11 Temmuz 2009 Cumartesi

Dışarıya çıkın!

Anlatmaya gerek yok, yaşıyor ve biliyorsunuz. Kent ve hayat; sarı, nemli ve ağır sıcakların avuçları içinde vıcık bir eriyiğe dönmüş gibi. Ev içleri bu mevsimde hayata evlik edemiyor. Evlerden dışarıya firar var şimdi; balkonlara, kentin serin mekânlarına, kıyılara kaçış…
Evlerin dışına çıkabilmek bir imkândır. Evin dirilere kabir de olabileceğini, dışarıya çıkamayanlar, yatalak hastalar iyi bilir. Dışarıya çıkıldığı, başka yerlerde zaman geçirildiği için evler özlenebiliyor ve kendilerine dönülüyor. Evimizin ne mene bir şey olduğunu ‘dışarı’dan öğreniyoruz. Başka evleri görerek, evlerimizin eksiğini veya fazlasını tespit ediyoruz. Evlerimiz(d)e mahkûm olsaydık, evimiz bizlere hapishane, dahası kabir olurdu.
Sınırları iyice çizilmiş siyasi vatanları da ev gibi düşünürüm. Bir gün olsun sınırlardan dışarıya, başka ülkelere gidememiş ‘vatandaş’, ülkesin(d)e mahkûm biri gibi gelir bana. Başka bir ülkeyi görmediği için ülkesini her şey görmeye başlar ki, bu kendisi için yoksulluk alameti olur. Her ne olursa olsun ülkesinden çıkamadığı için de ülkesi ona zindan olur.
Yirmi birinci yüzyılın Misak-ı Milli Türkiyesi, biraz böyledir. Artık bütün bir Türkiye’yi ifade etmediğini, Türkiye’yi çizilmiş sınırlar içinde okuyan ve yaşayan ‘vatandaş’ın ise yoksullaşmış bir mahkûm olduğunu düşünürüm. Bana öyle geliyor ki, keskin hatlarla çizilmiş ve mayınlarla döşenmiş Misak-ı Milli sınırları kadar düşünen ve yaşayan ‘vatandaş’, sarı sıcaklarda ev içlerinde yaşamak zorunda kalmış yatalak bir hastadır.
Çok renkten oluşmuş ‘Büyük Türkiye’nin mevcut sınırlara mahkûm edildiğini, oysa Türkiye’nin büyük kısmıyla dışarıda bırakıldığını biliyorum. Bunu, her yıl bu mevsimde bir grup arkadaşla bugünkü Türkiye’den ‘Büyük Türkiye’ye yaptığım seyahatlerden biliyorum. İlk kez yurtdışına çıktığımda, Özbekistan’da Taşkent’i, Semerkant’ı, Buhara’yı gezdiğimde fark etmiştim: Türkiye çok daha başka bir şeydir. Özbekistan’dan sonra Suriye’ye gittim; Halep’i, Hums’u, Hama’yı ve Şam’ı gördüm. Bu seyahatte de aynı şeyi fark ettim: Türkiye çok dar bir alana sığdırılmış, dolayısıyla yoksullaşmış.
Şimdi siz bu satırları okurken, aynı arkadaş grubuyla Balkanlar’ı geziyor olacağım. Programımızda Kosova’yı, Makedonya’yı, Arnavutluk’u ve Karadağ’ı gezmek, görmek, okumak var. Niyetimiz, oralarda ‘Büyük Türkiye’nin izlerini bulmak... Program iki ay öncesinden planlandı; gidilecek yerlerle ilgili kitaplar okundu, güzergâh çizildi ve 4 Temmuz itibarıyla İstanbul’dan Üsküp’e uçuldu.
Evet, ev içleri sarı sıcaklara teslim olmuş durumda. Hayat şimdi güneş görmeyen serin balkonlarda, denizin usulca sokulduğu koylarda, ovalara bakan dağ yamaçlarında, ağaç gölgeliklerinde. Mevsim, evlerden dışarıya uzanma vaktidir.
Ve bugünkü Türkiye!
Hukuka oturmayan yapılanmaların hukuk dışı yönelimleri bitmek bilmiyor. Hepimizin olan üzerinde kurulmuş ‘gecekondu’ tarzı iktidarlar olmadık yollar deniyorlar. Türkiye’yi Türkiyelilere bırakmak niyetinde değiller. Hukuksuz gasplarla vuruluyor ülke, daraltılıyor, yaşanamaz kılınıyor.
Bugünkü Türkiye’den ‘Büyük Türkiye’ye gidişler mevsimindeyiz. O çizilmiş sınırlara sığmayan Türkiye görülmeli ve bilinmeli ki bugünküyle yetinilmesin.
Ben şimdi ‘Büyük Türkiye’de yolculuktayım. ‘Dışarı’da bırakılan, uzaklarda unutulan seslerin ve renklerin içinde geziniyorum. Şüphesiz, yediğim ve içtiğim bende mahfuz kalacak, ancak gördüklerim bir şekilde benden dışarı sızacaktır. Bir ‘Balkan Günlüğü’yle dönebilirim.

0 yorum:

Yorum Gönder