1 Ocak 2011 Cumartesi

İğretilikten Şıklığa

Bir tarih okuyucusu değildim. Hayır, tarih okumamak için kendimi tutmadım, ama o da çekmedi kendine. Fakat itiraf edeyim; diğer okumalarım derinleştikçe; edebiyattan felsefeye, diğer sosyal bilimlere gidip gelmelerim çoğaldıkça ortalıktaki tarihin kurduğu başat dil, tarih ile aramdaki mesafeyi daha çok açtı. Tarih olarak ortalıkta gezinen; zihinlere, dillere, hayatlara sızan ‘biz’perestlik, ‘biz’ için ‘öteki’nin ‘kara’lanması durumu ‘tarih’i benim için epey problemli hale getiriyordu. Tarihin bütünüyle ortalıktakinden ibaret olmadığını da biliyordum, bütün mesele de buydu zaten. ‘Tarih’in bütününe ulaşamıyorduk, bu elimizde olan bir şey de değildi. Kendimi bir tarih okuyucusu görmesem de, çapraz okumalarımın kimi sorularına cevap bulmak için tarihin ne olduğuna dair okumalarım da olmadı değil. Ve bu okumalarım da, durumumu haklılaştıran sorular geliştiriyordu.

Nihayette her tarihçi durduğu yer ve zamanın kendisine bulaştırdığı renkler içinde geçmişe gidiyor, tarihi yokluyor ve ‘kendi’nin görebildiğini (görmek istediğini) toplayıp önümüze bırakıyordu. Tarihçinin önünde iki engel vardı: Okuma ve anlama nesnesi olan ‘geçmiş’in üzerinden zaman geçmiştir; ‘geçmiş’in en azından bir kısmı ‘zaman’ın içinde saklanmış görünmez olmuştur. Tarihçi, geçmişi ancak kendine ulaşabilen malzemeyle değerlendirebiliyordu. Okunan şey bütün bir geçmiş değil, o ‘geçmiş’in bir kısmıydı sadece. Durum böyleyken, tarihçi ‘geçmiş’i ne kadar sağlıklı okuyabilirdi? Sorun sadece bu da değildi! Tarihçi, bir anlamda ‘bugün’den, ‘gün’ün içinden ‘geçmiş’e bakar. Ve biliyoruz ki ‘gün’ün egemenlerine rağmen bir tarih okuması yapmak her zaman zor olmuştur. Egemenlerin durumlarına halel getirecek bir tarih okuması yapmaktan uzak durulmuş veya durumlarına meşruiyet kazandıran malzemeyle dönülmüştür tarihten.

Bir ‘kurgu’dan, egemenleri ve ‘biz’i doğrulayan bir ‘resmi tarih’ten bahsedilir. Edinilmiş bir ‘üniforma’ ile tarih yazan, ‘görev’ adamı ‘tarihçi’lerin varlığı sözkonusudur. Burada, geçmişte türünün izini arayan, orada insanlık durumlarının önceki hallerine eğilen, geçmişi bir bütün halinde ‘bugün’ denen masaya bırakarak insanı ve geleceği ‘iyi’leştirme ülküsüne uzak bir tarihçiden veya tarih metedolojisinden bahsediyoruz. Siparişi veren bedenin ölçülerine uygun kumaşı kesip biçen terziler gibi, egemenleri ve ‘biz’i merkeze alarak tarih kumaşına müdahale eden tarihçilikten… Gündüz Vassaf, Tarihi Yargılıyorum kitabında bu tarz tarihçilere ‘terzi tarihçi’ diyor. Ki tarih olarak bizi kuşatan şey, daha çok bu ‘terzi tarihçi’lerin çoğalttığı sözlerdir. Ve toplum da, bu sözlerin oluşturduğu iklimde şekilleniyor. Bu şekilde oluşan toplumsal algı ise, kendisine doğan insanlara bakış ve kimlikler giydiriyor. Bu yüzdendir ki, nerede doğarsak doğalım, içine doğduğumuz aileler, okullar, toplumlar bize geçmişten bir elbise dikiyor, bunu üzerimize geçiriyorlar. Zamanla bu elbiseler biz oluyor, daha çok biz olan tenimizden daha önemli hale geliyorlar. Elbise tenimiz içinken, tenimiz elbisemiz için kılınıyor; tenimiz, canımız, yani kendimiz görünmezleşirken, sadece bize giydirilen bir şey olan elbiselerden ibaret kalıyoruz.

‘Bugün’ü esas alan terziler (tarihçiler) tarafından dikilmiş ‘geçmiş’ elbiselerimiz, yani tarihimiz içinde ‘biz’ler hep ‘iyi’yken, karşımızda veya yanıbaşlarımızda hep ‘kötü’ olan ‘öteki’ler var oluyor. Çünkü hep ‘savaş’ın orta yerinde geçen bir tarihe sahibiz. Tarihimiz savaşın tarihidir biraz. Dolayısıyla ‘kahraman’larımız ve düşmanlarımız vardır. ‘Biz’den olanların hepsi şehit, gazi ve kahramanken, ‘öteki’ler, ‘kara’ ve ‘kötü’nün cisimleşmiş halleridirler. Onlar kötü ise, ‘kötü’den ‘iyi’ çıkmaz. Dolayısıyla ‘kötü’ylesavaşılır ancak; en azından güvenilmez olduğundan, yakınımıza kadar sokulmasına izin verilmez. Etrafımıza sınır çizeriz; ‘başkası’yla aramızda duvar örer, içe kapanırız. Sınırımızın ve yükselttiğimiz duvarların ötesinde kalanlarla ‘iyi’ üzerinden bir ilişki kurmayız. Onları düşman, güvenilmez gördüğümüzden, kendilerine karşı daha çok ‘kötü’cül ilgiler besleriz. ‘Biz’e göre onlar, ‘onlar’a göre ise biz ‘kötü’yüzdür. Bu karşılıklı güvensizliğin tetikleyeceği kavga ve savaşlarda ise, ‘biz’deki ‘iyi’ bastırılırken, ‘kötü’ye ise yollar açılır. Sonuç olarak hayatlarımız hayata değil, ölüme çalışır.

Kendimdeki insanı diriltmek adına koyulduğum okumaların içimde dirilttiği insanı üst başlık edindiğimden, içine doğduğum aile ve toplumun hazır giysilerini, ‘terzi’ye dönüşmüş tarihçilerin tarihçiliğini kendime yakışır ve uygun bulmadım. Bu tarihçilerden ve tarihten uzak durdum. Kendilerini esas alarak benim için diktikleri elbiselerden soyundum. Soyundukça çıplak kaldım, çıplaklığımı seyrettikçe kendimle yüzleştim. Kendimle yüzleşip çıplaklığımı gördükçe de kendime uygun elbiseler edinme ihtiyacını hissettim.

İçimi boğmayacak, bir şekilde kendimde diri tutup üst başlık edindiğim insana iyi gidecek elbiseler arar iken, ‘benim tarihçim’ diyebileceğim İlber Ortaylı ile karşılaşıp, kendisiyle ‘tarihin sınırlarına yolculuk’ yaptım. “Tarih Nedir?” kitabında E. H. Carr, “Tarihi tanımadan tarihçiyi tanıyın!” diyordu. Ben tarihçimi bulmuştum. Hayır, İlber Hoca ‘gün’ün ve egemenlerin ihtiyaçlarından hareketle bir tarih okuması yapmıyor. Üzerinde bir üniforma yok, salt kendi giysileri içinde işini yapıyor. Ve yapıp ettiğiyle hiç de ‘iş’ gibi bir ilişki kurmuyor, hayatının orta yerinde gerçekleşiyor eylemi. Üniformasız olmakla ve hayatının orta yerinde eylerken sahicilikte buluşuyor okuyucusuyla. Tarihi tarihten okuyor; bakarken ne görüyorsa onu toplayıp masaya koyuyor. Bu söz onundur mesela: “Tarih çim sahası değil ki, istediğin yerleri tespit edip, kazık çakıp çiftle çeviresin. ‘Ben bu kadarını seviyorum, gerisini yakalım’ veyahut ‘Bana ne?’ diyemezsiniz.” ‘Bugün’ün renklerine halel gelirmiş, mevcut zamanın erkine bir ucundan dokunurmuş, ona bakmıyor. ‘Kral çıplak!’ diyen çocuk gibi umarsız ve bıçkın davranıyor. Bakışını bulandıran ve zihnine rezerv koyduran ‘erk’ gibi kaygılar taşımadığından tarihi bir bütün içinde görebiliyor. Çok daha fazla görebildiği için de, rahat konuşabiliyor. Kaç tarihçi, sığ bir okuyucu gerçeğinden hareketle, “Unutmayın, Türk dibine kadar düşünmeyi sevmez. Hazırlopçudur, slogancıdır.” diyebilir. O diyebiliyor, çünkü diplere dalmışlığı ve kuytulara sokulmuşluğu vardır; daha yükseklere çıkıp ordan bakabilmiş, çizilmiş sınırları ve inşa edilmiş yasakları çiğneyebilmiştir. Evet, İlber Hoca gittiği yerlerde gördüğü ve ordan toplayıp getirdiği tarihe konuşma imkânını sunan demokratik bir platformdur. Çünkü hakikatin peşinde bir adamdır o. Elbette ki hakikat rahatsız edicidir biraz! Hakikate ev olabilecek bir genişliğe ve esnekliğe sahip olduğu için de, küçük elbiselere sığıp kalmışların hakikat karşısındaki rahatsızlıklarını doğal buluyor. Çapı küçüklerin büyük bir havza olan tarihi karşılayamayacaklarını bildiğinden, ‘Elbette ki rahatsız olacaklar, olsunlar!’ diyor. Umarsızsa konuşurken, kendilerinden büyük sözlerin taliplilerine, ihtiyaçları olan bilmem kaç fırın ekmeğe işaret ediyor.

Tarihi; ülkelerin, imparatorlukların, devletlerin ve medeniyetlerin ‘bütün’ünü oluşturan edebiyatlarından, sanatlarından ve masallarından kalkarak okuyan, dolayısıyla hayatın içinde canlı bir tarih çıkaran İlber Hoca aramızda bir külliyat gibi yaşıyor. İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul’dan Sayfalar, Batılılaşma Yolunda, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, Tarihin Sınırlarına Yolculuk, Zaman Kaybolmaz, Eski Dünya Seyahatnamesi... Devam eden kitaplar ve şurada burada yaptığı söyleşiler… İlber Hoca hepimizin soruları olabilecek şu soruların cevabını arıyor: Tarihimiz, bize doğru mu öğretiliyor? Tarih kitapları belirli bir ideolojinin propagandasını yapmak maksadıyla, bazı gerçekleri görmezden mi geliyor? Gerçekten Cumhuriyetle Osmanlı birbirlerine çok uzak devletler midir? Osmanlı’yı reddetsek ne kazanırız, ne kaybederiz? Osmanlı’nın devlet geleneği hangi temellere dayanmaktaydı? 19. yüzyıl neden Osmanlı’nın ‘en uzun’ yüzyılı? Osmanlı’nın azınlıklara bakış açısı nasıldı? Tarihi doğru öğrenmek bize ne kazandırır? 21. yüzyılda onurlu bir devlet ve millet olarak yaşayabilmemizin şartları nelerdir?

İlber Ortaylı tarzı bir gidişle tarihe gitmek, ‘tarihin sınırlarına yolculuk’ yapmak, içine doğduğumuz orta malı giysilerden soyunmak, sonra kendi elbiselerimizi edinmek gibi bir şeydir. Bunu hissettim. Üzerimden düşen elbiselerin iğretiliğinden üzerime oturan elbiselerin şıklığına kavuştum. En iyisi, yakışanı giymektir!




Nihat Dağlı, Yağmur Dergisi, Sayı: 40