Selahattin Yusuf’u, Ankara yıllarından, ama öncelikle yazdığı şiir ve yazılarından biliyor(d)um. Okumalarında uç veren hususları, şiir ve yazılarında altını çizdiği kadim durumları önemsiyor(d)um. Benzer okumaların içindey(d)im. Sonra bir zaman geçti, İstanbul’da ‘görünme’ye başladı. Bir televizyonun haberlerini sundu, programcılarından biri oldu. Hakikiliğin ve hakikatin taliplisi şiir ve yazısındaki ‘ağır’lığa omuz olmayan kitle ‘görünme’si üzerinde kendisiyle ilgi kurdu. Bu durum onu bir tartışmanın içine çekti. Bu tartışma ve ilgi devam ederken, Timaş’tan çıkan “Niçin Ağlıyorsun Elisabeth, Mutlu Değil miyiz?” isimli kitabını okumaya koyuldum. Nietzsche’nin, kendisine ve varlığa katacağı bir anlamı kurma çabası içinde çıldırmış olarak 1900 yılında ölmek üzereyken, başucunda ağlayan kız kardeşi Elisabeth’e sorduğu soruyu kitabına isim yapan Selahattin’i anlamaya çalışarak yazmak istedim. Kitabı bitirdiğimde, yazarıyla kurduğum yakınlığın anlaşılır bir şey olduğunu fark ettim. Dediğim gibi, benzer okumalarımız olmuş. Ve sanıyorum bu benzer okuma, aynı soru(n)ların etrafında gelişmiş. Selahattin’in kitabından bende kalan duygu veya soru şu: İnsan ne olur da ‘okuma’nın içine yuvarlanıp düşer?
Latife Tekin bir yerde, “Yazar bir şeylerin dışına düşmüş, evine dönmeye çalışan biri”dir diyor. Ucu belirsiz derin okumaların içine yuvarlanıp düşen okuyucu da bundan farklı değildir. Bir kitaptan diğerine, yazardan yazara giden insan türünün uzun boylu düşünmeler sonrasında ‘okumak’ta karar kıldığını düşünmüyorum. Okumaların içinde kurulan hayat ve hikâyeler bir tercihle oluşmuyor. Bu hikâyelerin sahibi insanların durumu, ‘yuvarlanarak düşmek’le izah edilebilir. İçine doğdukları dil ile kendilerini kuşatan hayatın uyumsuzluğu içerisinde hem gerilir, hem de sıkılırlar. İsimlendirilemeyen bir ‘şey’ kanlarına karışıp derinlerinde oyuklar oluşturur. O günden sonra biteviye bir şeylerin dışına (veya üstüne) çıkarlar. Bir şiir, bir hikâye, bir masal, bir roman önlerine çıkar, önlerine çıkan bir yeni dilin kıvrımlarına yerleşerek yola revan olurlar. Ahmet Turan Alkan bir yazısında bunu ne güzel anlatır. Biraz uzun da olsa bu alıntıyı yapmak istiyorum: “Okuyacak bir şey bulamayınca, ‘canım sıkılıyor, canım sıkılıyor’ diye sızlanırdım da, ‘Niçin canın sıkılıyor evladım?’ dediklerinde, ‘bilmiyorum, canım sıkılıyor işte’ diye cevap verirdim. Bu cevabı lüzumundan fazla ciddiye alan halacığım, güzel gözlerinde hafif bir istihza pırıltısıyla derdi ki, ‘Bu oğlanın can sıkıntısını gidermek için eversek mi ne etsek?’ Evliliğin nasıl olup da can sıkıntısını gidereceğini o günlerde asla anlayamamışımdır; bugün de pek anlayabilmiş sayılmam. Benim can sıkıntımın başlıca sebebi meşgul olacak bir şey bulamamaktan kaynaklanıyordu ve bunu gidermenin bana göre en şâhâne biçimi, bir kitap bulup içine yuvarlanmaktı. Yuvarlanmak fiili rastgele seçilmiş değildir; nasıl bir şey? Şöyle bir şey: Sıcak, çok sıcak bir yaz gününde bir kum tepesinin yamacından yumuşak bir düşüşle aşağı doğru yuvarlanıp gitmek ve sonunda buz gibi suya düşüp ferahlamak. Kitaplar bende böyle bir tesir yapıyordu ve yuvarlanıp düştüğüm o ferahlıkta, dış dünya ile bütün alâkamı keserek zihnî mâceraların içinde sürükleniyor, kaybolup gidiyordum. Ve o esnada hiç canım sıkılmıyordu. Halamın, annemin bunu anlayamaması garipti; belki de o yüzden işi şakaya getirip benim daha çocukluk çağımda evlenmek istediğimi sanmaları tuhafıma gidiyordu.”
Sırrı nedir bilinmez, kimi insanları ‘ev’inden dışarıya çağıran, bu kimseleri iflah olmaz okur kılan böylesi bir ‘sıkıntı’ durumu vardır. “Niçin Ağlıyorsun Elisabeth, Mutlu Değil miyiz?” isimli kitabın arka planında da böyle bir hal duruyor. Selahattin’in yol notlarından, kadim insanlık durumlarından olan ‘sıkıntı’nın sonrasından babaannesinin dil ve ‘ev’inden yuvarlanıp okumanın içine düşen bir insanı seçiyoruz. Tamam, Selahattin’in babaannesinin dili, hayatın türlü sorularına cevaptır. Ancak ortada bir sorun vardır: Selahattin bu cevapların sorularına sahip değildir. Ne yarasını tanıyor, ne de yerini biliyor. Tanımadığı ve bilmediği bir yaraya hangi merhemi nasıl sürsün?
Selahattin’in durumu ve sorusu ‘biz’den haber veriyor. Kader işte! ‘Şark’a doğmuş çocuklarız. Hayatın her yüzüne açık bir cevap gibi duran, ancak modern zamanların içinden geçerek deforme olmuş ‘Şark’ın bakiyesiyiz. Cemil Meriç, mealen şöyle diyordu: “Şark niçin arasın, niçin okusun? Sorulmuş her sorunun cevabını barındıran ‘büyük hakikat’e sahip olduğunu düşünen Şark’ın, bu yüzden, çatışmanın ve arayışın çocuğu olan romanı da olmaz.” Hiç şüphesiz, Üstad’ın yorumlarında haklılık payı vardır. Ancak Şark’ın şimdiki haline doğanlar, ‘yurt’larının neye dönüştüğünü ve kendileri için neyi imkânlı kıldığını el yordamıyla öğrenmiş bulunuyorlar. Selahattin kendisiyle yapılmış bir söyleşide söylediklerinde çok haklı: “Biz Şeyh Galib'in yaralarımıza merhem olduğunu biliyoruz. Ama yaramızın nerede olduğunu bilmiyoruz. Onu bize Batı felsefesi gösteriyor. Çünkü dünyamızın yaşayış olarak tüm sorunlarını Batı temsil ediyor. Biz yarayı anlamamız için Batı'yı anlamak zorundayız. Merhemlerimizin de bir işe yarayacağını o zaman anlayabiliriz. Yara Batı’ya aittir, merhem ise Doğu’ya.” Beşir Ayvazoğlu’nun Yahya Kemal için söylediği ‘Evine Dönen Adam’ durumu sözkonusu... ‘Ev’imizden yuvarlanıp düşmedikçe, düşüp uzaklaşmadıkça, kendisini görme, onu fark etmemiz mümkün olmayacaktır. Bir şekilde ondan düşüp uzaklaşanlar onu yeniden fark edip kendisine dönebiliyorlar.
Latife Tekin’in cümlesini hatırlayalım: “Yazar bir şeylerin dışına düşmüş, evine dönmeye çalışan biri”dir. Selahattin de böyle bir yazardır. “Niçin Ağlıyorsun Elisabeth, Mutlu Değil miyiz?” kitabı, Batı’ya giderek evine dönen bir adamın notları gibi duruyor. Kitap, yazarın okuma serüveninin kilometre taşlarından oluşuyor. Yoluna çıkıp elinden tutan, onu hakikatin kuytularına çağıran, hikâyesini ve dilini kuran yazarların nasıl bir dertle muzdarip olduklarını, dertlerine şifa hangi merhemlere gittiklerini, bu gel-gitleri ‘dil’e döküş biçimlerini anlatan bir kitap. Selahattin’in ve kitabın konusu olmuş yazar ve sanatçılar şunlar: Wittgenstein, Dostoyevski, Nietzsche, Faulkner, Tarkovsky, Goethe, Oğuz Atay… Şair, yazar, filozof, sinemacı, ressamların dili ve soru(n)larıyla kurulmuş bir hikâyenin ve dilin sahibi yazar, bu kitabıyla yolculuğunun notlarını bizimle paylaşıyor. Nereden geldiğini, nasıl kurulduğunu, dahası ne olduğunu ve ne söylediğini anlatıyor.
İnsan ve varlık için kurucu bir anlam inşasına girişmiş, Andre Gide’nin tespitiyle Hz İsa ve İncil’e öykünerek, ömrünü, öldürülmüş Tanrı’nın yerine ‘üstün-insan’ı geliştirmeye adamış Nietzsche’nin ölüm döşeğinde sorduğu sorulardan birini kitabına başlık yapmış birinin medya starı olabilme ve bundan memnun kalma şansı var mıdır? Hayır, yoktur! (Peki, olsa ve durumdan memnunluk duymaya başlasa, geride kendisi diye bir şey kalır mı? Hayır, kalmaz!) Ergenlik çıbanı duyguların peşinde afili görüntülerin tüketicisi kitle ‘yazı’daki Selahattin’i değil, ‘görünmesi’ne taliptir. Ve doğrusu incitici bir şeydir bu, bundan rahatsızlık duymamak mümkün değildir. Selahattin’in de bu durumdan rahatsız olduğunu öğreniyoruz. “Televizyon programı yapmaya başladıktan sonra hayran okuru oluştu. Bu incitici bir şey. Bir maskeli baloda fiziğinin yeterli olmadığını düşünen birisinin, yakışıklı bir aktörün maskesini takarak yanına gelen güzel bir hanımın kendisine iltifat ettiği andaki burukluk hissine benziyor. Kitabımı okuyanlar ekranda duruşumu sevmiyorlar. Ya da tam tersi ekranda izleyenler, kitabımı okuduklarında 'saçmalamış' diyebiliyorlar.”
Bir şekilde yakalandığı ‘sıkıntı’nın daimi mukimi olan okuyucunun (ve de yazarın) mutlu olma şansı yoktur. Zira o, biteviye yenilenen hayatta ucu belirsiz bir yolculuğa yazılmıştır. Hayata yet(iş)mek gibi bir derdin sahibi olarak hayatı yol ve yolculukta geçer. Devam eden hayattan yaşanılır olanı devşirmek adına derin dalışlar yapar, yaşanandan yuvarlanıp düşmeleri olur. Hava durumları ve hayat şartları bir değişimden haber vermiyor. Okuyucu-yazar denen insan türünün hikâyesi aynı minval üzre akıyor. Görünen o ki, zihin ve kalbini burkan sorularla mutsuz-mutlu kalmaya, ‘sıkıntı’dan yuvarlanıp kitapların arasına ve kendisine akraba cins yazarların yanına düşmeye devam edecektir. O yine hep ‘ev’lerin dışına çıkacak, öylece yalnız mutlu-mutsuz kalacaktır Şükür ki, mutluluk arayıcısı biri değildir o; dermanı derdinde bulmaktadır.
0 yorum:
Yorum Gönder