20 Kasım 2010 Cumartesi

Bayramı Gördüm!

Çocukluğum, eski bir tarih!

Şimdi, tarihimden sürgün bir sayfa gibiyim. ‘Sağlı sollu park etmiş evler’den müteşekkil kentlere konup göçüyorum. Misafire hazırlıksız yakalanmış bir evin dağınıklığı içinde karşılıyorum bayramı.

Kabullendim artık!

Bayramı en iyi çocuklar karşılıyor. Bayram çıkıp geldiğinde, yalnız çocukları hazır buluyor kendine.

Bu bayramda açıkçası gizlendim. Sabahın köründe telefonu ve kendimi kapattım çağrılara, mesajlara.

Asuman Güzelce’den aşk, vatan ve kadınlık hallerine dair hikâyeler okumuştum. Gazetenin kitap eki, Elini Kalbime Koy için benden yazı bekliyordu. Bayramın birinci gününü bu yazıya verdim.

Gecenin bir vakti yazıyı bitirip telefonu açtığımda mekanik bir sesin ortasında kaldım. Onlarca mesaj bildirisi, gün içindeki sessiz kalışımı imliyordu.

Geçtim hepsini, kendimi İbrahim Tenekeci’nin şiirlerine vurdum. Bütün gece Uçuş Denemeleri’nde kaldım, altını çizdiklerim altımı çizdi.

Sabaha, yağmurla uyandım. İzmir’de ‘yağmur o kadar çok yağıyor ki, su bile sırılsıklam oluyor.’

Bir yere varmam gerekiyor, bunun için Karşıyaka otobüsündeyim. Elimde şiir, altını çiziyorum: ‘Beceriksiz kent,/Sen busun, insanların/Üstünde tepindiği.’

Yağmur dindi. Islak caddelerden ve onlarca siluet arasından vapura geçiyorum. Altımı çizen şiirin şairine, Tenekici’ye telefon açmak istiyorum. Mümkün olmuyor, içinde kaldığım kalabalığın uğultusu kulaklarımı işgal ediyor. Mümkün değil başka bir sesi duymak. İçimdeki seslerin arasına oturuyorum öylece. Gözlerim, vapurun içine doluşan yüzlerde geziniyor.

Hayır, bu yüzler bu hatın yolcuları değil. Kentin periferisinde tutuklu kalmış ne kadar esmer ve kavruk yüz varsa sanki bayram zincirlerini kırmış, öyle çıkmışlar evlerinden. Yaşamadıkları bir ‘kıyı’ya kendilerini atma imkanı bulmuş, sere serpe dolaşıyorlar.

Çocuklar zaten hep böyledir, hayat onlar için bir lunapark. Anne ve babaları ilk kez vapura binmiş gibiler. Deniz, martılar, gerisinde köpüklü bir beyazlık bırakan vapur gözlerindeki bayramı çoğaltıyor. Bir bayram gününde bu vapur, bu yolculuk, içinde kaldığım esmer yolcuları biraz çocuk yapmış. Büyüklerin de çocuklardan farkı kalmamış.

Vapur sanki tam da şimdi yolculuk yapmayı beceren bir topluluğu taşıyor. Çocuklarına bayram elbiselerini alabilmiş yolcular Konak’a varmak üzere bu vapura binmiş gibi değiller. Gözleri Konak İskelesi’ne değil, şu an içinden geçtikleri denize, vapura eşlik eden martılara, denize ve martılara sevinçlerini atan çocuklarına çevrili.

Yolculuğumuz, peyzajdan geçmemiş bir heyecan içinde geçiyor. Vapur da bu çocuksu sevincin içinden yüzüyor. Denizi, martıları, dalgaların bedeninde bıraktığı köpüksü sesi alışkanlıkları içinde görünmez kılan her zamanki yolcularının ağırlığından kurtulmuş gibi.

Vapur da haklı; önceki yolcularının gözünde, ne deniz ne de vapur kalmıştır. Düşündükleri tek şey, inecekleri iskeleye varmak. Hem deniz hem vapur onlar için birer araç olmuştur; varacakları iskele, yetişecekleri işleri ise amaç.

Kentin varoşlarından kopup gelmiş şimdiki yolcuları öyle mi?

Hayır, bakışları dipdiri, heyecanları taptaze, sevinçleri formsuz… Varacakları iskeleyle ilgili değiller, şu an yaptıkları yolculuğa gömülmüşler. Vapurun içinde oturuyor ama dışında yaşıyor gibiler. Kendileri içeride, bakışları ve kalpleri denizde, martıda, dalgalarda…

Evet, bayram en çok çocukları hazır bulur kendine. Sonra kentlerin yoksullarını…

İçlerinde kaldığım şu çocuk, şu esmer, şu yoksul yüzler bunu gösteriyor bana. Kentin ışıltılı imkânları, çocukların ve yoksulların bayramında kullanılıyor.

Kentin varsılları ise ‘tatil’e kaçmışlar. Bayramı, çocuklara ve yoksullara bırakarak…

0 yorum:

Yorum Gönder