Bana Kürt derler. Derler çünkü Mardinli, okula gitmemiş, Türkçe bilmeyen bir ebeveynin oğluyum. Mardin’de doğmayı ve böylesi bir ebeveyni ben seçmedim, ama seçmediğim bu yanlarım sebebiyle Kürt oluyor ve öyle adlandırılıyorum. Daha önceleri de yazmışlığım var. Kendimle dertlendiğim günden bu yana ontolojimi başka yerlerde kurmuşum. Bir şekilde edebiyat ve felsefenin armağanı yollara düşmüş, bu yollarda kendimi toplamış ve vardığım duraklarda demlenmişim.
Hiçbir dönem “daha çok Kürt olma”ya çalışmadım, kendimdeki “insan”ı gürleştirmeyi önceledim hep. Ve şimdi şöyle düşünürüm: Etnisite “öz”sel değil, daha çok tarihsel ve kültüreldir. Şu veya bu değil, en çıplak haliyle insan olarak doğarız. Ancak içine doğduğumuz tarih ve mekân bizi kendilerince giydirirler. Kimi bu elbiselere göre konumlanır, kimileri de bir şekilde bu elbiselerden çıkar dışarılarda kendince elbiseler giyinirler.
Şüphesiz; okullara gidememiş, Kürtçe dışında başka diller öğrenmemiş o Kürt anne ve babadan doğmayım, ama sadece bu ebeveynin kurduğu biri değilim. Kürtçe benim “anne” dilim, “ana” dilim değil! Anne dilim, içimde olan içinde olmadığım bir dil! Anne dilimi de içeren çok daha kuşatıcı bir dil içinde varlığımı gerçekleştiriyorum. Bu cümleleri, içine doğduğum mekânı, tarihi, dili, ebeveyni, bunların toplamı entisitemi “aşağı”lamak için kurmuyorum. Biliyorum ki, bunu yapmanın kendisi “aşağı”ca bir şeydir. Derdim bu değil! Maksadım, insanı, etnisitesine ve anne diline hapsolmuş biri olarak görmediğime işaret etmek…
Etnisiteme ve anne dilime hapsolmuş biri değilim, hayatın türlü yüzlerine insan olarak maruz kalıyorum ama Türkiye’nin nev-i şahsına münhasır hususiyetleri hep Kürtlüğümün altını çiziyor. Daha çok insan olmaya çalışırken, hayatı böyle karşılar ve böyle yaşarken, Kürt Nihat Dağlı değil sadece Nihat Dağlı olurken, Türkiye’nin son yirmi yılını hep bir “Kürt” olarak yaşamak durumunda bırakıldım. Öldürmeyi kendine dil kılmış PKK’nın bütün operasyonlarının hesabı ya benden soruldu veya ben kendimi bu hesabı verir buldum. Diyarbakır, Mardin, Hakkari, boşaltılan ve yakılan köyler, onbinlerce cinayete tanıklık etmiş coğrafyamın manzaraları karşısında hem mağdur ve mazlum, hem de müsebbip ve zalim oldum. Mardin’de Kürt olarak doğmuş olmayı sırtımda bir yük gibi taşıdım. Kürtlüğün yoksul ve yoksunlukları bir yana, mağdur ve mazlumluğundan doğurttuğu “zalim”liğiyle de başım dertte oldu.
Elbette ki bir Kürt olarak değil bir insan olarak Kürtlerin taleplerine hak verdim, bu hakları savundum. Ama yaslandığı felsefe ve bu felsefeden hareketle kurduğu ve büyüttüğü “ölümperver” dili sebebiyle PKK’ya hep karşı oldum. Ve doğrusu PKK’nın ‘sivil’inde siyaset yapan Kürtlerin dilini de paylaşmadım. PKK ve ona yakın siyasetçilerin çizgisindeki Kürt profiline hiç uymadım. Bu profilin Türk modernleşmesinin hastalıklarıyla malul bir Kürt versiyonu olduğunu düşündüm. Ve şimdi, PKK’nın ve onun kurguladığı siyasi çizginin Kürtlere ve Türklere yarar bir hayata çalışmadığını, bütün bir Türkiye’yi savaşın, ölümün, acının ve yoksulluğun içinde tuttuğunu daha net görüyorum. Bu, mevcut Türk devlet yapılanmasının karnesini iyiye çıkardığım anlamına gelmiyor. Dediğim şu: PKK ve onun ‘sivil’deki siyaseti, ülkenin bütün ötekilerine sadece acı veren devlet yapılanmasını çözmüyor, aksine onu daha da muhkem kılıyor.
Bu ülke için bir ilk olan ‘açılım’ın çiçeğe durmasını ve meyve vermesini beklerken, Kürtler bu açılıma kalplerinde yer açması gerekirken, APO Kürtleri ve Türkleri kendisine kurban olmaya çağırdı. Ve ne yazık ki Kürt siyasetçiler de bu çağrıya uydular. Diyarbakır, Hakkari, bütün bölgenin sokakları ateşe verildi, taşa tutuldu. Hep savaşa çalışmış olan dil barışı telaffuz edemedi. Bildiğine döndü, varlığını savaşta buldu. Açılım taşlandı, barış vuruldu, Serap ve Aydın öldürüldü, gencecik yedi delikanlı pusuya düşürüldü. Hepimizin canını yakan, boğazımızı sıkan devlet yapılanması biraz daha kanlandı, Ergenekonotik odaklara nefes verildi, DTP kapatıldı, siyaset boğduruldu, Öymen formüllerine davetiye çıkarıldı.
‘Ben ben’ diyen Apo fotoğrafına eklenen Kürt coğrafyasındaki kareler, taşa ve molotofa tutulmuş caddeler, şiddete doğan ve şiddet kesilen ergen çocuklar, yakılan ve öldürülen gencecik insanlar, kırılan umutlar, köpürtülen kinler karşısında mahcup bir Kürt oluyorum şimdi. Serap’ı ben yakmışım, Aydın’ı yere yıkan kurşun benden çıkmış, gencecik yedi delikanlıya pusuyu ben kurmuşum gibi ağır bir utanç içindeyim. Gazete haberleri, televizyon ekranları, dostlarımın bakışları beni işaret ediyor. Kendime, kalbime ve evime kaçıyor, öylece saklanıyorum. Ahmet Altan, DTP’nın kapatılmasından hareketle ‘Böyle Türklükten utanıyorum’ demişti. Her Türkiyeli insanın insanca yaşaması adına cümleler kuran, yüreği kadar geniş ve vicdanı gibi adalete ayarlı bir dil için kendini ortaya koyan bu güzel insana katılıyor, ‘ben de böyle Kürtlükten utanıyorum’ diyorum.
Nihat Daglı
Taraf Gazetesi
1 yorum:
Düşünceleriniz ve yazınız çok güzeldi Nihat Bey, ben hep düşünmüşümdür, mistik havası bol olan Mardin ve Ortadoğuda herkes kendince Tanrıya yakarırken (müslüman, hıristiyan, süryani,yezidi,yahudi, vb) neden bu kadar çok kan dökülür, sular durulmaz diye!
Yorum Gönder