20 Kasım 2010 Cumartesi

Sarıl Kardeşine, Sarıl Kendine...

Kırkı aşan yaşımın otuz yılını hissederek yaşadım. Hissederek yaşadığım bu otuz yılın her karesine ise dokunabiliyor ve dokunabildiğimi okuyabiliyorum. Şüphesiz insan mekânda yaşar; her bir şey, dâhil olduğu mekânın rengini alarak insana dokunur. Bu yüzden şunu diyebiliyorum: Otuz yılıma doluşan her bir şey Türkiye denen gerçekliğin içinden geçerek yüreğime ve zihnime kazındı. Hayatımı Türkiye’de geçirdiğime göre, ne yaşamış ve yaşıyorsam bu biraz da ‘Türkiyece’ olmuştur. Ancak şunun da farkınday((d)ım; kendimi Türkiye’nin gerçekliğiyle baş başa bırakırsam, ‘can’ıma ihanet etmiş olacağım. Bu sebeple, Türkiye’den önce dünyaya doğmuş olduğumu hiç unutmadım. Doğduğum mekânın/Türkiye’nin çapını ve gerçekliğini merkeze almadım, ‘mekân’ımı epeyce dar ve yetersiz gördüm. Sonra, daha geniş zemin ve bağlamlar aradım ‘can’ıma, Türkiye’nin bana zindan olmasına müsaade etmedim. ‘Yerel’den ‘evrensel’e doğru yürüdüm; Kürt veya Türk olmaktan çıkıp insan olmaya vardım.

‘İç’teki bu uzun ve katmanlı yolculuk sayesinde kendimdeki insanı açığa çıkardım ama bedenimle, doğduğum mekânın/ülkenin gerçekliğiyle beraber olmaya devam ediyorum. Bu şu demektir: ‘İç’imle ‘dış’ım akraba değil, düşman kardeşler gibiler. Ve hayatım bu iki karşıtlığın çatışması üzerine akıyor. Dolayısıyla biteviye gergin ve kaygılıyım. Yaşadığım ülkede, dolaştığım kentin caddelerinde başım öne eğik, zihnim, dâhil olduğum çatışmanın yüreğime kazdığı soru(n)ların cevaplarıyla meşgul. Başım önde dolaştığım için ensem güneşe açık, dolayısıyla esmerim. Tiril tiril, hayat değmemiş, ‘beyaz’ bir vatandaş değilim. Türkiye’nin rengini alarak bana dokunan hayatla el ele, kol kola yaşamıyorum. Zira içinde olduğum, üzerinde dolaştığım ‘mekân’ın büyüttüğü, şekillendirdiği hayatın yaralı ve hastalıklı olduğunu düşünüyorum.

Böyle düşünmem için çok sebep var. Kitaplığımda biriken, üzerlerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen barındırdıkları dile halel gelmeyen, hayatın ve varlığın hakikatini en çıplak haliyle görebilen onca kitabın penceresinden bakıyorum. Ki bu kitapların ayırıcı vasfı, bir ‘mekân’a ve ‘zaman’a hapsolmamalarıdır. Mekân ve zamanüstülükte varlıklarını tescil etmiş kitaplardır bunlar. Kim, Homeros’un ve Mevlana’nın ‘mekân-zaman içi’ konuştuklarını söyleyebilir? İnsan denen varlığa, hayat denen gerçekliğe esastan anlamlar kuran bu üstatların rehberliğinde kendimi tanır ve bulurken, sadece hakikate akraba olmuş disiplinlerin inşa ettiği kavramlarla da yaşadığım mekânı/ülkeyi ve zamanı okuyorum. Ülkemin/mekânımın gerçekliğinden hareketle bir dil kurmuyorum kendime, bana ve insan kardeşime yararı olsun diye inşa ettiğim dilden hareketle ülkemin kavramsal karşılıklarını buluyorum.

Kırkı aşan yaşımın otuz yılını çok iyi bildiğimi söylemiştim. Bu çok iyi bildiğim otuz yıla düşen Türkiye fotoğrafları hiç ‘olağan’ değildir. Dinleri, kadim anlatıları, felsefeyi, sosyal bilimi, adaleti ve hak’ı esas alan hukuku, hakikate ayarlı yolculuklar yapmış arifleri, düşünürleri ve yazarları merkeze alırsak, bugün de can’ımızı boğan Türkiye fotoğraflarını ‘olağan’ görmemiz mümkün değildir. Türkiye’deki yaşam ve insan manzaraları Türkiye’nin ‘olağandışı’ olduğunu gösteriyor. Köpürtülmüş, şişirilmiş, kurgulanmış ‘beyaz’ ama epeyce ‘kanlı’, dolayısıyla ‘kirli’ bir iktidarın sürekliği adına hukukun canına okuyan bir yargı; hakikatte vazifesi hakikati açmak iken hakikati örten bir medya; ‘iktidar’a ve ‘güç’e karşıt olması gerekirken ‘iktidar’a ve ‘güç’e omuz veren bir yazın dünyası Türkiye’nin ‘olağandışı’lığına birer karinedirler. Otuz yıl boyunca, ilkel ve çocuksu kibir/gurur/nev-i şahsına münhasır haller adına kırkbin çocuğunu öldüren bir ülke asla ve kat’a ‘olağan’ olamaz, olsa olsa, çıldırmış hasta bir ülke olur.

İki gözüm, canım kardeşim okuyucu! Ben, sen ve diğerleri… ‘Olağandışı’nın ‘olağan’laştırıldığı bir ülkede yaşıyoruz. İşte bu yüzden, günün erken saatlerinde daha yüzlerimizi yıkamadan televizyon ekranların alt yazılarında geçen onlarca ölümü okuyoruz. Bir ovanın daha basıldığını, bir dağa daha bomba yağdırıldığını, bir kentin daha ‘Gazze’leştiğini, onlarca/yüzlerce evin daha ateşin düştüğü yer olduğunu görüyoruz. Hukuk dışına çıkmış onlarca kudretli adamın yine hukuk dışına çıkan onlarca yargıç tarafından aramıza salındığını öğreniyor, ellerinden her şeyleri alındığı için taşlara tutunmuş binlerce çocuğun ise hapislerde tutulmaya devam ettiğini fark ediyoruz. Ülkenin kudretlileri kendilerinden yana çalışıyor, bize az mı az bir hayat aralığı bırakıyor ve çokça ölüm hazırlıyorlar.

İnsan olanın kalbine bir yumruk, bir zıpkın gibi düşen bu kahredici gerçeklik yetmiyormuş gibi, bu ‘kör’lükten beslenen onlarca yeni ölüm sebebiyle ülkenin biraz daha ‘olağandışı’laşmasını isteyen ‘kara siyasetçi’ adamların bağırışlarıyla cezalandırılıyoruz. Farkında değil misiniz; ‘olağandışı’lığı ‘olağan’laştırılmış ülke, derecesi daha da yükseltilmiş bir ‘olağandışı’lıkla hapishaneye, ‘büyük kapatılma’ya dönüştürülmek isteniyor. Anlamıyor musunuz, hepimizi boğmak istiyorlar! Türkiye büyük bir hapishane olmakla karşı karşıya, yani ölümle… Ne ben, ne siz, ne de diğerleri artık hür değiliz! Meydan artık savaş baronlarının, kalbi körleşmiş elleri kanlı muktedirlerin, kanın orta yerinde masalarını kurup orda kurum kurum oturmaya devam eden ‘küçük’ adamların ve önlerine atılan kemiklerle hayata tutunan aşağılık gardiyanlarındır.

İki gözüm, canım kardeşim okuyucu! Etrafında kurulmak istenen çitleri tekmele, kır onları, çık dışarı! Kalbine sahip çık, kendinden çık, insan kardeşine git! Kalbini ortaya koy; rengine, diline, cinsiyetine bakmadan komşunu kalbine çağır! Sarıl kardeşine, sarıl kendine… Hayır, sana Türk veya Kürt olmaktan vaçgeç demiyorum. Diyorum ki gün, daha çok Türk veya daha çok Kürt olma günü değildir! Gün, Türk veya Kürt oluşu da içeren ‘daha fazla insan’ olduğumuzu hatırlama günüdür. Ve unutmamak gerekiyor; Türk veya Kürt olmanın imkânsızlaştığı demlerde ‘insan’ da kalamayız.

0 yorum:

Yorum Gönder