21 Temmuz 2010 Çarşamba

Kalbimizin ibresi neyi gösteriyor?

Göğsün sol tarafında bulunan ve vücudun bütününe kan/canlılık pompalayan kalbin önemiyle insanın bir sorunu yok, gereken ehemmiyet gösteriliyor. Ancak edebiyatın, felsefenin ve dinin resmini çizdiği başka türlü bir şey olan kalb için aynı şeyi söyleyemiyoruz; bu kalbe, insanın bu tarafına dair hayati sıkıntılarımız var. Bugünün dünyasını ve insanını inşa eden uygarlığın özü, bu kalbe körleşmesi, onu önemsizleştirmesi, bütünüyle akla iman etmesi ve yaslanmasıdır. ‘Batı’ ismini alan bu uygarlık biçimi insanı ve varlığı Allah’tan bağımsız okuması, insanı ve varlığı Allah’a karşıt bir yerde anlamlandırması insanı ve varlığı kalbsiz kılmıştır. İnsan ve varlık, görünenden, ele avuca gelenden, deney masasına getirilebilen kısmından öte bir şey değildir. Allah inkâr edildiğinden insanın ve varlığın ‘gaybi’ tarafı da yok sayılmıştır. İnsan salt kendisi olarak merkezi bir nokta görülmüş ve böyle belirlenmiştir. Hümanizma’nın özü budur! Buna göre insanın üstünde bir güç yoktur; kendisi ve çevresine dair bütün belirlemeler, onun tercihlerine dâhildir. Evet, hümanizmanın insanında, edebiyatın, felsefenin, hikmetin ve dinin işaret ettiği kalbi yön yoktur; o bütünüyle cismaniyetten ve güdülerinden ibarettir.

Allah’tan, dolayısıyla kendisini başka türlü bir yere yükselten kalbi tarafından düşen, görülebilir ve dokunulabilir ‘küçük bir şey’ halini alarak ‘şeyleşen’ insan ‘dünya’ya ve ‘kendisi’ne hapsolmuştur. Varlığın ve şeylerin hepsi olan ‘bütün’den kopuk ‘küçük’ bir parça olmuş, dışındaki ‘bütün’ü düşman görmüş, bu ‘bütün’e karşıtlık içinde varlığını ikame etmeye çalışmıştır. Doğru’nun, iyi’nin, güzel’in kaynağı kendisi olunca ve kendisi de güdülerinden öte bir şey olmayınca ‘savaş’ın hem nesnesi hem de öznesi olmuştur. Her bir şey savaşılacak bir unsur ve düşmanı da böylesi çok ve yenilmez olunca yenilmek, değersizleşmek, anlamsızlaşmak ve hiçleşmek bu insan için kaçınılmaz olmuş. Dışındaki her bir şeyi düşman görerek onları ‘kötü’nün içine çekmiş, kendisi de, böylesi anlamsız bir savaşın öznesi olduğundan çürümüştür.

İçine doğduğumuz ve şükür vesilesi olan ‘ihsan’ ile hemhal olduğumuz dinin, İslam’ın tasavvuru böyle bir insan, böyle bir hayat ve varlık okuması, kavga ve savaş içinde görünür olan böyle bir uygarlık öngörmüyor. Daha başta insanın dikkatini bir ‘bütün’ün varlığına çekiyor. İnsan; evren, kozmos, kâinat denen bu ‘bütün’ içinde ayrıcalıklarla anılsa da, ‘bütün’ün sahibi değil şahidi olarak belirleniyor. İnsana şu deniyor: ‘Bütün’, sayısız şifreyi muhteva eden bir kitap, bir kitaptır ve sen de bu şifreleri çözecek bir anahtar, bir okuyucusun. Başta kendini tanımakla mükellefsin, bir anahtar olduğunu fark etmekle... Kendini tanıdığın ve bir anahtar olduğunu fark ettiğinde ‘bütün’ün şifrelerini çözecek ve hazineye kavuşacaksın. O hazine sana gösterecektir ki, sen ‘bütün’den bağımsız ve gayrı değil, ona dâhilsin. Ki sen ve varlık ‘şuhudat’tan ibaret değildir, bir de hikmetin ve hakikatin yurdu olan ‘gaybi’ tarafınız vardır. Yapman gereken, ‘bütün’e içkin ruha teslim olmandır; ‘bütün’le birlikte Sahibi’n, Allah’ın muradını tefekkür ve tezekkür etmenizdir. Gaybi tarafına açık ve akraba bir şuhudatın olmalı. Sen insan! Cesedini ruhuna ve aklını kalbine muti kılarak ‘kalb ve ruhun derece-i hayatı’na yükselmelisin. Kendini ‘bütün’den kopartır, ‘bütün’e içkin manaya yabancılaşıp ona düşman olursan büyük bir zulme imza atmış olursun. Bütün bir varlık karanlıklaşır, karanlıkta geçen korkunç bir hayat belirir ve sen de elem içinde bir ömür geçirirsin. Bunun nihayeti ise ağır bir ceza olur.

Allah, ‘bütün’ü bu zulmetten insanı da bu ağır cezadan uzak tutmak için kitaplar göndermiş, insanı ve varlığı bu kitapların ruhuyla hemhal kılmak adına peygamberler vazifelendirmiştir. Ne kadar şükretsek azdır, varlıklarını peygamberlerin ayak izinde ikame eden kalb ve gönül ehli insanlar da insana çalışmış, Allah’ın muradını murat etmiştir. Fethullah Gülen Hocaefendi bu gönül ehli insanlardan biridir; ömrünün bütün demleri buna şehadet ediyor. Vesile olduğu hizmetler, konuşmaları ve onlarca kitabı insan ve varlık kalbsiz kalmasın diyedir. Kalbin Zümrüt Tepeleri isimli kitabı bile tek başına bu hakikate işarettir. Biz bu eserde, insanın bütününe dair oylumlu hakikatler görüyoruz. Her kitabı böyledir, ancak şimdi bir kez da dikkatimizi ‘kalbe’ çekiyor, bu yaralı çağda kalb ibremizin seyrini gösteriyor. Yaraya şifa bir kitaptır bu, çünkü kalbimizin sıhhatine ve yönelimine göre mahiyet değiştiririz. Bizden çıkan her fiil, sahip olduğumuz her arzu ve fikir kalbimizin boyasını alır. Biz kalbimiz kadarız; kalbimizin ibresi neyi gösteriyorsa biz oyuz. Allah buyuruyor: “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma.” Ve Hz Peygamber’in sabah akşam ettiği dua şöyledir: “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle.”

Hocaefendi’nin ‘ikindi sohbetleri’nden oluşturulan Kalb İbresi kitabı, insan ve hayat ve varlık için böylesi hayati olan bir durumdan bizi haberdar ediyor. Unutmamak lazım; haberdar olmamak neticeyi değiştirmez ve ancak haberdar olanlar neticeye tesir edebilirler.

15 Temmuz 2010 Perşembe

‘Bütün’e işaret kardeşliğe çağrı

Gasset, “İnsan çaresiz mekânın tutsağıdır” der. Öyledir, ancak insan doğduğu mekândan, kendisine zindan olabilecek sosyolojinin tutsağı olmaktan çıkabilir. Bu durumu hayatımdan biliyorum. Doğduğum mekânın ve sosyolojinin içinde Kürtçe’den Türkçe’ye, ‘sıla’dan ‘gurbet’e çıktım. Hayatım ‘gurbet’te, Türkçe’nin içinde kuruldu. Kürtçe ‘anne dili’m olarak kalırken, Türkçe bana ‘ana dil’ oldu. Annemden, dilinden ve doğduğum ‘hikâye’den uzakta yalnız başımaydım. Gerçekliğin kıyıcılığından kitaplara kaçtım, okumayı sığınak bildim. Kaçtığım kitaplardan edindiğim şudur: Ebeveynimin hikâyesinin kurduğu bir ‘ben’ değilim artık; sosyolojimin dışında öznel bir hikâye ve dil edinmişim. Tarihim, sosyolojim, anne dilim ve etnisitem bana dâhil olsa da bunların içinde hapis yatmıyorum. Bunlar sahip olduğum şeyler, ben onlara ait değilim.

Türk, Kürt, Arap veya başka bir şey olarak doğmadığımızı, sadece insan doğduğumuzu düşünüyorum. İnsanın sonradan Türk, Kürt, Arap veya başka bir şey olması sosyolojik ve tarihseldir diyorum. Dolayısıyla, insan olarak doğuşuma içkin sorularla ilgili olmayı daha çok önemsiyor, ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ni imleyen ‘bütün’ fikrini paylaşıyorum. Hakikatin ve hikmetin peşinde olan felsefenin, kadim anlatıların, kutsal metinlerin işaret ettiği ‘anlam’ın içinden bakınca; tarihin, sosyolojinin ve seküler zihnin inşa ettiği modern tanım ve belirlemelerin ‘bütün’ü parçaladığını, ‘parça’yı ‘bütün’ gibi sunduklarını görüyorum. Bunun bir yanılsama olduğunu, ‘parça’yı ‘bütün’ görmenin bizi hakikatsiz kıldığını düşünürüm. Bu yüzden, siyasi sınırlarla belirlenmiş ‘vatan’ ve sonradan inşa olmuş etnisiteler adına köpürtülen kavgalara adımı yazdırmıyorum.

Hayır, altını çizdiğim ‘bütün’, büsbütün homojenliği değil, farklılıkların beraberliğinde oluşan ‘bir’liğe işaret ediyor. Bir ülke veya etnisiteden önce hayata, dünyaya doğarız, dünya ise, doğu ve batısıyla, kuzeyi ve güneyiyle Allah’ındır. Etnisite ve siyasi vatanlara dair meseleler dünyaya dairken, dünyanın kendisi, mümine vatan olamayacak kadar, bir süreliğine oturulabilen kısa bir gölgeliktir. Bu sebeple etnik olarak Kürt olduğum için değil, ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ne inandığım için Kürt Meselesi’yle ilgiliyim. Müslümanlığımdan hareketle değil, adalete ve hakkaniyete inandığımdan İsrail devletinin zulmüne karşı Filistinlilerden yanayım. Yeryüzünün kuytularında hakkı yenmiş her bir varlığın acısını paylaşıyor, her bir şeyin kendi hakkı üzere yaşamasını savunurum. Herhangi bir ‘parça’nın ‘bütün’den bir ‘parça’ veya ‘bütün’ün hepsine egemen olmasını haksızca bulurum. Adalet esas olmalı; her bir şey hak ettiği üzere yaşamalı, böyle yaşanırken de ‘bütün’le kardeşlik incitilmemeli.

Tasavvurum böyle, ama ne yazık ki yaşananlar başka türlü; her bir ‘parça’, ‘bütün’den farklılığı üzerinden ontoloji ediniyor. Mesela Türkiye’deki ulus devlete içkin etnik milliyetçiliğin büyüttüğü Kürt Meselesi’nde ‘kardeşliğin dili’ epey yaralanmıştır. Türkler’in Kürtler’e kardeşliği bir retorikten öte gitmezken, Kürtler, ‘kardeşliği’ değil ‘eşitliği’ talep ediyorlar. Türklerin kardeşlik retoriğinde hakları teslim edilmiş Kürtler yokken, Kürt milliyetçilerinin geliştirdikleri dilde, ‘parça’lar arasındaki ortak paydaları gözetmeyen, dolayısıyla ‘bütün’ün ruhunu inciten pür bir eşitlik öngörülüyor. Oysa ortak coğrafyada Türklerin, Kürtlerin, Arapların ve Farsların bir ‘meta hikâyesi’ vardır. ‘Parça’lar bu meta hikâyenin içinde özgül hikâyelerini bütün halinde yaşamışlar. Yunus Emre, Hz Mevlana Mele Ceziri ve Şirazli Sadi aynı hikâyenin müellifidirler. Türkler, Kürtler, Araplar ve Farslar bu hikâyenin içinde ve hakkaniyet üzere kardeş olmuşlar.

Cihan Aktaş’ın İz Yayıncılık’tan çıkan “Kardeşliğin Dili” kitabı, bütünüyle siyaset, sosyoloji ve yasaların soğuk dilinin işaret ettiği bir çözüme değil, ‘bütün’ü oluşturan ‘parça’ların akrabalığıyla yaşanan kardeşliğe vurgu yapıyor. Haklı olarak şu soruları soruyor: “Neler oldu da sanki en fazla bir yüzyıl içinde bu coğrafyada kardeş kardeşi anlamaz, dinlemez hale geldi? Birileri belirgin şekilde üstünlük, ayrıcalık ve tahakküm bildiren, diğerleri öfke ve isyan dolu, ayrılıkçı bir dil kullanmaya başladı? Neler yaşandı, uzun kardeşlik yüzyıllarının süreğinde sohbetler yerini yas toplantılarına terk etti?” Kitabı oluşturan yazılarda, ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ni esas alan bir ruhun, bir vicdanın, bir zihnin dokunuşlarını hissediyorsunuz. İsrail bombalarına hedef olmuş Gazzeli çocukların başlarını okşarken, İsrail’in şahsında Yahudilerin hepsini lanetlemenin yanlışlığına da işaret ediyor. Yazar başörtülü öğrencilerin çığlıklarına kulak olurken, katledilen Hrant Dink’in ve ülkesinden uzakta ölen Ahmet Kaya’nın işaret ettiği vicdansızlığa da işaret ediyor. Kirli savaşta oğullarını kaybetmiş Türk ve Kürt annelerini ayrıştırmıyor, nasıl bir acı içinde benzeştiğimizi ve çürüdüğümüzü dillendiriyor. Evet, savaşın dili ayrıştırıp öldürürken, kardeşliğin dili bütünleştirip yaşatır. Cihan Aktaş bu farkı ortaya koyuyor; yitirdiğimiz ‘bütün’e işaret ederken, kardeşliğe, dolayısıyla hayata da çağırıyor.