22 Kasım 2010 Pazartesi

Şahsi bir Cemil Meriç okuması

“Benim düşüncelerim heteredokstur. Öyleyse ben neyim? Ben kendimim; hiçbir hizbe dâhil değilim, hakikate mensubum.”

(Cemil Meriç ile Sohbetler, Halil Açıkgöz)

Üniversite öğrencisiyken karşılaştığım, okumakla düşüncenin türlü hallerine açıldığım Meriç’i yirmi beş yıl sonra bir vesileyle yeniden okuma imkânı buldum. Kitaplığımda biriken, aralıklarla okunmuş Meriç külliyatını çalışma masama koyduğumda başka türlü bir okuma bekliyordu beni. Anlatmak ve yazmak üzere Cemil Meriç konusuna eğilecektim. Meriç’i çalışma konusu yapacağımı fark ettiğimde tereddüde düştüm. Çünkü hep içten bir insiyak ve derinden hissettiğim ihtiyaç ile konularla ilgili olmuş, yazarların okuyucusu olmuştum. İlgili olduklarımı okumuş, okuduklarımla ilgili olmuştum. Yazar ve kitaplar benim için ‘konu nesnesi’ değil, hayati şeylerdi. Meriç Külliyatı’na öylece bakarken şunu düşündüm: Bu vesile olmasaydı Meriç’i tam da şimdi yeniden okur muydum? Cevap, ‘hayır!’dı. O halde, anlatmak ve yazmak üzere bir okuma olacaktı benimkisi. ‘İş’ olsun diye okuyamazdım, okusam okuduğuma yabancılaşacaktım. Anlatmak ve yazmak üzere Meriç’i okumaktan vazgeçmek üzereyken kendisine dair hissettiğim minnet duygusu buna mani oldu. Üç ay kadar Meriç ile yatıp kalktım. Bir süre sonra ‘ben’ ve ‘Meriç’ ayırımı ortadan kalktı; savunmasız ve hesapsız bir kalple kendisine maruz kaldım. Meriç ile ilk karşılaşmamı, bu karşılaşmanın hikâyemi nasıl kurduğunu fark ettim. Meriç’e dair kaçırdığım o kadar şey olmuş ki… Şimdi daha net bir Cemil Meriç fotoğrafına sahibim. Ve bu metin, bu fotoğrafı vermek düşüncesiyle yazıldı.

Demem şu ki; yazılan veya konuşulan konu, kendi bütünlüğüyle değil yazanın veya konuşanın şahsiliğiyle ortaya çıkar. Anlatıcı veya yazıcı olduğu hal üzere konuya yaklaşır ve olduğu kadarıyla durumu kuşatabilir. Dolayısıyla konu, çoğu zaman anlatıcı ve yazıcının anlatımına ve yazısına sığmaz. Şimdi ben de bir yazıcı ve anlatıcı olarak ‘Meriç’e eğilecek, olduğum hal üzere ‘konu’yu buraya taşıyacağım. Meriç yazıda, içime vuran veya perspektifime sığdırdığım fotoğrafıyla görünecektir. Durum bu olunca, şu içtenliği ortaya koyma gereğini hissetmekteyim: Nasıl, kim olarak ve ne şekilde Cemil Meriç’e gittim?

Meriç ile karşılaşma

Başkalarının hikâyelerine doğarız. İçine doğulan mekân, tarih ve sosyoloji hikâyenin başlangıcını ve ana izleğini belirlese de her hikâye sonraki karşılaşmalarla kendi evrenini kurar. Bu ön kabul, hiç şüphesiz benim de hikâyemin mottosudur.

1970’li yıllar… Ebeveynim, yürüdüğüm sokaklar, yaşadığım köyde olup bitenler, başka bir dilin, Kürtçe’nin içinde döneniyordu. Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı köyümde yazıldığım ilkokulda, ebeveynimin ağzında olmayan Türkçe’nin kapısına bırakılmıştım. Yabancım olan bir dili yazmayı, okumayı ve konuşmayı öğrenecektim. Tek kelime Türkçe bilmiyor; kalem, defter ve kitapla ilk kez karşılaşıyordum. Beni uzaklara götürecek bir yolculuğa yazılmıştım. Kürtçe’den Türkçe’ye taşınacak, doğduğum dünyanın yanıbaşında/içinde başka bir dünya kurulacaktı. Hiç farkında değildim; ‘sıla’dan ‘gurbet’e çıkıyordum. ‘Anne’ dilimin yanında ‘ana’ bir dil edinecek, böylelikle ‘gurbet’i kendime ‘sıla’ kılacaktım. İçine bırakıldığım hikâyeden ve dilden sürgünlüğümün, bu sürgünlükte üzerime sinecek yabancılığın kıyıcılığına karşın hayatımın bir güvenlik arayışına dönüşeceğini bilmiyordum. Oldu bütün bunlar, her şey ben büyürken yaşandı. Kapılarını araladığım Türkçe’nin evrenine, kendi hikâyeme yürüdüm.

İlkokulu bitirmiş, Türkçe’yi öğrenmiş, Diyarbakır’da Ortaokul’a kaydımı yaptırmıştım. Kürtçe’den ve ailemden uzakta ‘yabancı’ biri olmuştum. Sıla biraz daha geride kalmış, gurbet biraz daha yakıcı olmuştu. Arkadaşlarım dediğim yaşıtlarımın arasında köylü bir çocuktum. Üzerimdeki kıyafetler, ağzımdaki Türkçe yabancılığıma işaretti. Ne geriye dönebiliyor, ne de vardığım yere yerleşebiliyordum. Ürkek, tedirgin ve huzursuzdum. Kaçtığım bir yer vardı: Dersler, ödevler ve kitaplar… Okul çıkışlarında çantasını omuzlayıp kentin dışına kaçan o çocuğu hiç unutmadım; dizlerine koyduğu kitaplara gömülerek gurbetten kurtuluyordu.

Ortaokul bitmiş, Adana’ya lise okumaya gidiyordum. Beni Adana’ya taşıyan otobüste okuduğum ve yıllarca kitaplığımda duran metinler, o sıra ne tür bir okumaya maruz kaldığıma işarettir. On beş yaşlarında bir çocuğun Seyyid Kutup, Said Havva, Hasan el Benna okuması ne demektir? Bu sorunun cevabını çok düşündüm. Gurbet duygusunun baskısından can havliyle kaçan o çocuk, kendisine sığınak olanın muhtevasına ve uygunluğuna bakacak durumda değildi. Kaçtığı yerden ve sığındığı kitaplardan kendisine bir dil, bir duyarlılık kalıyordu. Artık Müslüman, dindar biriydi. Bu sefer dili ve duyarlığıyla da bir yabancıydı. Yaşadığı yeni kentin, okuduğu lisenin kozmopolit havası onu ‘kıyı’ya itiyordu. Dışarısı içiyle çelişiyor, içini seçerek kendine gömülüyordu. Okuduğu kitap ve yazarların çoğalması sadece durumunun koyulaşmasına yarıyordu.

Çocukluktan çıkmış, liseyi bitirmiş, üniversiteyi okumak üzere İzmir’deydi. Yerleştiği öğrenci evinde, Said Nursi ve Risale-i Nur Külliyatı’nı okuyordu. Muhafazakâr ve dindar insanların hayat ve Türkiye tasavvurunu paylaşıyor, durumunu daha da muhkem kılacak metinlerin peşinden gidiyor, böylelikle başka türlü bir hikâyesi oluyordu. Edindiği yüzlerce kitabın kendisine armağan ettiği bu hikâyeyi sevmişti. İletişim Yayınları’ndan çıkan Cemil Meriç imzalı Bu Ülke ile o sıra karşılaşmıştı. O delikanlı yirmi beş yıl sonra, başka bir ben olarak bu yazıya oturunca, Bu Ülke’nin o nüshasına yeniden baktı. Kitaptan altını ve üstünü çizdiği yerleri okurken şunu fark etti: Bu ülkenin muhafazakâr ve dindar fotoğrafıyla kavgalı aydınların böğrüne yumruk indiren Meriç’in altını çizmiş, “Said Nursi, dağ başında va’z eden bir mürşit. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın” diyen Meriç’i alkışlamış, amentüsünün aydınlığına soru sokuşturan bir Meriç’i ise karalamıştır. Öyle yapmıştır zira, duyarlıkları yüzünden değerlerinin ve ülkesinin hakkının yenildiğine, dolayısıyla mağdur edildiğine inanmıştır. İlk kez okuduğu, üslubuna çarpıldığı, ama durduğu yere tam da oturmayan Meriç’in, kendisinden yana cümleler kurarak hakkı teslim ettiğini düşünmüştür.

Meriç’ten açılma

Meriç’in altını değil üzerini çizdiğim düşünceleri olsa da, şiire, felsefeye ve hakikate akraba üslubuyla kışkırtılmıştım. Bu Ülke’den hemen sonra Ötüken’den çıkmış Mağaradakiler’i okumuştum. Tabii ki, İletişim ile Ötüken arasındaki mesafeyi bilmiyordum. Altını çizerek okuduğum yazar elimden tutmuş, beni ‘kendimden dışarı’ya çıkarmıştı. Meriç, ‘yabancı’laşmış aydınlara benzemiyordu. Kimi sorularıyla oturduğum evi eksiltse de bir yabancılık duygusu hissettirmiyordu. Oturduğum inanca ve ait olduğum evrene dönük eleştirileri hınçtan çıkmıyor, hakkaniyet duygusu içinde sorularını soruyordu. Bu yakınlığın verdiği güvenle ona yöneldiğimi ve kendisini okuyarak kendimden dışarıya çıktığımı yıllar sonra anlayacaktım. Uzun Bir Adam’da İlhan Berk’in şu cümlelerinin altını çizmişim: “Gide, beni çileden çıkarmıştı. Bir Saul değildim ama, onu enikonu doğrulayandım da. Tohum Ölmezse’yi elimde çize çize eskitmiştim. Her satır beni deliye döndürüyordu. Sonunda Gide beni baştan çıkardı.” Berk’in Gide için hissettikleri, Cemil Meriç’e dair hissettiklerimle aynıydı: Meriç’ten önce küçük evimde tanıdık sesler arasında sükûnet içindeyken, Meriç’ten sonra her bir taraftan kulağıma çarpan sesler içindeydim. Meğerse Meriç’in evimdeki seslere güzelleme olan dilinin peşine takılmış, bilmeden başka evlerin kapılarından içeri girmişim. Kitaplığımda Nursi’nin yanı başına yerleşen Cemil Meriç, çok geçmeden Balzac’ı, Dostoyevski’yi, Nietzsche’yi de çekmişti. Vadideki Zambak, Goriot Baba, Suç ve Ceza, Karamazof Kardeşler, Böyle Buyurdu Zerdüst kütüphanemi çeşitlendiren kitaplar olmuştu.

Evine kapanmış biri değildim artık, uzak mahalle ve coğrafyalarda geziniyordum. Meriç üzerinden okuduğum yazarlar, karıştığım hikâyeler ve duyduğum sesler, beni yüzlerce ağacın, börtü-böceğin olduğu bir ormanda yürütüyordu. Meriç yetkin bir baba, bir üstad olmuştu bana; burunlarını ormanın içlerine doğru uzatan patikalara soktuktan sonra da kaybolmuştu. Asırlık ağaçların ve kadim uğultuların içinde, az yürünmüş yolların başındaydım. Kafam karışmıştı. Düşüncenin katmanlı ve çatışmalı evrenine karışmışken ‘ev’e de dönemezdim. Yapacağım tek şey vardı: patikalardan iz sürmek…

Hep bunu yaptım! Kıvrım kıvrım uzayan sayısız yolculuklar yaşadım, çatallaşan yolların ve yakamı bırakmayan tedirginliklerin içinde kendime yönler seçtim. Yoruldum, düştüm, kalktım, yine yürüdüm. Edebiyattan felsefeye, felsefeden edebiyata, yazardan yazara, kitaptan kitaba, bir ülkeden diğerine gittim. Öğrenciliğim bitti, kitaplarım çoğaldı, kütüphanemde yeni kitaplara yer kalmadı ama ben kitabevlerine gitmeye devam ettim. Beklediğim duraklarda, bindiğim otobüslerde, vardığım yerlerde bana eşlik eden hep kitap oldu. Hayatım; kelimelerin, cümlelerin, hikâyelerin, konuların koynunda geçti. Girdiğim yollar, vardığım isimler, içine düştüğüm hikâyeler, topladığım o kadar cümle ‘eski ben’imi yıktı, bana ‘yeni ben’ armağan etti. Daha doğrusu, doğarak eklendiğim hikâyeden alındım, kendi hikâyemin öznesi kılındım.

Yeniden Meriç

Başımı yaran, içimi deşen, beni yıkıp yeniden kuran her bir şey Meriç üzerinden gittiğim uzaklarda oldu. Kendisinden açılıp uzaklaşmış olsam da ondan bütünüyle habersiz değildim. İsminin geçtiği metinlerle, kitaplarıyla, etrafında yapılan tartışmalarla ilgili olmaya devam ediyordum. Mesela İstanbul’da kızı Ümit Meriç Hanımefendi’ye misafir olduğumda Cemil Meriç Kütüphanesi’ne girme, o cilt cilt sıralanan kitaplara dokunma talihini yaşadım. Yayımlanan her yeni kitabını edindim. Meriç bir imge olarak bana eşlik etmeye devam etti. Kendisiyle ilk karşılaşmamda edindiğim haline karşılık gelen bir şeydi bu. Benim için, Bu Ülke, Mağaradakiler, Jurnal’lerdeki yara(r)lı adamdı. Yeni ‘bir dünyanın eşiğinde’n sesleniyordu.

Çocukluk hikâyesinden firar etmiş, ‘anne dil’inden farklı bir ‘ana dil’de yaptığı yolculukların çoğulluğuyla hikâyesini kurmuş biriyken, bir kez daha Cemil Meriç’e gitme imkânı buldum. Yirmi beş yıl önce beni baştan çıkaran, düşüncenin uğultulu ormanına bırakan üstadımı ikinci kez okudum. Hayır, bu bir tekrar okuma olmadı. Zira yirmi beş yıl önceki delikanlı değildim ben, bir başka ben olarak Meriç’e düştüm. İlk karşılaşmamda onu oturduğum evin daracık penceresinden gözetlemiştim; kendisini, evime uygunluğu ve karşıtlığı içinde değerlendirmiştim. Öyle yapmıştım ama peşi sıra gitmeyi de bilmiştim. İşte geçen yılların ve bu yıllara doluşanların inşa ettiği heteredoksluğumla yeni okumayı yaptım. Onu bir çerçeveye oturtma kaygısı gütmeden, sadece bütünlüğü içinde anlamaya çalışarak…

Şimdi bu yeni okuma sayesinde, Cemil Meriç’in hakikatli bir okuru olduğumu söyleyebilirim. Okumamı bitirip bu yazıya oturduğumda hissettiğim şey, Meriç’i sevdiğim oldu. Okuru olduğum metinlerde diri bir kalp, vicdan ve yaşanmışlık hissetmişsem, o metinlerin sahipleri gelip kalbime yerleşmiş demektir. Bütünüyle kurgusal, bütünüyle kafa işi, alabildiğince sistematik metinlerde yazıcıyı, dolayısıyla bir hayatı değil ‘iş’i görürüm. Salt bilgi olan metinler bana bir hayat armağan etmezler. Oysa kalbimin konukları olan düşünür, filozof ve yazarlar, metinleriyle birlikte insani halleriyle de bana dokunurlar. Meriç Külliyatı’nı yeniden okuduktan sonra anladım ki Meriç de kalbimin ebedi konuğu yazarlardandır. Dilinde ve eylediklerinde yaşayan soy isimlerden biridir o. Sadece ansiklopedik bilgi yumağıyla okuyucunun karşısına çıkmıyor, çatışmalı bilgilerin evreni olan yara(r)lı bir hayat şeklinde de görünüyor. Metinlerinde bolca acı, duygu, türlü insan halleri yaşıyor. Meriç’te bilgi, yazarının içinden geçerek okuyucuya varıyor. Duygusu, öfkesi, coşkusu ve acısı olan bir bilgiye maruz kalınıyor, formel olanla değil hayatiyetle buluşuyorsunuz.

Ne kadar haklı! Bir insanı tanımak; onun acılarını, duygularını, yenilgilerini bilmekle mümkündür, kronoloji bize bir insan armağan etmez. “Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Anlıyorum ki, zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.” Bu satırlara sinmiş hal bana çok tanıdık geldi; yaşayan bir Meriç’e dokundum, kitaplara kaçmış kendimi gördüm. 38 yaşına kadar kendisine iyice görünmeyen bir hayata mahkûm gözlerini Paris’te bıraktıktan sonra yazdıkları ise canımı yaktı: “Gözlerimi, yani her şeyimi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci olarak arıyordum. Meselelerimi ancak o çözebilirdi, korkak olduğum için intihar etmedim. Körlük bir nevi ölüm. Hayır ölümden çok daha beter bir işkence. Öldükten sonra yaşamak gibi bir şey. Bir hortlak gibi yaşamak...”

Böyledir Cemil Meriç, baştan ayağa insan kesilmiştir. Kendisinde zoraki ‘büyük adam’ rolleri ve kibri yoktur. Ten ve ruhuyla ait olduğu hakikatin diliyle, yakıcı/yıkıcı/kurucu bir üslupla kendisini açıyor. Doğu, Batı, bu ülke, aydın, iman, inkâr, kadın, aşk konuştuğu ne ise, Meriç’in kalbindeki karşılıklarıyla görünüyor. Lamia Hanım’a yazdığı mektuplarda, kaygısızca ve hesapsızca soyunan bir adam görürsünüz; mağlubiyet, çaresizlik, türlü türlü açlık mektup halinde ete kemiğe bürünmüştür. Hakikatin taliplisi birinin kalp atışları duyulur metinlerinde. Zira vardığı duraklarda ilgili olduğu şeylerin kalbine düşen halleriyle konuşmuştur. İnsan ancak mahreminin önünde kaygısızca soyunur; Meriç, mahremi bildiği okuyucuya seslendiği için bu derece çıplak, bu derece insandır. Vakıf olduklarını, herhangi bir hizbin kabullerine uygun hale sokmadan ‘kamu’ya gösterir. Mensubu olduğu hakikatin gürleşmesi adına konuşur ve cümlelerini kurar. Teninde ve kalbinde hissettiği duruma dilden bir libas giydirmekten çekinmez. Bu yüzden efendi, smokinli bir dili yoktur; bıçkın, serseri, duygusu olan bir dil ile okuyucusuna çarpar.

Meriç okumak

Malum, aralıksız bir okumayı önemseriz. Bir kitaptan diğerine konmayı, yazardan yazara seyretmeyi, okumanın içinde geçen kesintisiz zamanları bir değer olarak biliriz. Schopenhauer, bizim için ‘değer’ olan bu duruma düşenlerin zehirlenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyler. İddiasını şöyle temellendirir: İnsan, yediği yemekleri hazmetmeden yeni bir sofraya oturup atıştırmaya devam ederse çok geçmeden mide fesadına uğrar. Yemek, kendisine nimet olması gerekirken zehir olur. Okuyucu da okudukları üzerinde düşünmeden, onları hazmetmeden, karşılaştığı bilgiyi eşip kendine ait kılmadan başka okumalara girişirse işlenmemiş ham bilgi deposuna dönüşür. Bu işlenmemiş birbirine karşıt bilgiler sahibini serseme dönüştürür. Dolayısıyla kesintisiz okuma sahibi okuyucu bir şey olmayan omurgasız biri olur.

Schopenhauer’in işaret ettiği tehlike, Meriç benzeri ‘sistematik’ olmayan yazarların okuyucuları için de geçerlidir. Metni ve yazarı derinden kavrama gibi bir çaba içinde değilseniz, Meriç tarzı çatışmalı dünyalarda kaybolursunuz. Maruz kaldığınız o çok renklilikte renksiz kalırsınız. Mesela kendinizi dindar biri olarak görüyorsanız, Meriç’in özelde İslam genelde inanıyor olmakla ilgili pozitif değerlendirmeleriyle doğrulanmanın hazzını yaşar, ancak aynı konularda ortaya bıraktığı kimi çatallı sorularla da rahatsız olursunuz. Rasyonel akla yaslanan Batı’ya veya başka türlü bir tasavvurun yurdu olan Doğu’ya yakınsanız, Meriç yine sizi hem sevindirir hem de kızdırır. Kendi içinde tutarlılığı esas alan sistematik düşünürlerin ölçerek oluşturdukları formları önemsiyorsanız, Meriç’in o azade üslubu, birbirine karşıt gibi görünen parçacı yaklaşımlarından oluşan ‘kırkambar’lık hali sizde ‘tutarsızlık’ hissi oluşturur.

Meriç’in sistematik olmayışına, birbiriyle yumruklaşıyor gibi görünen parçacı yaklaşımlarına dair yapılan değerlendirmelere katılmadığımı, bu durumunun yanlış görüldüğünü, bunun kusur değil artı bir değer olduğunu da belirtmek isterim. “Ben ezeli bir mağdurum, coğrafi kader, siyasi kader, biyolojik kader… Anlaşılmadım, anlaşılmadım, anlaşılmadım… Hayatım bir bozgunlar silsilesi. Hiçbir kavgam zaferle taçlanmadı. Ben ezeli bir mağlubum.” diyen Meriç gibi, kendisi de ‘ezeli mağlup’ olan Cioran’ın “Sistematik düşünce totaliterdir” başlığı altında yaptığı şu değerlendirmeye katılıyorum: “Kendi kendimize çizdiğimiz bir çemberin içinde kapalı kalırız. Bundan dolayıdır ki dürüst olalım derken sahteliğe düşeriz ve doğruluğumuz azalır. Bütün yapılandırılmış düşüncelerin faciası buradadır: Çelişkiye izin vermemek… Sahteliğe böyle düşülür, tutarlılığı korumak için kendi kendine yalan söylenir. Buna karşılık, eğer parçalar üretilirse, bir gün içinde hem bir şey hem de onun aksi söylenebilir. Niçin? Çünkü parça, farklı bir tecrübeden gelir ve hakiki tecrübelerdir bunlar: Esastırlar. Bunun sorumsuzluk olduğu söylenecek; ama eğer durum böyleyse, bizzat hayatın sorumsuz olması anlamında sorumsuzluktur. Parçalar halindeki bir düşünce, tecrübenizin bütün veçhelerini yansıtır; sistemli bir düşünce ise sadece bir veçheyi yansıtır, denetlenen veçheyi, bundan dolayı da yoksullaştırılan veçheyi… Nietzsche’de, Dostoyevski’de, ihtimal dâhilindeki bütün insanlık tipleri, bütün tecrübeler ifadelerini bulmuştur. Sistemde ise sadece denetleyici konuşur, şef konuşur. Sistem daima şefin sesidir: Bunun içindir ki sistem totaliterdir, oysa parça halindeki düşünce özgür kalır.”

Meriç’in Doğu, Batı, inanmak ve İslam gibi konularda yaptığı ve genellikle ‘birbirine karşıt’ olarak görülen değerlendirmelerini kusur ve çelişki değil, onun artı değeri olarak biliyorum. Zira sözkonusu değerlendirmeleri birbirini hükümsüzleştiren şeyler değil, ‘şeylerin’ artı ve eksiklerine işarettirler. Bana öyle geliyor ki, Meriç’in ayırıcı vasıflarından biri olan bu artı değeri, yanlış okunarak değersiz kılınmaktadır. Çünkü Meriç, cetvelleşmiş bir form ile konulara dokunmuyor veya durumları okumuyor. Dokunduğu yeri ve okuduğu durumu forma/cetvele uyarlamıyor. Meriç bakışı, birer kurgu olan Doğu ve Batı zaviyelerinden azadedir. Doğu ve Batı izleklerinin birlikte insanı tamladığını söyler, durduğu yerin kuşatıcılığı içinde konularına eğilir. Yitik hikmetin taliplisi bir arayıcı olarak Batı’dan, Doğu’dan, imandan, şüpheden, inkârdan ‘yitik’i toplamaktadır. Böyle olduğu için, Batı ve Doğu’ya iman ve inkâra dair geliştirdiği eleştiri, Batı ve Doğu’ya iman ve inkâra dair yaptığı güzellemeleri ortadan kaldırmıyor. Ait olduğu hakikat adına eleştiriyor, yine bu yerden güzellemelerini yapıyor. Batılı veya Doğulu olmayı kurmuyor, bir insan olarak hakikatli olmak çabasını gösteriyor. Bu yazının epigrafını hatırlayalım: “Benim düşüncelerim heteredokstur. Öyleyse ben neyim? Ben kendimim; hiçbir hizbe dâhil değilim, hakikate mensubum.”

İnsan çoğunlukla kendisine çizdiği çember ve içinde hapsolduğu forma, ideolojik veya sistematik düşünceye uygun doğrunun müridi olduğundan tersi okumalara yanlış der. Müride uygun doğru ve ters yorumların sahibi biri, mürit için çelişkili ve güvenilmezdir. Çünkü müridin kafası nettir; doğrunun hepsine sahipmiş zannı içindedir. Meriç’in farkı şuradadır: O bir hizbin müridi değil, Doğu’ya ve Batı’ya yayılmış hakikatin mensubudur. Kendisini okumaya başladığınızda hizbinizden düşmeniz kaçınılmazdır. Heteredoksiye maruz kalır, ‘yuva’nızın güvenliğini yitirir, huzurunuz kaçar, kafanız karışmaya başlar. Kışkırtıcı ve azade üslubunun peşine takıldığınızda hapsolduğunuz yurttan sürgün olur, bir firari olarak yaşamaya başlarsınız. Başınızı soktuğunuz her bir yer bir süre sonra size dar gelir, dahasını istersiniz. Firariliğin o sınırsızlığında bir yurt edinir, böylelikle Batılıların ve Doğuluların, inananların ve inanmayanların hem sevgilerinin hem de şüphelerinin öznesi olursunuz.

Benim Meriç’im

Rumeli sürgünü bir anne ve babanın çocuğu olması hasebiyle sürgünlük, hikâyesinin ayrıcalıklı vasfıdır. Ebeveyni, Rumeli’den yine sınırda olan bir yere, Antakya’ya göç etmiş. Fransızların idaresindeki şehirde, Araplarla komşu ve iç içe bir Türk olarak yaşamak onu ‘sürgün’le tanıştırmış. Bu duygu, daha çocuk denecek yaşta yakasına yapışır, Fransız ve Arap kültürüne maruz kalan bir Türk çocuk olur. Kütüphanesi olan bir eve doğması, onun için hem talih hem de talihsizliktir. Hür bir tercihle değil, maruz kaldığı gerçekliğin kıyıcılığından kitaplara kaçar. İnsan başta en yakınında duran etnisitesine bakar, orada durur. Meriç’in de yaptığı budur; kendisine iyilik yurduna ise kötülük etmiş Fransızlara karşı Türkçü olur. Sonra kocaman kocaman kitapların içine düşer; imandan şüpheye, şüpheden inkâra varır. Komünist olduğunu söylediğinde tek bir işçinin elini sıkmamıştır. İstanbul’a gelir. Batı’ya meftun ülkenin kültürel havasına açık halde okumalarını sürdürür. Batı’ya giden gemide bir yolcudur o; Balzac’tan, Dostoyevski’den haller edinir. Ruhu, türlü açlıklarla yaralanır. Ancak inanmakta zorlandığı bir şey gerçekleşir. Bir kadın kendisine evet der, evlenir. Elazığ’a öğretmen olarak atanır. Tutunmaz, İstanbul’a döner. Kendisine vazgeçilmez bir yoldaş olan gözlerini Paris’te bırakır. Sanki öldükten sonra yaşamaya mahkûm edilmiştir. Fevziye Hanım, bu ‘hortlağa’ kadın olur, vatan olur. Kendisine vatan olmuş bu kadına yaslanarak ‘hoca’lık yapar, Sosyoloji okutur. Kaderi baştan çizilmiş gibidir, hakikate/hikmete yazgılı olarak yaşar. Ne Türkçülük, ne de komünistlik yurdu olur. Çıktığı Konya yolculuğunda üniversiteli bir genç kendisine, “Sen bizden değilsin” der. Arkasından, kütüphanesini gezen bir Fransız romancının sorusuna muhatap olur: “Muhteşem bir Fransız kütüphanesiyle karşı karşıyayım. Ama siz Fransız değilsiniz, kütüphaneniz nerede?” Batı’da süren yolculukları onu Hind’e götürür. Hind’te varlığa içkin başka türlü bir dile kulak olur. Batı’ya gitmiş, ama Batı kurgusuna dâhil olmamıştır. Bu özelliğiyle, Sezai Karakoç’un Masal şiirindeki ‘Doğu’nun yedinci oğlu’dur. Batı ve Doğu okumaları başka bir kıvam alır. Hakikatin incitildiğini, Doğu’nun bir yalana kurban edildiğini ve dolaşımdaki düşüncenin de buna omuz verdiğini haykırır. Ortalıktaki kurgulara, Batı ve Doğu mitlerine biteviye yumruk salar; Batı ve Doğu’daki hikmete taraf, hastalıklara ise düşman olur.

Kıta ve hizipleri bütün olarak ‘evet’lemediği için kıyıda tutulur. Şöyle düşünür: “William Blake, ‘Hakikati söyle; bırak yalancı, alçak, hainler senden uzaklaşsınlar’ der. Bir düşünce tezatlarıyla bütündür. Bütün izmler ancak tenkitçi bir gözle okunduğu zaman size bir şeyler verecektir.” O ‘parça’nın ‘bütün’ü kuşatamadığını, ‘bütün’ün ‘parça’lardan oluştuğunu söyler. Coğrafyaya ‘öz’sel bir anlam yüklemez. Şöyle düşünür: Ne Batı bütünüyle ‘iyi’nin yurdudur, ne de Doğu bütünüyle ‘kötü’nün… Sağ ve sol, insan beyninin iki tarafını oluşturur; Doğu ve Batı da dünyanın… Şu satırlar onun: “Doğu, dış dünyayı değiştiremeyeceğini çok çabuk anladı, esrar dumanlarından ördüğü has bahçede şarkılar söylemeyi, kaderle boğuşmaya tercih etti. En yontulmamış sokak adamıyla Eflatun arasında sadece bir üslup farkı var. Batı ile Doğu’yu ayrı dünyalar gibi göstermeye kalkışanlar büyük bir gaflet içindedirler. Batı ile Doğu ancak haritada bir realite.” Bunu der ancak, kalbe kör bir akla iman etmiş Batı’nın vahşi kapitalizmi doğurduğunu da unutmaz. Rasyonel ve çıkarcı aklın kibriyle kıtaları, medeniyetleri ve kültürleri kesip biçen bir Batı’nın varlığını gösterir, bu Batı’nın inşa ettiği yalan ile kavgaya tutuşur. Onun ‘abartılı’ Doğuculuğu biraz da Doğu’nun mağdurluğundan kaynaklanır. Zira Doğu’nun hiç de sanıldığı gibi karanlık olmadığını, ışığın oradan doğduğunu düşünmektedir.

Biteviye tedirgin bir ruh olan Meriç, ‘sükûn’un yurdu olan imana varmış mıdır? Ümit Meriç’in şahadetiyle bildiğimiz son cümlesinden (Muhammed, sevgilim!) hareketle vakıf olduğunu düşündüğümüz sükûneti ruhen tatmış mıdır? Bildiğimiz şu ki, imanın bir talih olduğunu düşünür, iman etmiş biri olmak ister. Şu cümleleri o kurmuştur: “Din, aşk, şiir; boşlukta yuvarlanan insanın yıldıza attığı merdivenlerdir. İnanamayanların inananlara sataşmasında muhakkak bir parça kıskançlık da var. Keşke bütün insanlar aynı Tanrı’ya inanabilseydiler. O zaman cennet olurdu.

Sevmek yaşamaktır. Böceklerden kehkeşanlara kadar uzayan bir sevgi… Bütün kâinatı ve kâinattan daha büyük bir yaratıcıyı sevmek, hem de ruhun ölmezliğine inanarak. Yani ebediyet ölçüsünde bir sevgi. Dinsizlerin ölümü, insanı tahammül edilmez bir yalnızlığa sürüklemekten başka neye yarar? Mağarasının duvarları arasında meçhul kuvvetlere yalvaran iptidai insan, atom devrinin zındığından daha mı az akıllıydı, bilmiyorum, ama daha bahtsız değildi. İnanmayan adamın ebleh gururu! Hangi bilgimiz en iptidai dinin nasslarından daha sağlam?

İnanan bedbahtlığından bahsederse yalan söyler. İnanan için bedbahtlık yoktur. Bağlandığı ağaçta yamyam tamtamlarını dinleyen misyoner, Roma’nın bütün hunhar ve sadist imparatorluklarından daha mesuttur. Ey müminler, saadetinizi gölgeleyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalıdır.”

Meriç, eksiklik ve fazlalıklarından arınmış ansiklopedik bilginin öznesi bir akademisyen veya düşünür değildir. Bütün anlamıyla üniformasız bir bakış olduğundan, her zaman yeniden okunası bir külliyata sahiptir. Onu smokinli bir düşünür, sistematiği olan bir felsefeci veya bir türe karşılık gelen bir edebiyatçı gibi düşünemeyiz. Pijamalı bir zihindir; seyirleri, okumaları, notları kendincedir. Forma sokulmuş ağaçların oluşturduğu bir şehir parkı değil, hayatın türlü hallerine karşılık gelen enva-i çeşit börtü-böceğe evlik eden bir ormandır. Kendisi rahatsızdır ve yazdıklarıyla da rahatsız etmektedir.

Meriç sadece ayakta olan insanın hallerini barındırmıyor; düşen, acı çeken, yetmeyen, acz ile malul insanı da içeriyor. Ait olduğu hakikatten hareketle iddialı ve coşkuludur; vecd içinde, şiire yakın etkili bir dil ile seslenir. Olduğu hal üzere ‘sağ’ veya ‘sol’da Doğu veya Batı’da barınamadığı, inancın sükûnetine kavuşamadığı ve açlıklarını gideremediği için de kendini mağdur ve mazlum görür. Bu durumunu bütün açıklığıyla okuyucunun önüne koymaktan da çekinmez. Hiçbir dönem ‘güç’lü olmamış ve ‘iktidar’a eklenmemiştir. ‘Ezeli Mağlup’lardan biri olan Cioran’ın yaptığı şu değerlendirme Meriç için de geçerlidir: “İktidarın kötü, çok kötü olduğuna inanıyorum. Onun varlığı karşısında mütevekkil ve kaderciyim, ama bir musibet olduğunu düşünüyorum. Bakın, iktidara ulaşmış kimseler tanıdım ve bu korkunç bir şey. Üniformalı olmak gibi bir şey bu; üzerinizde bir üniforma varsa, artık aynı insan olamazsınız. İktidara ulaşmak da, daima aynı olan görünmez bir üniformayı giymektir. İktidar şeytanidir: Şeytan, iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir.”

Meriç’i toparlamak

Meriç gibi epey dağınık bir zihni tanımlamak ve toparlamak çok zor. Dolayısıyla bu yazının, onu bütünüyle tanımladığını veya toparladığını söyleyemem. Meriç’in üzerime düşen fotoğrafını okumaya çalışarak, kurucu bakışlarımdan birine minnet borcumu kısmen ödemek istedim. Bir form veya ‘taraf’tan hareketle değil, Meriç’e yakın bir ruh akrabalığı içinde kendimce bir okuma yaptım. Bu şahsi okuma, doğal olarak, ucu, sonu ve içeriği net bir metin ortaya koyamazdı. Durum böyle ama yazı da bir yerde bitmeli.

Ali Ural’ın Hece Dergisi’nin Cemil Meriç Özel Sayısı’nda belirttiği gibi, Meriç’in koltuğu boştur. Ural’ın aktardığına göre, koltuğunun sergilendiği sergide, kızı Ümit Meriç sergiyi gezenlere koltuğu işaret ederek, “Bakmayın öyle, oturabilirsiniz!” demiş. Oturanlar olmuş mudur bilmem, ama sanırım o koltuğa oturabilecek çok az sayıda insan vardır. Cemil Meriç’in kaderini paylaşmadan o koltuğa oturmak mümkün mü? Belki de Ümit Hanım o sergiyi gezenlere zımnen şunu demek istemiştir: Meriç’in koltuğuna oturmayı hak eden bir hayatınız olsun!

Dergah Dergisi, Eylül 2010 Sayısı

20 Kasım 2010 Cumartesi

Sarıl Kardeşine, Sarıl Kendine...

Kırkı aşan yaşımın otuz yılını hissederek yaşadım. Hissederek yaşadığım bu otuz yılın her karesine ise dokunabiliyor ve dokunabildiğimi okuyabiliyorum. Şüphesiz insan mekânda yaşar; her bir şey, dâhil olduğu mekânın rengini alarak insana dokunur. Bu yüzden şunu diyebiliyorum: Otuz yılıma doluşan her bir şey Türkiye denen gerçekliğin içinden geçerek yüreğime ve zihnime kazındı. Hayatımı Türkiye’de geçirdiğime göre, ne yaşamış ve yaşıyorsam bu biraz da ‘Türkiyece’ olmuştur. Ancak şunun da farkınday((d)ım; kendimi Türkiye’nin gerçekliğiyle baş başa bırakırsam, ‘can’ıma ihanet etmiş olacağım. Bu sebeple, Türkiye’den önce dünyaya doğmuş olduğumu hiç unutmadım. Doğduğum mekânın/Türkiye’nin çapını ve gerçekliğini merkeze almadım, ‘mekân’ımı epeyce dar ve yetersiz gördüm. Sonra, daha geniş zemin ve bağlamlar aradım ‘can’ıma, Türkiye’nin bana zindan olmasına müsaade etmedim. ‘Yerel’den ‘evrensel’e doğru yürüdüm; Kürt veya Türk olmaktan çıkıp insan olmaya vardım.

‘İç’teki bu uzun ve katmanlı yolculuk sayesinde kendimdeki insanı açığa çıkardım ama bedenimle, doğduğum mekânın/ülkenin gerçekliğiyle beraber olmaya devam ediyorum. Bu şu demektir: ‘İç’imle ‘dış’ım akraba değil, düşman kardeşler gibiler. Ve hayatım bu iki karşıtlığın çatışması üzerine akıyor. Dolayısıyla biteviye gergin ve kaygılıyım. Yaşadığım ülkede, dolaştığım kentin caddelerinde başım öne eğik, zihnim, dâhil olduğum çatışmanın yüreğime kazdığı soru(n)ların cevaplarıyla meşgul. Başım önde dolaştığım için ensem güneşe açık, dolayısıyla esmerim. Tiril tiril, hayat değmemiş, ‘beyaz’ bir vatandaş değilim. Türkiye’nin rengini alarak bana dokunan hayatla el ele, kol kola yaşamıyorum. Zira içinde olduğum, üzerinde dolaştığım ‘mekân’ın büyüttüğü, şekillendirdiği hayatın yaralı ve hastalıklı olduğunu düşünüyorum.

Böyle düşünmem için çok sebep var. Kitaplığımda biriken, üzerlerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen barındırdıkları dile halel gelmeyen, hayatın ve varlığın hakikatini en çıplak haliyle görebilen onca kitabın penceresinden bakıyorum. Ki bu kitapların ayırıcı vasfı, bir ‘mekân’a ve ‘zaman’a hapsolmamalarıdır. Mekân ve zamanüstülükte varlıklarını tescil etmiş kitaplardır bunlar. Kim, Homeros’un ve Mevlana’nın ‘mekân-zaman içi’ konuştuklarını söyleyebilir? İnsan denen varlığa, hayat denen gerçekliğe esastan anlamlar kuran bu üstatların rehberliğinde kendimi tanır ve bulurken, sadece hakikate akraba olmuş disiplinlerin inşa ettiği kavramlarla da yaşadığım mekânı/ülkeyi ve zamanı okuyorum. Ülkemin/mekânımın gerçekliğinden hareketle bir dil kurmuyorum kendime, bana ve insan kardeşime yararı olsun diye inşa ettiğim dilden hareketle ülkemin kavramsal karşılıklarını buluyorum.

Kırkı aşan yaşımın otuz yılını çok iyi bildiğimi söylemiştim. Bu çok iyi bildiğim otuz yıla düşen Türkiye fotoğrafları hiç ‘olağan’ değildir. Dinleri, kadim anlatıları, felsefeyi, sosyal bilimi, adaleti ve hak’ı esas alan hukuku, hakikate ayarlı yolculuklar yapmış arifleri, düşünürleri ve yazarları merkeze alırsak, bugün de can’ımızı boğan Türkiye fotoğraflarını ‘olağan’ görmemiz mümkün değildir. Türkiye’deki yaşam ve insan manzaraları Türkiye’nin ‘olağandışı’ olduğunu gösteriyor. Köpürtülmüş, şişirilmiş, kurgulanmış ‘beyaz’ ama epeyce ‘kanlı’, dolayısıyla ‘kirli’ bir iktidarın sürekliği adına hukukun canına okuyan bir yargı; hakikatte vazifesi hakikati açmak iken hakikati örten bir medya; ‘iktidar’a ve ‘güç’e karşıt olması gerekirken ‘iktidar’a ve ‘güç’e omuz veren bir yazın dünyası Türkiye’nin ‘olağandışı’lığına birer karinedirler. Otuz yıl boyunca, ilkel ve çocuksu kibir/gurur/nev-i şahsına münhasır haller adına kırkbin çocuğunu öldüren bir ülke asla ve kat’a ‘olağan’ olamaz, olsa olsa, çıldırmış hasta bir ülke olur.

İki gözüm, canım kardeşim okuyucu! Ben, sen ve diğerleri… ‘Olağandışı’nın ‘olağan’laştırıldığı bir ülkede yaşıyoruz. İşte bu yüzden, günün erken saatlerinde daha yüzlerimizi yıkamadan televizyon ekranların alt yazılarında geçen onlarca ölümü okuyoruz. Bir ovanın daha basıldığını, bir dağa daha bomba yağdırıldığını, bir kentin daha ‘Gazze’leştiğini, onlarca/yüzlerce evin daha ateşin düştüğü yer olduğunu görüyoruz. Hukuk dışına çıkmış onlarca kudretli adamın yine hukuk dışına çıkan onlarca yargıç tarafından aramıza salındığını öğreniyor, ellerinden her şeyleri alındığı için taşlara tutunmuş binlerce çocuğun ise hapislerde tutulmaya devam ettiğini fark ediyoruz. Ülkenin kudretlileri kendilerinden yana çalışıyor, bize az mı az bir hayat aralığı bırakıyor ve çokça ölüm hazırlıyorlar.

İnsan olanın kalbine bir yumruk, bir zıpkın gibi düşen bu kahredici gerçeklik yetmiyormuş gibi, bu ‘kör’lükten beslenen onlarca yeni ölüm sebebiyle ülkenin biraz daha ‘olağandışı’laşmasını isteyen ‘kara siyasetçi’ adamların bağırışlarıyla cezalandırılıyoruz. Farkında değil misiniz; ‘olağandışı’lığı ‘olağan’laştırılmış ülke, derecesi daha da yükseltilmiş bir ‘olağandışı’lıkla hapishaneye, ‘büyük kapatılma’ya dönüştürülmek isteniyor. Anlamıyor musunuz, hepimizi boğmak istiyorlar! Türkiye büyük bir hapishane olmakla karşı karşıya, yani ölümle… Ne ben, ne siz, ne de diğerleri artık hür değiliz! Meydan artık savaş baronlarının, kalbi körleşmiş elleri kanlı muktedirlerin, kanın orta yerinde masalarını kurup orda kurum kurum oturmaya devam eden ‘küçük’ adamların ve önlerine atılan kemiklerle hayata tutunan aşağılık gardiyanlarındır.

İki gözüm, canım kardeşim okuyucu! Etrafında kurulmak istenen çitleri tekmele, kır onları, çık dışarı! Kalbine sahip çık, kendinden çık, insan kardeşine git! Kalbini ortaya koy; rengine, diline, cinsiyetine bakmadan komşunu kalbine çağır! Sarıl kardeşine, sarıl kendine… Hayır, sana Türk veya Kürt olmaktan vaçgeç demiyorum. Diyorum ki gün, daha çok Türk veya daha çok Kürt olma günü değildir! Gün, Türk veya Kürt oluşu da içeren ‘daha fazla insan’ olduğumuzu hatırlama günüdür. Ve unutmamak gerekiyor; Türk veya Kürt olmanın imkânsızlaştığı demlerde ‘insan’ da kalamayız.

Bayramı Gördüm!

Çocukluğum, eski bir tarih!

Şimdi, tarihimden sürgün bir sayfa gibiyim. ‘Sağlı sollu park etmiş evler’den müteşekkil kentlere konup göçüyorum. Misafire hazırlıksız yakalanmış bir evin dağınıklığı içinde karşılıyorum bayramı.

Kabullendim artık!

Bayramı en iyi çocuklar karşılıyor. Bayram çıkıp geldiğinde, yalnız çocukları hazır buluyor kendine.

Bu bayramda açıkçası gizlendim. Sabahın köründe telefonu ve kendimi kapattım çağrılara, mesajlara.

Asuman Güzelce’den aşk, vatan ve kadınlık hallerine dair hikâyeler okumuştum. Gazetenin kitap eki, Elini Kalbime Koy için benden yazı bekliyordu. Bayramın birinci gününü bu yazıya verdim.

Gecenin bir vakti yazıyı bitirip telefonu açtığımda mekanik bir sesin ortasında kaldım. Onlarca mesaj bildirisi, gün içindeki sessiz kalışımı imliyordu.

Geçtim hepsini, kendimi İbrahim Tenekeci’nin şiirlerine vurdum. Bütün gece Uçuş Denemeleri’nde kaldım, altını çizdiklerim altımı çizdi.

Sabaha, yağmurla uyandım. İzmir’de ‘yağmur o kadar çok yağıyor ki, su bile sırılsıklam oluyor.’

Bir yere varmam gerekiyor, bunun için Karşıyaka otobüsündeyim. Elimde şiir, altını çiziyorum: ‘Beceriksiz kent,/Sen busun, insanların/Üstünde tepindiği.’

Yağmur dindi. Islak caddelerden ve onlarca siluet arasından vapura geçiyorum. Altımı çizen şiirin şairine, Tenekici’ye telefon açmak istiyorum. Mümkün olmuyor, içinde kaldığım kalabalığın uğultusu kulaklarımı işgal ediyor. Mümkün değil başka bir sesi duymak. İçimdeki seslerin arasına oturuyorum öylece. Gözlerim, vapurun içine doluşan yüzlerde geziniyor.

Hayır, bu yüzler bu hatın yolcuları değil. Kentin periferisinde tutuklu kalmış ne kadar esmer ve kavruk yüz varsa sanki bayram zincirlerini kırmış, öyle çıkmışlar evlerinden. Yaşamadıkları bir ‘kıyı’ya kendilerini atma imkanı bulmuş, sere serpe dolaşıyorlar.

Çocuklar zaten hep böyledir, hayat onlar için bir lunapark. Anne ve babaları ilk kez vapura binmiş gibiler. Deniz, martılar, gerisinde köpüklü bir beyazlık bırakan vapur gözlerindeki bayramı çoğaltıyor. Bir bayram gününde bu vapur, bu yolculuk, içinde kaldığım esmer yolcuları biraz çocuk yapmış. Büyüklerin de çocuklardan farkı kalmamış.

Vapur sanki tam da şimdi yolculuk yapmayı beceren bir topluluğu taşıyor. Çocuklarına bayram elbiselerini alabilmiş yolcular Konak’a varmak üzere bu vapura binmiş gibi değiller. Gözleri Konak İskelesi’ne değil, şu an içinden geçtikleri denize, vapura eşlik eden martılara, denize ve martılara sevinçlerini atan çocuklarına çevrili.

Yolculuğumuz, peyzajdan geçmemiş bir heyecan içinde geçiyor. Vapur da bu çocuksu sevincin içinden yüzüyor. Denizi, martıları, dalgaların bedeninde bıraktığı köpüksü sesi alışkanlıkları içinde görünmez kılan her zamanki yolcularının ağırlığından kurtulmuş gibi.

Vapur da haklı; önceki yolcularının gözünde, ne deniz ne de vapur kalmıştır. Düşündükleri tek şey, inecekleri iskeleye varmak. Hem deniz hem vapur onlar için birer araç olmuştur; varacakları iskele, yetişecekleri işleri ise amaç.

Kentin varoşlarından kopup gelmiş şimdiki yolcuları öyle mi?

Hayır, bakışları dipdiri, heyecanları taptaze, sevinçleri formsuz… Varacakları iskeleyle ilgili değiller, şu an yaptıkları yolculuğa gömülmüşler. Vapurun içinde oturuyor ama dışında yaşıyor gibiler. Kendileri içeride, bakışları ve kalpleri denizde, martıda, dalgalarda…

Evet, bayram en çok çocukları hazır bulur kendine. Sonra kentlerin yoksullarını…

İçlerinde kaldığım şu çocuk, şu esmer, şu yoksul yüzler bunu gösteriyor bana. Kentin ışıltılı imkânları, çocukların ve yoksulların bayramında kullanılıyor.

Kentin varsılları ise ‘tatil’e kaçmışlar. Bayramı, çocuklara ve yoksullara bırakarak…