip, aşkla söylemiştir.

Nihat Dağlı’nın yeni kitabını Sezai Karakoç’un “Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim” dizesinin yol arkadaşlığında okudum. Sayfalar arasında gezinirken kimsesizliğin yurdundan geçip terk edilmiş istasyonlara uğradım. Merhamet daha çok merhamet diyen yazar gibi ben de “Binalar niye ağaçlardan yüksek?” sorusunun peşine düştüm.

Nihat Dağlı benim yazarlarımdan. Yazarlık iddiası taşımayan bir yazıcı o. Kendi ifadesiyle “Yazar Nihat Dağlı yok, Nihat Dağlı sadece yazıyor.” On beş yılı aşkın bir süredir dergilerde, gazetelerde metinler kaleme alıyor, kitaplar yayımlıyor. Yayımladığı kitapları ve yazmaya devam ettiği metinleri yolculuğa dönüşen hayatının kendisine yazdırdığı notlar olarak adlandırsa da üslup sahibi bir denemeci.

Kaynak Yayınları’ndan geçtiğimiz günlerde çıkan Sılada Gurbet Tadı, Dağlı’nın sekizinci kitabı. Yazar bir kez daha bize içinden haberler veriyor. Çocukluğuna, hüznüne, şaşkınlığına ortak ediyor. Okuyucu bu kitapta martılara tutkun bir kara adamının mekânlarda yaptığı yolculukların kendisine armağan ettiği hayata şahitlik ediyor. Yazara göre “İnsan mekân’larda yola çıkıyor, yoldayken her şey içinde olup bitiyor. Hayat bir sıla arayışı içinde sona eriyor. Sıla olarak bilinen ve kabullenilen yerlerde gurbet duygusu ağır basıyor. İnsan sılada gurbet tadı alıyor.”

Sılada Gurbet Tadı insanın hallerini anlatıyor. Kitap yol hali, iç hali ve mekân hali olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Yazar, ilk bölümde okuru çocukluğuna götürüyor. Elektriği olmayan, suyu bol bir köyde doğan, dağa bakan bir evde büyüyen yazarın edebiyat ve aşkla tanışmasına şahitlik ediyoruz. Yazar, lise yıllarında kendisini Yaşar Kemal’le, Ahmet Hamdi Tanpınar’la, Tolstoy’la tanıştıran edebiyat öğretmeni Nursel hocadan minnetle bahsediyor. Yine bu bölümde kitaba adını veren “Sılada Gurbet Tadı” başlıklı deneme var. Yazar, Alsancak garından kalkmak üzere olan trenlere yetişmeye çalışan insanların yüzündeki hikayeye ortak ediyor bizi:. “Hem her yazı bir trendir. Bir istasyon olan bize gelir, bizi yüklenip gider, yerine birer istasyon olan dergi veya kitapta bekleyen yolcuya demir atar.”

Kitabın ikinci bölümü “İç Hali” başlığını taşıyor. Yazar bu bölümde mevsimlerden söz ediyor. Yaz sıcağından, eylül kırığından, kar tanelerinden... Takvimler bir yılda dört mevsimi gösterirken insan içinde zamansız mevsimler yaşayabiliyor. Çünkü “Her şey içimizde olup bitiyor. İçimiz bir harman yeri sıcaklığında, yorgunluğunda ve telaşesinde pişiyor. Piştikçe kokular veriyor, dışarıya çıkıyor. İçerde neler olmuyor ki! Mevsimler yaşanıyor, kış ve bahar birbirini takip ediyor. Düşüyor ve kalkıyoruz... Yurdumuz içimiz oluyor...” Bu bölümdeki, “Edebiyat Acı Verir İyi de Eder” başlıklı yazıya dikkat çekelim.

“Mekan Hali” başlığını taşıyan son bölümde Nihat Dağlı, şehirlere bölünen adamın hikâyesini anlatıyor. Doğup büyüdüğü mekânlara olan yolculuklarını Mardin, Diyarbakır, Hasankeyf, Maraş, Bursa gezilerini, gözlemlerini iç gözüyle aktarıyor.

Murat Tokay

Kitap Zamanı
Sayı: 24
Bölüm: Edebiyat

Durup ince şeyleri anlamak

Gün, kalabalığın ve de gürültünün içinden geçerek bitiyor. Muradı anlamın hamurunda bir şey olmak olan kelimeler muhteris dillerin lakırdılarına malzeme oluyor. Hız, şimdiki hayatın olmazsa olmazı. Hıza ayarlanmış bir koşunun galibi olmanın hatırına hatırlar kırılıyor. Herkes ‘ulaşmak’ derdinde; insan yanı başındakini yenerek geçmek, başarmak, ‘birinci’ olmak istiyor. Kimse artık evinde değil, kalbinde değil, kendinde değil. Kimsenin derdi kendisi değil; herkesin ulaşmak istediği bir nokta, arzu duyduğu çok şey, bitirmesi gereken bir yığın işi var. Hayat, Gülten Akın’ın o unutulmaz dizesi üzre akıyor: “Ah, kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya.” Anlamak için düşünmek gerekiyor. Düşününce insan, durur! Ama manşetlere çekilen, sahnelere çıkarılan, parmakla gösterilen ve hep alkışlanan ‘koşucu insan’ durmaktan korkuyor. Korkuyor çünkü, durunca koşudan düşeceğini biliyor. Düşecek ve düşlemeye başlayacaktır o zaman. Kendisiyle kalacaktır. Başı kendisiyle derde girecektir. Derdi kendisi olacaktır. Oysa kendisini taşıyacak omuzları yoktur onun, sorularına cevap olacak cümlelerden, dilden, bir iç ülkeden yoksundur. İçini değil, dışını kalabalıklaştırmıştır. İçine doğru kıvrıldığında kimsesizlikle karşılaşacağından emindir. Kalabalıklaştırdığı dışına kaçıyor, orada kaybolmayı tercih ediyor. Görünmek adına sahnelere koşan, hep görünmek isteyen insanın kalabalıklarda görünemez oluşuyla karşı karşıyayız.

Artık görünemez bir şey olan zamane insanının inşa ettiği gerçeklikte ‘ince şeyler’e, ince şeylerle akıp giden bir hayata, dahası kendimize, insan kalbine nerede yakalanacağız? Kiminle, ne ile?

Doğmuş, olmuş bir şey olarak dünyaya gelmiyoruz. Çok şey olma imkânıyla yeryüzüne bırakılıyoruz. Sadece bir ham madde olarak... Beraberimizde bir can taşıyoruz. Bu canın keyfini mi süreceğiz, yoksa mesuliyetini mi hissedeceğiz? Bununla sınanıyoruz. Canı ortalık yerde bırakırsak, onu kara kışlarda üşütüp toz-duman içinde kirletirsek cansız kalırız. Hayatın yaşanılası yüzlerine ev olan ‘can’lı bir şey olmaktan çıkar, hayatın her bir şeyini çürüten bir obura dönüşürüz. İnsan, can’ı diri tutmakla mükelleftir; payına, can’ı parlatmak ve gürleştirmek düşmüştür. Gelin görün ki, geçen zamana doluşmuş çok şey can’ın üzerine yığılmış, can altlara düşmüştür. Hayat, toz toprak içinde ayna olmaktan çıkmış cana ışığını ve gölgesini düşüremez olmuştur. Can görünmeyince ve dolayısıyla göstermeyince, ne insan ne de hayat mümkün olabilmektedir. Oysa hayatta ‘yar sesi’ vardır. Bu yar sesinin görünür ve duyulur olması için, aynanın, yani can’ın görünür olması gerekiyor. Soru şudur: Yığıntıyı süpürecek, can’ı tekrar görünür ve hayata ayna kılacak şey nedir?

Sorunun cevabı, ‘Şairane oturur, / insan bu yeryüzünde’ dizesinde saklı. Hölderlin bu dizesiyle, yeryüzünde ancak ‘şairane’ oturularak insan olunabileceğini söylüyor. Çünkü şiir, yeryüzüne içkin ‘yar sesi’nin açığa çıkış halidir. İşi canını parlatmak ve gürleştirmek olan şaire, hayat bütün sahihliğiyle görünür. Şair hayatı bütün açıklığıyla, en hakikatli haliyle okur. Çünkü o kirlenmemiş gür bir can taşır içinde, hayatın ışığına ve gölgesine ev olabilen bir canın sahibidir. Hayatı koşarak yaşamaz, durup düşünür biteviye, düşler. Kulağını değil, gönlünü açar yar sesine. İnce şeyleri anlamaya vakit ayırır, hayatını verir buna. Akıl bir yere kadar kendisine eşlik eder; görünenin dışına çıkar, zahiri geçer, görünmeyenle burun buruna gelir. Düşünür, düşer, düşler. Kalabalıkta duyulmayanı duyar, görünende görünmeyeni görür. Çıktığı bütün yolculuklardan, dile sığamayan ve dilin taşıyamadığı hakikatten haberlerle döner. İnsanın ve hayatın ne olduğuna tanıklık eder. Dünyada insan neslinin bulunuyor olmasının anlamını şiirle hatırlatır. Peygamberler, filozoflar, bilgeler görünenin ötesinde duran bir habere işaret ederler. Şiir bu haberi diri tutar.

Bir şairin kaleminden çıkmış, şiirin izinden yürünerek yazılmış bir deneme kitabı olan “EskiYazı”yı okurken, şiire bir kez daha inandım. Şairin çıplak bir can ile hayata açık yaşadığını yeniden fark ettim. Hayatın kuytulara sürülmüş o sahih seslerinin ve yüzlerinin şiirde duyulduğunu ve göründüğünü gördüm. Haydar Ergülen’in İstanbul’da, soylu bir şair olan Sezai Karakoç sempozyumunda bana imzaladığı EskiYazı’da yakalandığım ve bundan böyle hayatımı ışıklandıracak çok ince şey, çok cümle oldu. Hayatın sakini olmayı, dünyanın aslında bir Nuh’un Gemisi olduğunu, sokaklarla dolu ev içlerini, gönülleri sağır olanların kulaklarının da hükümsüz kaldığını, ulaşmayı değil kavuşmayı, zalime duyulan öfkenin de insanı kendine getirebildiğini, narın ‘birin içindeki çokluğu’ anlattığını, şiirin; dünya uyurken, içimizin, gözümüzün, gönlümüzün açık olması demek olduğunu, yetinmenin sevindirdiğini, insanın dünyaya ruhunu aramak için geldiğini fark ettim. Kendimi şiire ve şaire iliştirerek yolculuklara çıktım, trenlere bindim, İthaki’nin kentlerine vardım, narın gölgesinde oturdum, ‘sen’lere açık avlulara girdim, gün isimli bir lunaparkta oynadım, kedilere sokuldum, şimdilerde bize uzak ülke olan evin kapısını araladım.

Sevgili okur, iki gözüm kardeşim! Haydar Ergülen imzalı, EskiYazı isimli bu kitap bize yazılmış bir mektuptur. Bu mektup; tren, gemi, şehir, nar, kedi, ev, yaz, sonbahar, şimdilerde yabancılaştığımız başka türlü kardeşlerimizin unuttuğumuz seslerini taşıyor bize. Alın bu mektubu okuyun. Çünkü durmaya, ince şeylere ihtiyacımız var.