Durduğum kıyıda güneşin batışını izliyorum. Gün batıyor. Yatağını seren gece az sonra ‘kara’dan bir yorganı insanın ve eşyanın üzerine atacak. Uygarlığın ışıkları nafile, gece olacak; aydınlatılmalara rağmen söz kara(n)lığın olacak. Gökteki yıldızlar hayatın devamına bir işaret ve umut olsa da, bir gün daha ölecek. Günler insanlar gibidir; doğup ve ölürler. Bugün gibi… Ama biliyorum ki, yarın diye bir şey olacak, gün yine doğacaktır!
İnsanlar da günler gibidir, doğar ve ölürler. Bu demektir ki, insan dünyalı değildir; dünyaya gelir ve dünyadan gider. İnsan dünyaya bir yerden geliyor ve dünyadan bir yere gidiyor. Uzun bir yoldan gelen insan, bir ağacın gölgesinde dinlenen ve bir süre sonra yoluna devam eden yolcu gibi dünyada duruyor. Dünya insana ‘gürültülü’ bir ara durak oluyor. Ara bir durak oluyor ama biz sadece insanın dünyadaki duruşunu görebiliyor ve okuyabiliyoruz; dünyaya gelişinin öncesine ve dünyadan ayrılışının sonrasına vakıf değiliz.
İnsana dair önemsenen ve konuşulan her şey, insanın dünyaya gelişiyle ve dünyada kısa duruşuyla ilgilidir. Din(ler) dediğimiz kadim birikim, insanın dünyaya gönderilişinin hikmetinden ibarettir. Bütün bir felsefe külliyatı, insanın dünyaya gelişinin ve bulunuşunun sorularına cevap arar. Evet, insanın dünyada duruşu yolcunun ağacın gölgesinde durduğu kadardır ancak bu kadar kısa ve az duruşun anlamı, önemi ve hikmeti küçükçe bir şey değildir. Değildir çünkü dünya, insana ev sahipliği yapmakla önemli hale gelmiş; din, tarih ve felsefeden bahsediyor oluşumuz, insanlı bir dünya ile mümkün olabilmiştir. Hüseyin Nasr bu konuda şu belirlemeyi yapar: “İnsan, belirli bir açıdan bakıldığında kendisi için muğlâk ve bilinmez olan iki sessizlik dünyası arasına yerleştirilmiştir. Birincisi, ölümden önceki dönem; ikincisi ise ölümden sonraki evredir. Bu ikisi arasında insan hayatı bir çığlık gibi sonsuz sessizliği kısa bir anlığına, onunla birleşmek için dağıtan bir uğraktır. Fakat derin bir çalışma gösterir ki, insana, ‘hiçbir şey’lik ya da sessizlik olarak görülen şey, yani bu dünya hayatının ötesindeki süreç, ‘Saf Varlık’tır; görünüşte bu maddi evrende hayatın kısa uğrakları olan şey ise, ‘aşkın Varlık’ın yalnızca yansıması ve gölgesidir. İnsan hayatı da, bütün müziklerin en derin boyutu olan o ebedi sessizliğe karşı bir gürültüden başka bir şey değildir.”
Hıristiyanlığın baskın yorumu dünyayı, insanın sürgün edildiği bir yer bilir; dünya, işlenen ‘ilk günah’ın cezası olarak insana evlik eder. Bu sebeple dünya biraz lanetli bir yerdir, necistir. Her doğan çocuk, ‘ilk günah’ın ağırlığıyla dünyaya gelir, dünyada sürgün gibi yaşar. Felsefe ise, insanın dünyaya fırlatılmışlığından bahseder, sanki lanet bir yere gelinmiş gibi bir his verir. İslam’ın insan ve dünya tasavvuru bu iki kanaati paylaşmaz. Der ki: Her çocuk ‘temiz’ doğar. Dünya bir sürgün ve ceza yeri değildir; insan dünyada insan olur; Allah’ın yarattığı bir yer olarak yaratıcısının isimlerini gösterir. İnsan dünyada kendini ve Rabbini bilir. Bütün bir kâinat Allah’ın yarattığı bir kitaptır; Allah, her bir varlığın yüzüne yansıyan hakikatlerde görünür. Dünya bu yüzden necis değil, mübarektir.
Dinlerin ve felsefenin dünyaya getirdiği yorumlara doğan insan için, dünya yine de daha çok soru(n)dur; kendisine doğan her bir insanın gönlüne ve zihnine soru(n)larıyla dokunur. İnsan dünyanın sordurduğu veya dünyanın yüzüne sorulan soruların ve bu sorulara verilen cevapların içine doğsa da, kendini yine de cevap bekleyen sorular karşısında bulur. Dünyanın işaretlediği ihtiyaç ve sorulara yetişmek gibi bir çaba kaçınılmaz olur. Kutsal metinlerin ve felsefe kitaplarının sayfalarında sorulmuş soru ve verilmiş cevaplara rağmen insan yine sorar. Sorduğu şey elbette ki ilk kez sorulmuyordur, ama hiç şüphesiz o ilk kez soruyordur. Kendisinin de sorduğu soruya daha önce verilmiş cevapları da, kendi cevabı olarak bilmez. Bulacağı şey aynı olacaksa da, bilir ki bu kendi cevabı olacaktır.
Dünya sorularla birlikte vardır, hayat bu soruların verdiği rahatsızlık içinde geçer. Bu yüzden her insan için dünya daha çok soru(n) demektir. Dünyaya niçin ve kim tarafından gönderiliriz? Dünya insanın nesi olur? İnsan dünyada ne yapmalı, nasıl yaşamalıdır? Dünya ile nasıl bir ilişki kurulmalıdır? Bu sorulara verilmiş cevapların çeşitliliği kadar dünya ve dünya ile ilişki biçimi olmuştur. Dünyayı, insanın sürgün edildiği/fırlatıldığı bir yer olarak gören dinler ve felsefe bir dünya ve dünya ile ilişki biçimi geliştirirken, İslam başka bir dünya ve yaşam pratiği öngörmüştür. Dünyayı bir cezaevi, dolayısıyla necis gören Hıristiyan Batı’da yaşanan sıkışmışlık insanı boğmuş, onu Hıristiyanlık ve kiliseyle karşı karşıya getirmiştir. Pozitivist okuma biçimine yaslanan aydınlanmacı felsefe ise Batılı insanı dünyaya egemen olması gereken biri haline getirmiştir. Hıristiyanlık onu, olan bitene sadece maruz kalan bir zavallı görerek değersizleştirirken, aydınlanmacı düşünce kendisinde olmayan güçleri onda varmış gibi görerek kaldıramayacağı yüklerin altına sokmuştur. Hıristiyanlıkta insan hiçbir şey, aydınlanmacı düşüncede tanrı olmuştur. Tarih göstermiştir ki, ‘hiçbir şey’ ve ‘tanrı’ olma arasında gidip gelen Batılı insanın dünyası epey problemlidir. Din savaşları, bu savaşların sonrasında insanın tabiatla savaşı, tabiata egemenliğinin geliştirdiği teknolojik araçlarla dönüp bu sefer başka uygarlıklarla savaşı… Oysa İslam der ki: insan ne hiçbir şeydir, ne de tanrı; dünya ne necistir, ne de insanın fırlatıldığı bir yer... İnsan Allah’ın önemsediği bir kul, dünya ise, insanın kendisini ve Allah’ı bileceği bir yerdir. Tamam, insan dünyaya gelir ve dünyadan gider, bu yüzden insan dünyalı değildir, ama insanlık kalıcıdır ve bu yüzden dünyalıdır. Buradan hareketle insan dünyayı önemsemelidir; kirli bir şeyi tutar gibi, dünya sadece parmak uçlarıyla geçiştirilemez. İnsan Allah’ın başka türlü bir kitap olarak yarattığı tabiatta cari kanunların dilini çözerek tabiatı işlemelidir. Aydınlanmacı düşüncenin kalbin ışıklarından yoksun bıraktığı çıplak aklın kurduğu bir dünyanın tersine, kalbe kulak kabartmış selim bir kalple dünyayı inşa etmelidir.
Kendini İslam içinde kuran bu coğrafyanın medeniyet algısı bize önemli ipuçları verir. Mesela mimarisiyle… İnsanın kendisiyle ilgili olan ‘ev’i, dünyadaki misafirliğinden hareketle daha basit bir malzemeyle kurmuşken, insanlıkla ilgili olan cami, sebil, köprü gibi eserleri kalıcı bir malzemeyle inşa etmiştir. Bu durumu şimdilerde hepimizin katıldığı bir deyişle temellendirelim. Çok da yazı ve okumayla ilgili olmayan algımızı anlamaya çalışırken aklımıza hep şu söz düşer: Söz uçar, yazı kalır! Bu sözü kim söylemiş, niçin söylemiş, söylerken neyi kastetmiş bunu bilmeyiz. Bildiğimiz şu: Şimdilerde bu söz, ‘söz’ün ‘kıymetsizliği’ne ‘yazı’nınsa ‘kıymetliliği’ne vurgu yapıyor. Bu, şifahi kültürden, ‘söz’den, ‘sohbet’ten beslenmiş medeniyet perspektifimizi hafiften yanlışlama anlamına geliyor. Söz gerçekten hükümsüz bir şey mi? Sadece uçar mı? Söz gidip bir yere konmaz mı, konduğu yerde bir şeyler yapmaz mı? Sözün bayram yeri olan sohbet sofrası yeteri kadar besleyici değil mi? İrfan meclislerinde uçuşan sözlere kulaklarını açan o kadar kalp sahibi öylece mi kalkarlar? Hayır hayır, ‘söz uçar, yazı kalır!’ deyişinde bir problem olmalı.
Az çok sosyal bilim okumuşlar bilir ki, her medeniyetin bir grameri vardır. Braudel’in Uygarlıkların Grameri kitabı bu hakikatin altını çizer. Eski Yunan’da felsefe, Roma’da hukuk, Doğu’dan ve Batı’dan ayrı bir yerde duran bizde ise daha çok ‘söz’ vardır. Şifahi kültür denen şey ne ise o… Sözün pişirdiği sohbetlere yaslanan bir irfan kültürümüzden bahsedilebilir. Öyledir, zira dünyayı bir misafirhane bilen insanların ‘burada’ kalıcı olmak gibi bir dertleri olmaz. Kısa süreliğine yaşadıkları dünyada yıkılmaz evler yapmazlar, çünkü zamana hâkim olmak, zamana rağmen ‘kalmak’ gibi bir amaçları yoktur. Sadece kendilerine verilmiş ‘an’ı/ömrü yaşarlar, bunun için de ‘an’la uyumlu yaşamayı, geçen zamanla birlikte uçup gitmeyi yeğlerler. Söz bu durumu karşılar. Evet, söz uçar, hareket halinde olur. Uçar ama gider kalplerde konuklanır, kalplerde bir hayat başlatarak hayatta kalır. Kalplerinde konukladıkları sözlerin etrafında bir hayat kuran insanların medeniyetinden, mimarisinden, müziğinden, estetiğinden bahsediliyorsa, sözün uçar oluşu da doğru değildir demektir. ‘Yazı’ya gelince, o başka bir şey söyler; ‘an’ içinde donup kalmayı işaret eder, geçecek zamana rağmen ‘kalma’nın altını çizer. Her söz de uçup gitmez ve her yazı da öylece kalmaz. Hem yazıya geçmiş kaç söz insana ulaşmış, kalplerde konuklanmış, bir hayat kurmuştur? Bu soruyu sorarak bu konuyu burada kapatalım.
Dememiz o ki; İslam, insanı ve dünyayı okurken ‘denge’yi sağlamış, ancak bu sefer İslam’ı okumalarda farklılıklar olmuştur. Dolayısıyla ‘denge’ yine tutturulamamış, dünya ve dünya ile ilişki yine soru(n) olmuştur. Hiç şüphesiz Allah’ın rızasına karşılık gelen bir insan ve dünya tasavvuru vardır, Kur’an bunu anlatır, Hz Peygamber’in hayatı da bunun pratiği anlamına gelir. Ancak çok sonra Kur’an ve Hz Peygamber okumalarında ortaya çıkan farklı disiplinler (tefsir ve fıkıh mesela) ve bu disiplinlerden doğan dini yaşama biçimleri bir ‘vasat’ta buluşamamıştır. Her bir okuma biçimi kendi insanını, dolayısıyla kendi yaşam pratiğini oluşturmuştur. Mesela Divan Şiiri’nde karşımıza çıkan rind ve zahid tipleri, aynı dini ve dünyayı farklı biçimlerde okuyan nerdeyse karşıt iki tiptir; zahir ve batın karşıtlığı içinde birbirlerini hükümsüz kılıyorlar. Biri formel olana, diğeri ‘öz’e vurgu yapıyor; biri aklı, diğeri kalbi işaretliyor. Dengeyi değil, her biri dengenin bir ucunda durana yoğunlaşıyor. Asıl olan ikisinin birliği, yani aklın ve kalbin izdivacıyken, bu ikililiğin karşıtlığı ve ayrılıkları vurgulanıyor. Zahid; dünyaya sırtını dönmüş, onu elinin tersiyle itivermiş kişidir. Dünya sevgisine gönlünü kapatmış, zengin olsa da fakir gibi yaşar. Ham sofu, çiğ tavırlı dindar, dinin özünden ziyade şekliyle ilgilenen, dediğim dedik dayatmacı biridir. Dinin zahiri tarafına odaklanmıştır, irfandan ve aşktan haberi yoktur. ‘İç’siz bir dış’tır. Rind ise; dünyanın geçiciliğine, üzüntü ve neşenin aynılığına inanan biridir. Aldırışsız bir şair, bohem bir filozoftur. Özcüdür. Pişmiş biridir. Âşıktır. Gönlünün rehberliğinde yaşar. Dünyaya bir pul kadar değer vermez. Serazattır. Dini ‘iç’e indirger; ‘dış’sız bir ‘iç’in adamıdır. Rind ve Zahid; dünyayı, insanı, hayatı ve hayata dair olan her şeyi bir karşıtlık içinde konuşuyorlar. Zahid dünyaya dair olan her şeyi tehlike içeren bir şey olarak (neredeyse necis) okurken, Rind bunları Zahid’in tersi bir yere oturtuyor.
Fuzuli, Rind ve Zahid’ isimli kitabında çözümü de işaretliyor; kitabın sonunda Rind ile Zahid’i el ele tutuşturup ‘dualite’nin ‘bir’liğine, akıl ile kalbin buluşmasına götürüyor okuyucuyu. ‘Dış’ı ‘iç’e elbise, ‘iç’i ‘dış’a hayat kılıyor. Böylelikle ‘dış’ ‘iç’i korurken, ‘iç’ ‘dış’ı beslemiş oluyor.
0 yorum:
Yorum Gönder