Gasset, “İnsan çaresiz mekânın tutsağıdır” der. Öyledir, ancak insan doğduğu mekândan, kendisine zindan olabilecek sosyolojinin tutsağı olmaktan çıkabilir. Bu durumu hayatımdan biliyorum. Doğduğum mekânın ve sosyolojinin içinde Kürtçe’den Türkçe’ye, ‘sıla’dan ‘gurbet’e çıktım. Hayatım ‘gurbet’te, Türkçe’nin içinde kuruldu. Kürtçe ‘anne dili’m olarak kalırken, Türkçe bana ‘ana dil’ oldu. Annemden, dilinden ve doğduğum ‘hikâye’den uzakta yalnız başımaydım. Gerçekliğin kıyıcılığından kitaplara kaçtım, okumayı sığınak bildim. Kaçtığım kitaplardan edindiğim şudur: Ebeveynimin hikâyesinin kurduğu bir ‘ben’ değilim artık; sosyolojimin dışında öznel bir hikâye ve dil edinmişim. Tarihim, sosyolojim, anne dilim ve etnisitem bana dâhil olsa da bunların içinde hapis yatmıyorum. Bunlar sahip olduğum şeyler, ben onlara ait değilim.
Türk, Kürt, Arap veya başka bir şey olarak doğmadığımızı, sadece insan doğduğumuzu düşünüyorum. İnsanın sonradan Türk, Kürt, Arap veya başka bir şey olması sosyolojik ve tarihseldir diyorum. Dolayısıyla, insan olarak doğuşuma içkin sorularla ilgili olmayı daha çok önemsiyor, ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ni imleyen ‘bütün’ fikrini paylaşıyorum. Hakikatin ve hikmetin peşinde olan felsefenin, kadim anlatıların, kutsal metinlerin işaret ettiği ‘anlam’ın içinden bakınca; tarihin, sosyolojinin ve seküler zihnin inşa ettiği modern tanım ve belirlemelerin ‘bütün’ü parçaladığını, ‘parça’yı ‘bütün’ gibi sunduklarını görüyorum. Bunun bir yanılsama olduğunu, ‘parça’yı ‘bütün’ görmenin bizi hakikatsiz kıldığını düşünürüm. Bu yüzden, siyasi sınırlarla belirlenmiş ‘vatan’ ve sonradan inşa olmuş etnisiteler adına köpürtülen kavgalara adımı yazdırmıyorum.
Hayır, altını çizdiğim ‘bütün’, büsbütün homojenliği değil, farklılıkların beraberliğinde oluşan ‘bir’liğe işaret ediyor. Bir ülke veya etnisiteden önce hayata, dünyaya doğarız, dünya ise, doğu ve batısıyla, kuzeyi ve güneyiyle Allah’ındır. Etnisite ve siyasi vatanlara dair meseleler dünyaya dairken, dünyanın kendisi, mümine vatan olamayacak kadar, bir süreliğine oturulabilen kısa bir gölgeliktir. Bu sebeple etnik olarak Kürt olduğum için değil, ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ne inandığım için Kürt Meselesi’yle ilgiliyim. Müslümanlığımdan hareketle değil, adalete ve hakkaniyete inandığımdan İsrail devletinin zulmüne karşı Filistinlilerden yanayım. Yeryüzünün kuytularında hakkı yenmiş her bir varlığın acısını paylaşıyor, her bir şeyin kendi hakkı üzere yaşamasını savunurum. Herhangi bir ‘parça’nın ‘bütün’den bir ‘parça’ veya ‘bütün’ün hepsine egemen olmasını haksızca bulurum. Adalet esas olmalı; her bir şey hak ettiği üzere yaşamalı, böyle yaşanırken de ‘bütün’le kardeşlik incitilmemeli.
Tasavvurum böyle, ama ne yazık ki yaşananlar başka türlü; her bir ‘parça’, ‘bütün’den farklılığı üzerinden ontoloji ediniyor. Mesela Türkiye’deki ulus devlete içkin etnik milliyetçiliğin büyüttüğü Kürt Meselesi’nde ‘kardeşliğin dili’ epey yaralanmıştır. Türkler’in Kürtler’e kardeşliği bir retorikten öte gitmezken, Kürtler, ‘kardeşliği’ değil ‘eşitliği’ talep ediyorlar. Türklerin kardeşlik retoriğinde hakları teslim edilmiş Kürtler yokken, Kürt milliyetçilerinin geliştirdikleri dilde, ‘parça’lar arasındaki ortak paydaları gözetmeyen, dolayısıyla ‘bütün’ün ruhunu inciten pür bir eşitlik öngörülüyor. Oysa ortak coğrafyada Türklerin, Kürtlerin, Arapların ve Farsların bir ‘meta hikâyesi’ vardır. ‘Parça’lar bu meta hikâyenin içinde özgül hikâyelerini bütün halinde yaşamışlar. Yunus Emre, Hz Mevlana Mele Ceziri ve Şirazli Sadi aynı hikâyenin müellifidirler. Türkler, Kürtler, Araplar ve Farslar bu hikâyenin içinde ve hakkaniyet üzere kardeş olmuşlar.
Cihan Aktaş’ın İz Yayıncılık’tan çıkan “Kardeşliğin Dili” kitabı, bütünüyle siyaset, sosyoloji ve yasaların soğuk dilinin işaret ettiği bir çözüme değil, ‘bütün’ü oluşturan ‘parça’ların akrabalığıyla yaşanan kardeşliğe vurgu yapıyor. Haklı olarak şu soruları soruyor: “Neler oldu da sanki en fazla bir yüzyıl içinde bu coğrafyada kardeş kardeşi anlamaz, dinlemez hale geldi? Birileri belirgin şekilde üstünlük, ayrıcalık ve tahakküm bildiren, diğerleri öfke ve isyan dolu, ayrılıkçı bir dil kullanmaya başladı? Neler yaşandı, uzun kardeşlik yüzyıllarının süreğinde sohbetler yerini yas toplantılarına terk etti?” Kitabı oluşturan yazılarda, ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ni esas alan bir ruhun, bir vicdanın, bir zihnin dokunuşlarını hissediyorsunuz. İsrail bombalarına hedef olmuş Gazzeli çocukların başlarını okşarken, İsrail’in şahsında Yahudilerin hepsini lanetlemenin yanlışlığına da işaret ediyor. Yazar başörtülü öğrencilerin çığlıklarına kulak olurken, katledilen Hrant Dink’in ve ülkesinden uzakta ölen Ahmet Kaya’nın işaret ettiği vicdansızlığa da işaret ediyor. Kirli savaşta oğullarını kaybetmiş Türk ve Kürt annelerini ayrıştırmıyor, nasıl bir acı içinde benzeştiğimizi ve çürüdüğümüzü dillendiriyor. Evet, savaşın dili ayrıştırıp öldürürken, kardeşliğin dili bütünleştirip yaşatır. Cihan Aktaş bu farkı ortaya koyuyor; yitirdiğimiz ‘bütün’e işaret ederken, kardeşliğe, dolayısıyla hayata da çağırıyor.
0 yorum:
Yorum Gönder