23 Mart 2010 Salı

Kitaptan Kürekleri, Yazıdan Kayığıyla Gönüller Okyanusunda İlerleyen Bir Yazar: Nihat Dağlı'ya.


O’nu tanıdığımda yaşım 11 idi, O'nun 22. Babamın sevdiklerini sevip yerdiklerini yerdiğim, önüme koyduğu her eseri hızla okuduğum vakitler. O da babamın dolayısıyla benim çok sevdiğim insanlar arasında yer almış, umut ve heyecan dolu genç bir yazardı o zamanlar. Ortalama her hafta görüştüklerini, bu görüşmelerde geçenleri babamın bir bir anlattığını, haftalık yazılarını okuttuğunu hatırlıyorum anılara dönünce.

Orta okulda bir sürü derece aldığım kompozisyon yarışmaları için yazılar yazarken, lisede edebiyat dergisi için çalışmalar yaparken O'na öykündüğümü ama beceremediğimi anımsıyorum. Uslubun kendine has bir şey olduğunu yıllar içinde, adını yazmadan yazacağı satırları bile tanıyabilecek aşinalığa geldiğimde kavradım. Sanırım O da, benim satırlarımı nerde görse, nasıl süslesem, ne sıfatlar arkasına saklasam, en yalın halini bildiğinden devrik cümlelerimin, hemen tanır ve ısrarlı talebimle, beni besleyen, büyüten düşüncelerini sunar yazıya.

Zaten 1992’ de gazetede yayınlanan ilk yazımı farkedip soyadından dolayı babama kim olduğunu soran da O olmuştu, ümit verici sözlerle kendisi bile farketmeden beni büyük bir coşkunun ortasına bırakan da. Ama bunların hepsi gıyabında gerçekleşen hadiselerdi ve O'nu hiç görmemiştim, bir resimdi zihnimde yıllarca.

Sonra bir gün o resimdeki adamı gördüm sokakta. Ertesi gün yine, sonraki gün tekrar. Koltuğunun altında en az üç kitap yanımdan geçip beklediğim noktanın karşısındaki binaya giriyordu her sabah. Babam söyledi sebebini sonra, oradaki bir kamu kuruluşunda memurdu yazarım o yıllarda. İki sene boyunca her sabah O'nu bu şekilde gördüm, hep umutlu, hep heyecanlı bir yüz ifadesi ile hep en yakın dostları kitaplarıyla.

Sonra ben şehrimden ayrılınca öss rüzgarıyla, dergi ve gazetelerden takip ettim yıllarca. Üniversite bitip staja başlarken bir dergide sizden gelenler başlıklı bir köşenin editörlüğünü yaparken gördüğümde O'nu, hemen bir yazı yazıp yolladım dergiye. Tabi yanına, iyice köşeye sıkıştığım o günlerde akıl danışacağım bir büyüğüm olarak bana yol göstermesini istediğim bir de mektup yazdım, hayatın örselediği ruhumdan geriye kalan samimi duygularla. Altı gün sonra beni aradığında ağlıyordum, soğuk bir koridorun acımasız karanlığında. Sesi bir el uzatmıştı ruhuma, o güçle çıkabilmiştim binanın dışına. Ekimin son günleri olsa da yazdan kalma bir günü yaşamaktaydı Konya. Ama içimdeki kışı bir O anlamış, ihtiyacım olan ateşi bir O yakmıştı o gün bana. Sonrasında hep destek oldu zorluklarımda, bıkmadan usanmadan dinledi beni, uzayan satırlarımda. Çözüm önermeyi pek sevmeyen ama alternatifleri bulacağım noktaya kadar sesli düşünmeme eşlik eden bir tavrı vardı. Bence demezdi hiç, ben değildi çünkü. Ben olsam şöyle yapardım diye ahkam kesmezdi, bilirdi ki kimse kimsenin içinde olduğu resmi tam olarak göremediğinden ne kadar destek amacıyla da söylese fikrini, hep eksik kalacaktı söyledikleri.

Ve bir zaman sonra O'nu ziyaret ettim, İzmir’e geldiğim bir hafta. 21 yaşındaydım o zaman, o 32. Yıllardır gıyaben tanıdığın biri ile yüzyüze gelmek, tanışmak çok ilginç bir duyguydu, şimdi bunu anlatacak kelime bulamıyorum. Hani çok eski dostların yıllar sonra karşılaşmasındaki gibi bir coşku, on yıldır okuduğun, çocukluk ve ilk gençliğine yön vermiş bir yazarla ilk kez karşılaşmanın korkuyla karışık heyecanı…Ve daha bir dolu karışık duyguyla gitmiştim çat kapı, çalıştığı iş yerine. Ne cesaret… O zamanlar demek ki cesurmuşum, buradaki “cesur” kelimesinin manasını en iyi o anlar. Hatta cesur kavramının gönül sözlüğümdeki karşılığı onun adıdır. Çok genç yaşlardan itibaren ne istediğini bilen, kararlı bir insan olmayı başarmıştır.

Yazısına öykünmeyi bırakıp önderliğinde çıktığım başka okumalar esnasında onun en çok bu yönüne hayran kalmışımdır: Cesur, kararlı, azimli, bedel ödemeye razı. Ağır sonuçları çıksa da önüne tercihlerinin, geri dönmeyecek kadar dik başlı, kimseye dayanmadan, hatta ona dayananları da taşıyabilecek kadar güçlü bir adam. İnandığı herşey uğrunda dünyayı karşısına alacak kadar cesur, ama bir kuşun kırık kanadına, bir çocuğun gözünden akan yaşa, ülkesinde herhangi bir kadının daha doğru ifadeyle dil, din, ırk farkı gözetmeksizin bir insanın uğradığı haksızlığa dayanamayacak kadar naif bir insan. Okurlarına dost muamelesi yapacak kadar mütevazı, her yazılana cevap verecek kadar nazik bir adam.

Sıkıştığım her köşe başında fenerini içime tutan, babamın gözlükleri yerine kendi gözlerimle bakmam gerektiğini hatırlatan bu değerli insan kadar cesur olsaydım, bugün bambaşka bir hayatım olurdu diye düşünüyorum, geriye bakınca. Ama ben onun kadar keskin kararlar veremeyecek ölçüde köşeye sıkıştırılmıştım, bu, çocuklarını yiyen, ataerkil ülkede. Boyun eğmek zorunda olduğum kurallar çerçevesinde yaşadım hep, hala değişen bir şey de olmadı yaşantımda. Ancak durduğum yerde nefessiz kaldıkça, yeni yeni pencereler açıyorsam kendime, bu enerjiyi buluyorsam hala, hep onun ektiği tohumlar yeşerdiğinden içimde, başlarını çıkarıp topraktan bakıyorlar penceremden güneşe, şimdi benimle birlikte.

“Tarihin sadece tarih olduğunu, dönüp dönüp gidilecek ve orada konuklanacak bir yer olmadığını “ söylemişti bir keresinde bana. “Yaşanması ve üzerine düşünülmesi gereken bir yer olduğunu “ belirtmişti. Bugün öylesi bir muhasabeye girdim ben de içimde. Keşke diyemeyecek bir tercihler silsilesinden gelseydim bugüne keşke. Ama bizi bizden iyi Bilen taşıdı ya bugünlere, razı olmayı bilmeli kadere. O’nun deyişiyle “Kulak kesilmeli aleme”, belki de.

Acılar yaşatıp sınandıkça dost bildiklerimle, onun yüreğinin önüne düştüm her seferinde. “Galiba biz başkasından acı görerek seyrelecek, bir sürü başkası böylelikle dökülecek yakamızdan, biz kalacağız kendi başımıza ve Rabb’imiz…Etraf sakinleşecek…Hafiften konuşmaya başlayacağız Rabb’imizle… Ağlayacağız ona…Yani kendimiz olacağız.“ demişti bir gün teselliler sunarken bana.

O’nu çok az gördüm yıllar içinde. Bazen senelerce yazışmadık ama ne zaman bir selamda kesişse yolarımız, bıraktığımız noktadan başladık kalbi dostluğa. Zamanın; kardeşliği, dostluğu, haldaşlığı silemediğine olan inançla.

O benim şehrimde, bense çölün ortasında bir serap gibi sığındığım “ada”mda, iyi ki, kitaplar var diyerek yaşıyorum hala. Onun kitaplarını nasıl da içtiğimi geriye bakınca görüyorum. Hele de “Hiçkimseye Mektuplar” ı satır satır didiklediğimi, onun üzerine sayfalarca yazdığım mektubu görünce hatırlıyorum.

Son kitabına kadar hepsini okudum defalarca. Sonuncusunu ise onca aramama rağmen bulamamanın üzüntüsünü yaşıyorum bu gün. Onbeşinci yılı devirdiğim gurbetten, belki bir yıla yaklaşan sıla özlemiyle döndüğümde İzmir’e, orada bulurum ve özlediklerimle buluşurum duygusunu yaşatıyorum içimde.

O’nun dediği gibi diyorum bugün: “Bazen çıkamıyor insan kendinden, kendisi kendisine hapishane oluyor, muhkem bir hapishane, gardiyanı çok...Tutuklu da aczden başka bir şey değilse…Talip olmaktan çıkmışsa, gelen/maruz kaldığı neyse sadece bunu karşılamaya gücü kalmışsa…” Bu sözlerin üzerine söz söylenir mi hala?

Bir de şunu belirtmek istiyorum: Çok az insan böyle bir yere sahip oldu, gönül haritamda…Otuz sene de bir elin parmaklarına ulaşmadı beni bunca anlayan dost sayım. Ama belki de onun kadar anlayan olmadı, olamayacak. Çünkü o benim çocukluğumun, ben onun gençliğinin uzaktan da olsa şahidiyimdir. Söylediğim her kelimenin derin ve çağrışımlı bağlarını ancak o çözebilir. Ne demiş bir bilge; insan çocukluğudur.

Bu gün onun beni tanıdığı yaştayım: Burdan bakınca hayat çok başka görünüyormuş, onu kısmen anlıyorum ama o yine benden önde gidiyor, kimbilir yeni yaşlarında neler keşfediyor.

Evet o bir kaşif, kendinde yol alıyor, öyle geniş bir okyanus ki içi, her gün bir başka sahil daha buluyor sığınacak ve kapıyor kendini yanlışa, yalana, bir rüya olan hayata. Ölmeden önce ölme telaşında O, herkes gibi mutluluk denen yalanın peşinde değil gönlü. Kendini bilme, böylelikle alemi okuma, kitaptan kürekleri, yazıdan kayığıyla içindeki okyanusta yol alma telaşında.

Yıllardır görmediğim ama haberlerini bir şekilde aldığım yazarıma dair, bir şeyler söylemek zor oldu doğrusu ama yazmasam olmayacaktı noktasına taşıdı bu sabah gelen bir ileti beni. Bir sosyal paylaşım alanı olan Facebook’tan gelen iletide arkadaşınız Nihat Dağlı’nın doğumgünü bu hafta diye bir hatırlatma vardı. Yetiştirmem gereken acil işlerim sebebiyle ve daha zamanı var diyerek birkaç saat bastırdım yazma isteğimi ama olmadı. Ve bu yazı böyle çıktı ve gönülden düştüğü gibi buraya aktarıldı.

Nihat Dağlı kadar geniş gönüllü birini yazmak haddime değil ama bana açtığı pencerden selam vermek, yeni yaşını erkenden kutlamak istedim. Onu anlatmaktan uzak, paylaşmak istediklerimden çok çok eksik bu yazı onu tanıyanlara mutlaka bir şey ifade edecektir. Eğer hala tanımayan biri var da bu satırları okuyorsa, dilerim bu yazı onun kitaplarına, onun dünyasına taşısın gönlünü bu baharda.

Ve Sayın Yazarım, gelecek günlerin geçenlerden bereketli olsun, sağlık ve huzurla uzun yıllar daha yaz kağıtlara, oradan aksın sıcacık kelimelerin çoraklaşmış gönül haritalarımıza. Eminim son yirmi yılda sana karşı bir çok kusurum olmuştur, kırmışımdır belki seni, öyleyse eğer affet beni. Koruyacaksın her daim, yüreğimdeki yerini.

Yazan: Handan Güler

14 Mart 2010 Pazar

Bir Soru(n) Olarak Dünya

Durduğum kıyıda güneşin batışını izliyorum. Gün batıyor. Yatağını seren gece az sonra ‘kara’dan bir yorganı insanın ve eşyanın üzerine atacak. Uygarlığın ışıkları nafile, gece olacak; aydınlatılmalara rağmen söz kara(n)lığın olacak. Gökteki yıldızlar hayatın devamına bir işaret ve umut olsa da, bir gün daha ölecek. Günler insanlar gibidir; doğup ve ölürler. Bugün gibi… Ama biliyorum ki, yarın diye bir şey olacak, gün yine doğacaktır!

İnsanlar da günler gibidir, doğar ve ölürler. Bu demektir ki, insan dünyalı değildir; dünyaya gelir ve dünyadan gider. İnsan dünyaya bir yerden geliyor ve dünyadan bir yere gidiyor. Uzun bir yoldan gelen insan, bir ağacın gölgesinde dinlenen ve bir süre sonra yoluna devam eden yolcu gibi dünyada duruyor. Dünya insana ‘gürültülü’ bir ara durak oluyor. Ara bir durak oluyor ama biz sadece insanın dünyadaki duruşunu görebiliyor ve okuyabiliyoruz; dünyaya gelişinin öncesine ve dünyadan ayrılışının sonrasına vakıf değiliz.

İnsana dair önemsenen ve konuşulan her şey, insanın dünyaya gelişiyle ve dünyada kısa duruşuyla ilgilidir. Din(ler) dediğimiz kadim birikim, insanın dünyaya gönderilişinin hikmetinden ibarettir. Bütün bir felsefe külliyatı, insanın dünyaya gelişinin ve bulunuşunun sorularına cevap arar. Evet, insanın dünyada duruşu yolcunun ağacın gölgesinde durduğu kadardır ancak bu kadar kısa ve az duruşun anlamı, önemi ve hikmeti küçükçe bir şey değildir. Değildir çünkü dünya, insana ev sahipliği yapmakla önemli hale gelmiş; din, tarih ve felsefeden bahsediyor oluşumuz, insanlı bir dünya ile mümkün olabilmiştir. Hüseyin Nasr bu konuda şu belirlemeyi yapar: “İnsan, belirli bir açıdan bakıldığında kendisi için muğlâk ve bilinmez olan iki sessizlik dünyası arasına yerleştirilmiştir. Birincisi, ölümden önceki dönem; ikincisi ise ölümden sonraki evredir. Bu ikisi arasında insan hayatı bir çığlık gibi sonsuz sessizliği kısa bir anlığına, onunla birleşmek için dağıtan bir uğraktır. Fakat derin bir çalışma gösterir ki, insana, ‘hiçbir şey’lik ya da sessizlik olarak görülen şey, yani bu dünya hayatının ötesindeki süreç, ‘Saf Varlık’tır; görünüşte bu maddi evrende hayatın kısa uğrakları olan şey ise, ‘aşkın Varlık’ın yalnızca yansıması ve gölgesidir. İnsan hayatı da, bütün müziklerin en derin boyutu olan o ebedi sessizliğe karşı bir gürültüden başka bir şey değildir.”

Hıristiyanlığın baskın yorumu dünyayı, insanın sürgün edildiği bir yer bilir; dünya, işlenen ‘ilk günah’ın cezası olarak insana evlik eder. Bu sebeple dünya biraz lanetli bir yerdir, necistir. Her doğan çocuk, ‘ilk günah’ın ağırlığıyla dünyaya gelir, dünyada sürgün gibi yaşar. Felsefe ise, insanın dünyaya fırlatılmışlığından bahseder, sanki lanet bir yere gelinmiş gibi bir his verir. İslam’ın insan ve dünya tasavvuru bu iki kanaati paylaşmaz. Der ki: Her çocuk ‘temiz’ doğar. Dünya bir sürgün ve ceza yeri değildir; insan dünyada insan olur; Allah’ın yarattığı bir yer olarak yaratıcısının isimlerini gösterir. İnsan dünyada kendini ve Rabbini bilir. Bütün bir kâinat Allah’ın yarattığı bir kitaptır; Allah, her bir varlığın yüzüne yansıyan hakikatlerde görünür. Dünya bu yüzden necis değil, mübarektir.

Dinlerin ve felsefenin dünyaya getirdiği yorumlara doğan insan için, dünya yine de daha çok soru(n)dur; kendisine doğan her bir insanın gönlüne ve zihnine soru(n)larıyla dokunur. İnsan dünyanın sordurduğu veya dünyanın yüzüne sorulan soruların ve bu sorulara verilen cevapların içine doğsa da, kendini yine de cevap bekleyen sorular karşısında bulur. Dünyanın işaretlediği ihtiyaç ve sorulara yetişmek gibi bir çaba kaçınılmaz olur. Kutsal metinlerin ve felsefe kitaplarının sayfalarında sorulmuş soru ve verilmiş cevaplara rağmen insan yine sorar. Sorduğu şey elbette ki ilk kez sorulmuyordur, ama hiç şüphesiz o ilk kez soruyordur. Kendisinin de sorduğu soruya daha önce verilmiş cevapları da, kendi cevabı olarak bilmez. Bulacağı şey aynı olacaksa da, bilir ki bu kendi cevabı olacaktır.

Dünya sorularla birlikte vardır, hayat bu soruların verdiği rahatsızlık içinde geçer. Bu yüzden her insan için dünya daha çok soru(n) demektir. Dünyaya niçin ve kim tarafından gönderiliriz? Dünya insanın nesi olur? İnsan dünyada ne yapmalı, nasıl yaşamalıdır? Dünya ile nasıl bir ilişki kurulmalıdır? Bu sorulara verilmiş cevapların çeşitliliği kadar dünya ve dünya ile ilişki biçimi olmuştur. Dünyayı, insanın sürgün edildiği/fırlatıldığı bir yer olarak gören dinler ve felsefe bir dünya ve dünya ile ilişki biçimi geliştirirken, İslam başka bir dünya ve yaşam pratiği öngörmüştür. Dünyayı bir cezaevi, dolayısıyla necis gören Hıristiyan Batı’da yaşanan sıkışmışlık insanı boğmuş, onu Hıristiyanlık ve kiliseyle karşı karşıya getirmiştir. Pozitivist okuma biçimine yaslanan aydınlanmacı felsefe ise Batılı insanı dünyaya egemen olması gereken biri haline getirmiştir. Hıristiyanlık onu, olan bitene sadece maruz kalan bir zavallı görerek değersizleştirirken, aydınlanmacı düşünce kendisinde olmayan güçleri onda varmış gibi görerek kaldıramayacağı yüklerin altına sokmuştur. Hıristiyanlıkta insan hiçbir şey, aydınlanmacı düşüncede tanrı olmuştur. Tarih göstermiştir ki, ‘hiçbir şey’ ve ‘tanrı’ olma arasında gidip gelen Batılı insanın dünyası epey problemlidir. Din savaşları, bu savaşların sonrasında insanın tabiatla savaşı, tabiata egemenliğinin geliştirdiği teknolojik araçlarla dönüp bu sefer başka uygarlıklarla savaşı… Oysa İslam der ki: insan ne hiçbir şeydir, ne de tanrı; dünya ne necistir, ne de insanın fırlatıldığı bir yer... İnsan Allah’ın önemsediği bir kul, dünya ise, insanın kendisini ve Allah’ı bileceği bir yerdir. Tamam, insan dünyaya gelir ve dünyadan gider, bu yüzden insan dünyalı değildir, ama insanlık kalıcıdır ve bu yüzden dünyalıdır. Buradan hareketle insan dünyayı önemsemelidir; kirli bir şeyi tutar gibi, dünya sadece parmak uçlarıyla geçiştirilemez. İnsan Allah’ın başka türlü bir kitap olarak yarattığı tabiatta cari kanunların dilini çözerek tabiatı işlemelidir. Aydınlanmacı düşüncenin kalbin ışıklarından yoksun bıraktığı çıplak aklın kurduğu bir dünyanın tersine, kalbe kulak kabartmış selim bir kalple dünyayı inşa etmelidir.

Kendini İslam içinde kuran bu coğrafyanın medeniyet algısı bize önemli ipuçları verir. Mesela mimarisiyle… İnsanın kendisiyle ilgili olan ‘ev’i, dünyadaki misafirliğinden hareketle daha basit bir malzemeyle kurmuşken, insanlıkla ilgili olan cami, sebil, köprü gibi eserleri kalıcı bir malzemeyle inşa etmiştir. Bu durumu şimdilerde hepimizin katıldığı bir deyişle temellendirelim. Çok da yazı ve okumayla ilgili olmayan algımızı anlamaya çalışırken aklımıza hep şu söz düşer: Söz uçar, yazı kalır! Bu sözü kim söylemiş, niçin söylemiş, söylerken neyi kastetmiş bunu bilmeyiz. Bildiğimiz şu: Şimdilerde bu söz, ‘söz’ün ‘kıymetsizliği’ne ‘yazı’nınsa ‘kıymetliliği’ne vurgu yapıyor. Bu, şifahi kültürden, ‘söz’den, ‘sohbet’ten beslenmiş medeniyet perspektifimizi hafiften yanlışlama anlamına geliyor. Söz gerçekten hükümsüz bir şey mi? Sadece uçar mı? Söz gidip bir yere konmaz mı, konduğu yerde bir şeyler yapmaz mı? Sözün bayram yeri olan sohbet sofrası yeteri kadar besleyici değil mi? İrfan meclislerinde uçuşan sözlere kulaklarını açan o kadar kalp sahibi öylece mi kalkarlar? Hayır hayır, ‘söz uçar, yazı kalır!’ deyişinde bir problem olmalı.

Az çok sosyal bilim okumuşlar bilir ki, her medeniyetin bir grameri vardır. Braudel’in Uygarlıkların Grameri kitabı bu hakikatin altını çizer. Eski Yunan’da felsefe, Roma’da hukuk, Doğu’dan ve Batı’dan ayrı bir yerde duran bizde ise daha çok ‘söz’ vardır. Şifahi kültür denen şey ne ise o… Sözün pişirdiği sohbetlere yaslanan bir irfan kültürümüzden bahsedilebilir. Öyledir, zira dünyayı bir misafirhane bilen insanların ‘burada’ kalıcı olmak gibi bir dertleri olmaz. Kısa süreliğine yaşadıkları dünyada yıkılmaz evler yapmazlar, çünkü zamana hâkim olmak, zamana rağmen ‘kalmak’ gibi bir amaçları yoktur. Sadece kendilerine verilmiş ‘an’ı/ömrü yaşarlar, bunun için de ‘an’la uyumlu yaşamayı, geçen zamanla birlikte uçup gitmeyi yeğlerler. Söz bu durumu karşılar. Evet, söz uçar, hareket halinde olur. Uçar ama gider kalplerde konuklanır, kalplerde bir hayat başlatarak hayatta kalır. Kalplerinde konukladıkları sözlerin etrafında bir hayat kuran insanların medeniyetinden, mimarisinden, müziğinden, estetiğinden bahsediliyorsa, sözün uçar oluşu da doğru değildir demektir. ‘Yazı’ya gelince, o başka bir şey söyler; ‘an’ içinde donup kalmayı işaret eder, geçecek zamana rağmen ‘kalma’nın altını çizer. Her söz de uçup gitmez ve her yazı da öylece kalmaz. Hem yazıya geçmiş kaç söz insana ulaşmış, kalplerde konuklanmış, bir hayat kurmuştur? Bu soruyu sorarak bu konuyu burada kapatalım.

Dememiz o ki; İslam, insanı ve dünyayı okurken ‘denge’yi sağlamış, ancak bu sefer İslam’ı okumalarda farklılıklar olmuştur. Dolayısıyla ‘denge’ yine tutturulamamış, dünya ve dünya ile ilişki yine soru(n) olmuştur. Hiç şüphesiz Allah’ın rızasına karşılık gelen bir insan ve dünya tasavvuru vardır, Kur’an bunu anlatır, Hz Peygamber’in hayatı da bunun pratiği anlamına gelir. Ancak çok sonra Kur’an ve Hz Peygamber okumalarında ortaya çıkan farklı disiplinler (tefsir ve fıkıh mesela) ve bu disiplinlerden doğan dini yaşama biçimleri bir ‘vasat’ta buluşamamıştır. Her bir okuma biçimi kendi insanını, dolayısıyla kendi yaşam pratiğini oluşturmuştur. Mesela Divan Şiiri’nde karşımıza çıkan rind ve zahid tipleri, aynı dini ve dünyayı farklı biçimlerde okuyan nerdeyse karşıt iki tiptir; zahir ve batın karşıtlığı içinde birbirlerini hükümsüz kılıyorlar. Biri formel olana, diğeri ‘öz’e vurgu yapıyor; biri aklı, diğeri kalbi işaretliyor. Dengeyi değil, her biri dengenin bir ucunda durana yoğunlaşıyor. Asıl olan ikisinin birliği, yani aklın ve kalbin izdivacıyken, bu ikililiğin karşıtlığı ve ayrılıkları vurgulanıyor. Zahid; dünyaya sırtını dönmüş, onu elinin tersiyle itivermiş kişidir. Dünya sevgisine gönlünü kapatmış, zengin olsa da fakir gibi yaşar. Ham sofu, çiğ tavırlı dindar, dinin özünden ziyade şekliyle ilgilenen, dediğim dedik dayatmacı biridir. Dinin zahiri tarafına odaklanmıştır, irfandan ve aşktan haberi yoktur. ‘İç’siz bir dış’tır. Rind ise; dünyanın geçiciliğine, üzüntü ve neşenin aynılığına inanan biridir. Aldırışsız bir şair, bohem bir filozoftur. Özcüdür. Pişmiş biridir. Âşıktır. Gönlünün rehberliğinde yaşar. Dünyaya bir pul kadar değer vermez. Serazattır. Dini ‘iç’e indirger; ‘dış’sız bir ‘iç’in adamıdır. Rind ve Zahid; dünyayı, insanı, hayatı ve hayata dair olan her şeyi bir karşıtlık içinde konuşuyorlar. Zahid dünyaya dair olan her şeyi tehlike içeren bir şey olarak (neredeyse necis) okurken, Rind bunları Zahid’in tersi bir yere oturtuyor.

Fuzuli, Rind ve Zahid’ isimli kitabında çözümü de işaretliyor; kitabın sonunda Rind ile Zahid’i el ele tutuşturup ‘dualite’nin ‘bir’liğine, akıl ile kalbin buluşmasına götürüyor okuyucuyu. ‘Dış’ı ‘iç’e elbise, ‘iç’i ‘dış’a hayat kılıyor. Böylelikle ‘dış’ ‘iç’i korurken, ‘iç’ ‘dış’ı beslemiş oluyor.

Mahcup Bir Kürt Oluyorum Şimdi...

Bana Kürt derler. Derler çünkü Mardinli, okula gitmemiş, Türkçe bilmeyen bir ebeveynin oğluyum. Mardin’de doğmayı ve böylesi bir ebeveyni ben seçmedim, ama seçmediğim bu yanlarım sebebiyle Kürt oluyor ve öyle adlandırılıyorum. Daha önceleri de yazmışlığım var. Kendimle dertlendiğim günden bu yana ontolojimi başka yerlerde kurmuşum. Bir şekilde edebiyat ve felsefenin armağanı yollara düşmüş, bu yollarda kendimi toplamış ve vardığım duraklarda demlenmişim.

Hiçbir dönem “daha çok Kürt olma”ya çalışmadım, kendimdeki “insan”ı gürleştirmeyi önceledim hep. Ve şimdi şöyle düşünürüm: Etnisite “öz”sel değil, daha çok tarihsel ve kültüreldir. Şu veya bu değil, en çıplak haliyle insan olarak doğarız. Ancak içine doğduğumuz tarih ve mekân bizi kendilerince giydirirler. Kimi bu elbiselere göre konumlanır, kimileri de bir şekilde bu elbiselerden çıkar dışarılarda kendince elbiseler giyinirler.

Şüphesiz; okullara gidememiş, Kürtçe dışında başka diller öğrenmemiş o Kürt anne ve babadan doğmayım, ama sadece bu ebeveynin kurduğu biri değilim. Kürtçe benim “anne” dilim, “ana” dilim değil! Anne dilim, içimde olan içinde olmadığım bir dil! Anne dilimi de içeren çok daha kuşatıcı bir dil içinde varlığımı gerçekleştiriyorum. Bu cümleleri, içine doğduğum mekânı, tarihi, dili, ebeveyni, bunların toplamı entisitemi “aşağı”lamak için kurmuyorum. Biliyorum ki, bunu yapmanın kendisi “aşağı”ca bir şeydir. Derdim bu değil! Maksadım, insanı, etnisitesine ve anne diline hapsolmuş biri olarak görmediğime işaret etmek…

Etnisiteme ve anne dilime hapsolmuş biri değilim, hayatın türlü yüzlerine insan olarak maruz kalıyorum ama Türkiye’nin nev-i şahsına münhasır hususiyetleri hep Kürtlüğümün altını çiziyor. Daha çok insan olmaya çalışırken, hayatı böyle karşılar ve böyle yaşarken, Kürt Nihat Dağlı değil sadece Nihat Dağlı olurken, Türkiye’nin son yirmi yılını hep bir “Kürt” olarak yaşamak durumunda bırakıldım. Öldürmeyi kendine dil kılmış PKK’nın bütün operasyonlarının hesabı ya benden soruldu veya ben kendimi bu hesabı verir buldum. Diyarbakır, Mardin, Hakkari, boşaltılan ve yakılan köyler, onbinlerce cinayete tanıklık etmiş coğrafyamın manzaraları karşısında hem mağdur ve mazlum, hem de müsebbip ve zalim oldum. Mardin’de Kürt olarak doğmuş olmayı sırtımda bir yük gibi taşıdım. Kürtlüğün yoksul ve yoksunlukları bir yana, mağdur ve mazlumluğundan doğurttuğu “zalim”liğiyle de başım dertte oldu.

Elbette ki bir Kürt olarak değil bir insan olarak Kürtlerin taleplerine hak verdim, bu hakları savundum. Ama yaslandığı felsefe ve bu felsefeden hareketle kurduğu ve büyüttüğü “ölümperver” dili sebebiyle PKK’ya hep karşı oldum. Ve doğrusu PKK’nın ‘sivil’inde siyaset yapan Kürtlerin dilini de paylaşmadım. PKK ve ona yakın siyasetçilerin çizgisindeki Kürt profiline hiç uymadım. Bu profilin Türk modernleşmesinin hastalıklarıyla malul bir Kürt versiyonu olduğunu düşündüm. Ve şimdi, PKK’nın ve onun kurguladığı siyasi çizginin Kürtlere ve Türklere yarar bir hayata çalışmadığını, bütün bir Türkiye’yi savaşın, ölümün, acının ve yoksulluğun içinde tuttuğunu daha net görüyorum. Bu, mevcut Türk devlet yapılanmasının karnesini iyiye çıkardığım anlamına gelmiyor. Dediğim şu: PKK ve onun ‘sivil’deki siyaseti, ülkenin bütün ötekilerine sadece acı veren devlet yapılanmasını çözmüyor, aksine onu daha da muhkem kılıyor.

Bu ülke için bir ilk olan ‘açılım’ın çiçeğe durmasını ve meyve vermesini beklerken, Kürtler bu açılıma kalplerinde yer açması gerekirken, APO Kürtleri ve Türkleri kendisine kurban olmaya çağırdı. Ve ne yazık ki Kürt siyasetçiler de bu çağrıya uydular. Diyarbakır, Hakkari, bütün bölgenin sokakları ateşe verildi, taşa tutuldu. Hep savaşa çalışmış olan dil barışı telaffuz edemedi. Bildiğine döndü, varlığını savaşta buldu. Açılım taşlandı, barış vuruldu, Serap ve Aydın öldürüldü, gencecik yedi delikanlı pusuya düşürüldü. Hepimizin canını yakan, boğazımızı sıkan devlet yapılanması biraz daha kanlandı, Ergenekonotik odaklara nefes verildi, DTP kapatıldı, siyaset boğduruldu, Öymen formüllerine davetiye çıkarıldı.

‘Ben ben’ diyen Apo fotoğrafına eklenen Kürt coğrafyasındaki kareler, taşa ve molotofa tutulmuş caddeler, şiddete doğan ve şiddet kesilen ergen çocuklar, yakılan ve öldürülen gencecik insanlar, kırılan umutlar, köpürtülen kinler karşısında mahcup bir Kürt oluyorum şimdi. Serap’ı ben yakmışım, Aydın’ı yere yıkan kurşun benden çıkmış, gencecik yedi delikanlıya pusuyu ben kurmuşum gibi ağır bir utanç içindeyim. Gazete haberleri, televizyon ekranları, dostlarımın bakışları beni işaret ediyor. Kendime, kalbime ve evime kaçıyor, öylece saklanıyorum. Ahmet Altan, DTP’nın kapatılmasından hareketle ‘Böyle Türklükten utanıyorum’ demişti. Her Türkiyeli insanın insanca yaşaması adına cümleler kuran, yüreği kadar geniş ve vicdanı gibi adalete ayarlı bir dil için kendini ortaya koyan bu güzel insana katılıyor, ‘ben de böyle Kürtlükten utanıyorum’ diyorum.

Nihat Daglı
Taraf Gazetesi