19 Ağustos 2010 Perşembe

Bir yurt, bir vatan, bir medeniyet…

Birkaç yıl öncesine kadar, daha üç ayların başlarında tedirgin olmaya başlardım. Gelen her bir kandille biraz daha Ramazan’a yaklaştığımızı hisseder, bu tedirginliğim artardı. Çünkü Ramazan, çünkü oruç ile aram iyi değildi. Ya mecburiyet ve vazife duygusuyla tutmuş olduğum oruca açık bir içten yoksun olurdum, ya da tutmamışsam ‘tutamamış’ olmakla dışarıda kalır, üşürdüm. Oruç günleri uzar, derinleşir, genişler, bitmek bilmezdi. Otuz oruç günü koca bir mevsim olurdu. ‘Oyuna giremeyen çocuğun’ iç kırıklarını yaşar, iftar vaktinde sokaklarda ‘oruçsuz’ insanın yabancılığını yaşar ve bunu yazardım. Ramazan’ın öncesi ve sonrası benim için ‘mübarek on bir aylar’dı.

Öyleydim çünkü orucun üzerini çizdiği her ne idiyse bunlara dâhildim. En çok, dışarıda, sokakta sere serpe akan hayatın içinde olmak isterdim. Orucun beni tutması, tutup ‘hayatın’ içinden çekmesi bana ağır geliyordu. Yaşanan hayatın parçası olmaktan çıkıyor, onun seyircisi oluyordum. Yaşamadığım, katılmadığım, seyircisi olduğum bir hayatın gözlerimin önünden akıp gitmesi beni üzüyordu. Dahası… Oruç ile çekildiğim ‘kıyı’da kendimle kalıyordum; içime düşüyor, kendimi görüyordum. Düştüğüm içim, gördüğüm kendim katlanılası bir şey değildi. Yara bere içinde bir haldi benimkisi… Cevaplanmamış sorular, doyurulmamış arzular, çok yetersiz imkânlar, baştan ayağa bir acziyet… Her bir şey gürültüyle sesleniyordu bana. Duyduklarım, insan oluşumu, yüklendiğimi, uyuyakalmış ‘öz’mü hatırlatıyordu. Bir yola işaret ediliyor, bu yola kışkırtılıyordum.

Bir yola çıkmam gerektiğini fark ediyordum ama buna takatim yoktu. Çünkü bu yola karar verebilmem için, çok şeye sırt dönmem gerekiyordu. Yola çıkmaya evet dediğimde, beni çağırıp duranlara hayır diyecektim. Hâlbuki ‘hayır’ denecek şeylere hayır diyecek biri değildim. Yığınla arzu, istek ve beklenti paçalarımdan çekiyor, yola çıkamıyordum.

Böyle bir hayatım oldu, böylesi zamanlardan geçtim. Şükür olsun ki, oldu böyle bir zamanım. Tarihimin bu aralığını lanetlemiyorum. Çünkü bu aralık sayesinde soğukları biliyorum, oyuna giremeyen çocuğu tanıyorum, iftar vaktinde sokaklarda oruçsuz kalmanın yabancılığına aşinayım. Arafta, arada kalmanın yersiz ve yurtsuzluğunu yaşadığım için, nereden nasıl bir yere vardığımı fark edebiliyorum. Şimdi oruç bana bir yurt, bir iklim, bir medeniyettir.

Oruç insanı tutar, insan oruç ile tutulur. Orucun tuttuğu insan bilir ki, maruz kaldığı hayat onu hep kendisinden sürgün eder. Oruç öncesi ve sonrasında insan hep kendinden dışarı kaçar; sokağa, hız’a, başarıya, yetişmeye, yetmeye çalışırken kendisini unutur. Karıştığı kalabalıkta, parçası olduğu gürültüde kalbi altlara düşer; kalbinin sesleri, kalbinin sözleri, kalbinin beklediği tatmin duyulmaz ve görülmez olur. Çok şeymiş gibi tafra yapan bir akla kilitlenir, doyurulmakla doyulacağı sanılan çocuk kılıklı arzuların peşine takılır, yazıldığı yolun kenar süsü olan ayrıntıları yolun kendisinden daha fazla önemser, zamanla öncesiz ve sonrasız bir ‘ara’yla yetinir. Yola nasıl ve niçin çıktığını, bu yolun varacağı yerde nasıl bir neticeyle karşılaşacağını unuttuğu için doğmamış, olmamış, dolayısıyla tüketilmiş bir şey olur.

Hiç şüphesiz oruç her kapıyı çalmaz; orucun vardığı ve çaldığı kapılar azdır. Oysa oruç büyük bir imkândır; bu imkâna, bu medeniyete karşılık gelen insanlardan olmak ise bir ihsandır. Bu ihsanı derinden hissedenler bilir ki, oruç her seferinde gelip kendilerini tutmuştur. Dışarıda, serseri bir gürültüde akıp giden hayatta yitmek üzereyken oruç gelip kendilerini çekmiştir oradan. Tutup çekmiş, yaşananın nasıl bir şey olduğunu görebilecek bir kıyıya bırakmıştır.

Evet oruç, kıyıya düşmektir; kıyıda, yaşananı bütün halinde görebilmektir. Oruç, ‘kıyı’ gibi bir yurt, bir vatan, bir iklim armağan eder sahibine. Bu bir medeniyettir! Zira ehl-i oruç, bırakıldığı kıyıda, yaşananı hakkıyla görür, olması gerekenin böyle bir şey olmadığını anlar, dolayısıyla yaşantının başka türlüsüne açık hale gelir.

6 Ağustos 2010 Cuma

İnanmış insanın romanı mümkündür

Evet, roman Batı’da gelişmiş, içi doldurulmuş bir türdür. Üzerlerinden yüzyıllar geçmesine rağmen okunmaya devam eden romanların hepsi ‘buralı’ değildir. Daha çok Batı’nın tarihi ve zihni tecrübesine yaslanan bu romanların konu ve kahramanlarıyla bir akrabalık içinde olmamız da düşünülemez. Birer anıt gibi duran bu romanların ustalıkla gösterdikleri insan ve bu insanın etrafında yaşananlar da, Batı’daki tarihi ve zihni evirilmenin bilinmesiyle anlaşılabilir. Romanın tarihini ve eleştirisini yapanlar şunu der: Romanın (şüphesiz bu Batı’daki romandır) konusu ve kahramanı, trajedinin yakınlığında kurulur; romancı, daha çok insanın kötücül olan ile karşılaşması ve sonrasıyla ilgilidir. Bu anlamda Batı, roman için mümbit bir yerdir. Zira Batı’da sınıfların kavgası vardır, din bütünüyle ‘kavga’nın nesnesi ve öznesidir. Savaşların sebep olduğu tahribat; dini ve Tanrı’yı hayattan kovan zihni dönüşümün kurduğu ve yalnız başına bıraktığı ‘birey’in çıplaklığı, güvensizliği ve nihilizmi Batı romanının vazgeçilmezleridir.

‘Roman’a dair bu gerçeklik sebebiyle Doğu(lu)’nun romanının olamayacağı, olsa bile hep ‘eksiklikle’ malul olacağı söylenmiştir. Bu yorum, Batı romanının yaslandığı unsurlar merkez alınarak yapılmıştır. Trajedi, çatışma ve kötücüllük olmazsa olmaz görülüyor; Doğu’nun ise trajedi, çatışma ve kötücül olanla mesafeli, dolayısıyla roman için bir yeterlilikten yoksun olduğu düşünülüyor. Hiç şüphesiz bu değerlendirmenin haklı tarafları vardır. Aşkın olan ile mesafesizlikte görünür olan Doğu’nun Batı’dakine benzer/akraba bir trajedisi, çatışması ve kötücüllüğü yoktur. Doğu’da yazılacak bir romanın konu ve kahramanı da doğal olarak Batı’dakine benzer şekilde trajik ve kötücül olamaz. Ancak şu sorulabilir: Doğu’da yazılacak romanın konu ve kahramanı niçin Batı romanının benzeri olsun? Bir bağlam olarak Batı kendince bir insan inşa etmiş ve doğal olarak bu insanın romanını yazmıştır. Batı’dan farklı bir bağlam olan Doğu’nun inşa ettiği insan ise şüphesiz başka türlüdür. Soruları, kaygıları, içinde olup bitenlerle bu insan niçin başkaca bir romanın konusu olmasın? Kendini ve varlığı Batılı bireyden farklı konumlandırması onun büsbütün ‘kaygı’dan uzak olduğu anlamına gelmiyor ki!? Hem Doğu’nun inanmış insanının etrafında, duyuların ve güdülerin ötesinde aşkın bir evren yaşanabiliyor. Bu insanın aklı aşan halleri niçin daha oylumlu bir romanın imkânı olarak okunmasın? Güdülerin ve duyuların saldırısı karşısında ‘ol’makla mükellef bu insanın düşmesi, bu düşüşün ‘iç’inde kurdukları, yeniden ayaklanma çabası, düşme ve kalkma arasında yaşanan soluksuz kaygı bir romanı besleyecek kıratta değil mi?

Evet, Doğu’da yazılacak romanın Batı’dakine benzemesi gerekmiyor. Ve Doğu’nun romanı da mümkündür. Ki bu mümkünlük iddiası, büsbütün teorik izahatlara yaslanmıyor, yaşanan ve yazılan da bunun haklılığını ortaya koyuyor. Mesela yenilerde, Kaynak Yayınları arasında yayımlanan Seyit N. Erkal imzalı “Geç Kalınmış Bir Gün” romanı, Doğu’da romanın mümkün olduğuna mütevazı bir işarettir. Bu roman, konu ve kahramanlarıyla okuyucuyu başka bir gerçekliğe çekebiliyor. İnsan olma imkânıyla doğan insanın kendindeki insanı, insan-ı kâmili gerçekleştirme adına ‘yol’a yazılması ve bu ‘yolda’ yaşadığı haller, inanmış insanın içinde ve etrafında yaşananların bir romanı kurabileceğini gösteriyor. Bir ‘üçleme’nin ilk kitabı olan Geç Kalınmış Bir Gün’e yakından bakalım:

İbrahim Müşfik, hayatın türlü hallerine başkentlik eden İstanbul’da sahneye çıkmış, beğeni, ilgi ve alkış toplamış meşhur bir yazardır. İlgi, beğeni, sahne ve alkış İbrahim Müşfik’e, haddini aşmaya açık ve teşne ‘ben’in varlığını, insanın varlığına işaret ederek onu yok eden bu ben’in hallerini göstermiştir. Tatlandırılmış zehirli bir bal olan ben’in açtığı çukurların başında uyanan meşhur yazar eyledikleri üzerinde yeniden düşünür, muhakemeleri içinde muhasebeye tutar kendini. Yanı başında bir yol arkadaşı, can’ına akraba sahaf Hikmet bulunmaktadır. Böylesi dost, her dem bir tarafı eksik insana koltuk değneğidir, yüklendiğine yetemeyen omuza güç verendir. İbrahim Müşfik ve Sahaf Hikmet’in beraberliğine/yolculuklarına biri daha katılır: Hakikatin taliplisi bu ikilinin yolculuğunu süsleyen, İbrahim Müşfik’e eş olan Hale Hanım… Hakikatin keşfi adına yola çıkılınca bir yol göstericiyle nasiplenmemek mümkün değildir. Ciğerci İlyas Efendi yolculara rehberlik eder, onları kalplerine çağırır. Kalpleri açılır bu yolda ve rehberlikte… Malum, hayat her dem yeniden yaratılmakta, Allah hayata her an müdahale etmektedir. Hale Hanım ve Ciğerci İlyas Efendi’nin vefatı İbrahim Müşfik’i ‘dil’den dışarıya, sözün taşıyamadığı hallere taşır. O artık Akhisar’ın bir dağında inzivaya çekilmiş bir münzevidir. Toprağın, börtü-böceğin, sessizliğin içinde duyulmayanı duymaya kilitlenir. İnsanların etrafında kurulan ve insanları içinde eriten hayatla, haftanın belli günlerinde kendisine süt getiren İsmail üzerinden münasebetini devam ettirir. Bu sırada İstanbul’da yazı’ya, yani söz’e taze yazılmış Musa Sadık, İbrahim Müşfik’in peşine düşer. Şiir ve filmlere taşınmış romanları üzerinden tanıdığı yetkin yazar İbrahim Müşfik’i yazmış, kitabının konusu yaptığı önemli yazara bizatihi dokunmak ister. Cevabı alınmamış onlarca mektup ve Akhisar’a yapılan ama sonuçsuz kalan yolculuktan sonra büsbütün ümidini keser. Heyecanlı genç yazar Musa Sadık beklemediği bir anda üstad bildiği yazardan mektup alınca yeniden ümitlenir. Akhisar ile İstanbul arasında mektuplar gidip gelmeye başlar. Bu mektuplar bize İbrahim Müşfik’i, Sahaf Hikmet Bey’i, Hale Hanım ve ailesini, Ciğerci İlyas Efendi’yi, Hızır’ı içine alan ‘yol’u ve ‘yolda olma’ halini anlatır. Kitap, İbrahim Müşfik’in Akhisar’dan İstanbul’a dönme arifesinde biter.

İkinci ve üçüncü kitabı da gelecek olan “Geç Kalınmış Bir Gün” romanı; insanın, varlığın ve hayatın hakikatini keşfetme adına okuyucuyu yolculuğa çıkarırken, insanın yazarlık (eylediğimiz her ne ise onun) halleri içinde görünen ve beliren hastalıklı durumlara da işaret ediyor.