12 Eylül 2009 Cumartesi

Sultan Vahdettin'in Son Üç Yılı

2008’in Haziran’ında bir arkadaş grubuyla Şam’daydık. Halep’te, Hums’ta, Hama’da gördüğümüz Suriye fotoğrafları geçen bir ‘yüzyıl’ ile örtülmüş hafızamızı ortaya çıkarmıştı. Gezi boyunca yaptığımız okumalar, bir şekilde içine düştüğümüz konuşmalar bizi Osmanlı’nın bakiyesi bugünkü Türkiye’nin hâliyle ilgili kılıyordu. Türkiye’nin geçen yüzyıl içinde çocuklarına bulaştırdığı bakışın boşluklarına yakalanıyorduk. Vardığımız mekânlar, girdiğimiz sokaklar, karşılaştığımız insan yüzleri yüzyıl öncesinden bir haber gibi duruyordu. Hayatımızdan düşmüş ama alternatif okumalarla dilimize düşmüş kimi cümleler Suriye havasında ete kemiğe bürünüyordu.

Gezinin son günü Şam’daydık. Bir ikindi sonrasında Şam İstasyonu’nda bir fotoğraf çektirmiştik. Yenilgiyi fotoğraflar gibi, artık Anadolu’ya gidemeyen bir vagonun üzerine çıkıp oturmuştuk. Bu bize yetmezmiş gibi, hemen sonrasında Sultan Selim Camii’ne yönelmiştik. Sürgün olarak gittiği San Remo’da vefat eden Osmanlı’nın son padişahı Vahdeddin’in Şam’daki Süleymaniye camisinin bahçesindeki kabrini ziyaret edecektik. Akşamüzerinin uzayan gölgeleri içinde bize açılan kapının ardında epey yorgun düşmüş tipik bir Osmanlı camisiyle karşılaşmıştık. Caminin ve caminin bahçesindeki kabirlerin hizmetini gören Suriyeli’nin kırık dökük Türkçe’siyle anlattıkları karşısında öylece kaldığımızı hatırlıyorum.
Osmanlı’nın son padişahı Vahdeddin’in üç yıl sürgün olarak yaşadığı ve vefat ettiği San Remo’da haczedilen cenazesinin oralardan Suriye getirilmesi ve bu bahçeye defnedilmesi durumu üzerine düşüncelere dalmıştık. Birkaç cümleye sığdırılan hikâyesi ve karşımızda duran mütevazı kabriyle Vahdeddin, o saatte içimizde ağır bir yara olmuştu. Gezi boyunca susmayan, bir şeyler okuyan, notlar alan, fotoğraflar çeken bizler öylece susmuştuk.
O geziden sonra, Vahdeddin’in hikâyesinin peşine düştüm. ‘Hain miydi, değil miydi?’yle devam eden bir tartışma vardı. ‘Tartışma’ya taraf olmaktan çok, tartışmanın gürültüsü içinde yiten ‘insan Vahdeddin’i arıyordum. Altı yüzyıl gibi uzun bir zamanda hayatın her bir tarafına sinmiş Osmanlı şiirine konulmuş son nokta gibi duran ‘Padişah Vahdeddin’in bir hamleyle ‘İnsan Vahdeddin’e çekilerek San Remo’ya sürgün gönderilmesi zihnimi, kalbimi ve vicdanımı burkuyordu. Cevabını merak ettiğim sorularım vardı: Vatanın işgalinde cebine para koyarak Anadolu’ya gönderdiği ‘kumandanı’dan, ülkesinden ve iktidarından sürgün cezası alması ‘padişah’a neler yaşatmıştı? ‘Devlet’ten ve ‘iktidar’dan düşmek nasıl bir şeydi?
‘Padişah’tan ‘insan’a geçişteki yırtılmalar nelerdi?

Son Padişah Vahdeddin etrafında yapılan tartışmayı daha da gürültülü kılan ciddi ve somurtkan metinlerde sorularımın cevabı yoktu. Bu metinlerde, haklı veya haksızı belirlemek üzere tartışmalar yapılıyordu. Derdim bu değildi; her açıdan ilginç olan bir hikâye üzerinden insanın iktidardan düşüş hâlini görmek ve buradan kendimi daha fazla insan kılarak çıkmak istiyordum. Şahsi bir maksatla konuya eğilsem de ‘vefa’nın böylesi hoyratça incitilmiş olması da beni konuyla ilgili kılıyordu. Zîrâ padişahın son üç yılında ‘insaf’ın ve vatandaşı olduğum ülkenin büyük hikâyesinin epeyce hırpalandığını hissediyordum.

Timaş Yayınları’nın ‘Hatırat Kitaplığı’ndan çıkan “Sultan Vahdeddin’in San Remo Günleri” isimli kitabı okuyunca hem sorularıma cevap buldum hem de insaf, vefa ve hakikatle münasebetim tazelendi. Bir kadının bize kalbini ve hafızasını açmasıyla Sultan Vahdeddin’in San Remo günlerini öğrendim. Bir kadının hatıratından, son padişahın sürgün olarak gittiği ‘uzak’taki son üç yılına ve demlerine vakıf oldum. Araya tarih disiplinin o soğuk dili girmeden, çıplak insan kalbine düşen taşınması zor bir yükü omuzlarımda buldum.

İster misiniz, zihnimizi ve kalbimizi o günlere açalım… Cumhuriyet kurulmuş, saltanat ve hilafet lağvedilmiş, sıra Osmanoğullarının ve saray halkının ülkeden çıkarılmasına gelmiş. Saraya kaç yaşında girdiğini, harem hizmetine ne zaman dâhil olduğunu hatırlamayan Abhaz kökenli baş nedimelerden Rumeysa Aredba’nın aklından çıkmayan 10 Mart 1924 günü… 600 yıl boyunca bu toprakları idare etmiş bir ailenin son büyüğü, son padişah Vahdeddin ve saray ahâlisi San Remo’ya gönderilmek ve gemiye bindirilmek üzere saraydan çıkarılıyor. Rumeysa Hanım şöyle başlıyor anlatmaya:

“Feriye Sahilsarayı’ndan sabahın köründe alındık. Saat kaçtı bilmiyorum, ancak soğuktu, güneş bulutlardan kendini gösteremiyordu. Hâliyle daha kış, donuyoruz. Sırtımızda bir paltomuz var, altında da yağmadan kurtardığımız elbisemiz. Saraydan çıkmadan evvel cümlemiz pek ağladık.”

Rumeysa Hanım, kendilerini San Remo’ya götürecek gemiye bindirilişlerini, yolculuk boyunca içine düştükleri kocaman boşluğu, belirsiz geleceği, vardıkları limanı, yerleştikleri ikametgâh Villa Nobel günlerini, yitirilenlerle birlikte içine düşülen boşluklarda gerçekleşen intiharları, kendi kuytusunda kaybolan sultanı, gerilerde kalmış İstanbul’dan  gelen kara haberleri, ikametgâha dadanıp sultandan nemalanan arsızları, son Osmanlı sultanının mahremini oryantalist merakın nesnesi yapan yabancı ziyaretleri, eriyen sermayeyi, elden çıkarılan ziynetleri, biriken borçları, koca sultanın basit bir sedirde son nefesi verişini, civardaki esnafın alacaklarını tahsil etmek üzere başvurdukları haczi, sultana ait cesedin türlü oyunlarla hacizcilerden kurtarılışını, saray ahâlisinin San Remo’da bitişini.. ve daha çok şeyi anlatıyor.

Hanedan ahâlisi, 600 yıl devam etmiş bir saray hayatından, Osmanlı denen koca bir kuvvetten, İstanbul’dan düşüp bir geminin salonuna sığınırlar. Koca bir belirsizlik içinde kendileriyle, sorularıyla kalırlar.

“Akşam yemeğini geminin salonunda yedik. Bütün hanedan mensupları oraya geldi. Hâliyle cümlemiz mahzun ve bitkin idik. Dertleşenler oldu, bir kısmı ağlayarak yemekten sonra temiz hava almak üzere dışarı çıktılar. Ancak başkadın efendi yerinden oynamadı, biz de etrafında oturduk. İstirahata çekilince aynı şekilde biz de kabinimize döndük. Saatler sonra huzursuz bir uykuya daldım. Gecenin yarısı, bir ara uyandığımda dalgaların ve geminin motorunun sesine kulak verdim. Bir müddet sonra tekrar gözlerim kapandı.”

Geminin rotası belli olsa da yolcuları bekleyen belirsiz bir gelecektir. Gemi San Remo Limanı’na varır. Limanda, hanedan mensuplarını Villa Nobel’e götürmek üzere Hayrettin Ağa beklemektedir. Villa Nobel’e yerleşirler. Misafir eksik olmaz. Bir yanda Hanedan mensuplarını merak eden İtalya sosyetesi, diğer yandan sultandan para kopartmak için gelip giden insanlar…

“Villaya bilhassa zât-ı şâhâneden para istemek için terbiyeden nasipsiz insanlar da gelirdi. Evvelki saray erkânına mensup paşalar ve beyler menfi edilmelerinin sebebini Sultan Vahideddin olarak namlandırmışlardı. Kendi suçlarından ve günahlarından ise kimse söz etmiyordu. Ne yazık ki böyle insanlar tarafından Allah’ın her günü rahatsız ediliyorduk.”

İstanbul’dan bir gün ansızın sürgün edilen saray ahâlisi sadece memleketlerini değil akrabalarını, ailelerini de geride bırakmıştır. San Remo sürgünlüğünde boşluk ve belirsizlik duygusu büyür, büyür insanları vurmaya başlar. Boşluğa düşenlerden biri de Sultan’ın baştabibi Reşat Paşa’dır. İstanbul’da bıraktığı evlâtlarının hasretine, sürgünlüğe dayanamaz, psikolojisi büsbütün bozulur. Paşa, villanın bahçesinde deli divane gibi dolanır. Bir gün gelir buna son verip hayatını sonlandırır.

“Bir gün akşam villada bir kıyamettir koptu. Ben başkadınla sohbet ediyordum, akşam vakti idi, birden bir tabanca patladı. Çok korktuk. Hemen kapıya koşarak koridora çıktık. Bahçeden feryadlar geliyordu. Bahçeye çıktık, feryadın geldiği ufak köşke koşmağa başladık. Yanımıza yetişen Hayreddin Ağa bize mani olmaya çalıştıysa da başaramadı. Ufak köşke vardığımızda bir de ne görelim. Reşad Paşa zavallım kanlar içinde yerde yatıyordu. Bir elinde de tabancasını tutuyordu. Efendimiz üzerine kapanmış vaziyette, ‘Paşa bunu neden yaptın?’ diye feryad ediyordu.”

Zaman akıp geçer. Sabır, güç ve sermaye azalır. Sultan kendisine ayrılan odadan çok seyrek çıkar. Odada Kur’ân okur, ibadetlerini yapar. Koca Padişah o küçücük odada sürgünlüğünü, geride bıraktıklarını düşünür durur. Bazen kendisine kahve getirenleri yanında tutar, içini açar onlara.

“Bir gün, akşam vakti efendimiz, başkadın, Cenaniyar Kalfa ve benimle kahve içerken dedi ki: ‘Mustafa Kemal Paşa pek iyi bir asker ve kumandandır, zaten bu sebeplerden dolayı Anadolu’ya gönderdim. Başka çare yoktu. Düşmana pek uzun müddet mukavim idim, fakat saltanatımın nihayete erdiğinin de farkında idim. Zaten ben tahta saltanat sürmek için değil devletime yeni bir ufuk açmak için oturmuşum; mukadderatımız böyle imiş, ne yapalım. Anadolu’da askerimin birliği düşman tarafından bertaraf edilmesin diye bütün musibetleri üzerime topladım. Asla kendi menfaatimi düşünmedim. Daha devletim ve milletim için çalıştım. Ne yaptım ise milletim için yaptım, ama böyle olmasını da arzulamadım. Belli bir zaman sonra memlekete dönebilme ümidiyle bekledim durdum. Fakat bu artık imkânsız bir hayal. Asla geri dönemeyeceğiz.”

Koca bir dönem bitmiştir. İstanbul, memleket artık ‘uzak’tır. Uzaklarda, yaban topraklarda bir haingibi yaşamanın ağırlığına daha fazla dayanamayan Sultan, bir akşam vakti istirahata çekilmişken, küçük bir kanepede son nefesini verir.

“Alt kattan bir çığlık duydum. Bu ses o kadar dehşetli idi ki, bütün bedenim birden titremişti. Nazife’yle ben derhâl alt kata koştuk. O esnada Ulviye Sultan’la karşılaştık o da alt kata iniyordu. Hep beraber alt kata indik. Sesin geldiği odaya yönelerek efendimizin salonuna girdik. Salonda başkadın, Cenaniyar Kalfa ve Nevzad Hanım vardı. Üçü da kanepenin üzerinde yatan efendimizin üzerine kapanmışlar haykırarak ağlıyorlardı. Ben hâlâ efendimizin yüzünü görmek için salonda bulunanların arasından geçmeye çalışıyordum. Nihayet kanepeye varınca orada efendimizin üzerine kapanmış ve yüzünü okşar vaziyette başkadını buldum. Sürekli ağlıyordu. Ben zatı şahanenin yüzüne baktım. Gözleri kapalıydı, yorgun bir hâli vardı. Sanki derin bir uykuya dalmış gibi oracıkta yatıyordu. Elleri göğsünün üzerinde kapalı duruyordu. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı, devletinden ve milletinden uzakta ecnebi topraklarında bulunan bu bahtsız villada basit bir kanepenin üzerinde cansız yatıyordu.”

Evet, Sultan vefat ederek yaban topraklarda sürgün olmaktan kurtulmuş, Rabbine varmıştır. Ancak her şey bitmiş değildir. Sürgünde geçirdiği üç yıl içinde kendisiyle beraber uzaklara düşen saray ahâlisini zor durumda bırakmamak adına sermayesini yitirmiş, sahip olduklarını elinden çıkarmış, civardaki esnafa borçlanmıştır. Vefat edince alacaklılar kapıya dayanmış, alacaklarının tahsili için Sultan’ın tabutu dâhil ikametgâhtaki her şeye haciz koymuştur.

“Biz kadınlar oturup beklemeye başladık. Felaketler ardı ardına geliyordu. Beş parasız kaldığımızın farkında idik. Fakat bir yerlerden yardım geleceği ümidini asla kaybetmemiştik. Bu ümitle borçlanmıştık her yere. Şimdi nasıl ödeyecektik? Bize kim yardım edecekti? Hâlimizin ne kadar vahim olduğunu fark etmemiz bizi tekrar buhranlara sokmuştu. Gözlerimizden yaşlar boşalarak yüce Allah’tan yardım diliyorduk. Fakat asıl kötü haber bizi bekliyordu. Alt kattaki patırtı gürültü devam ederken Hayreddin Ağa odayagelmişti. Ağlıyordu: ‘Efendimizin nâşını haciz ettiler’ deyince cümlemiz şaşkın şaşkın ağaya bakakalmıştık. Allah’ım bu nasıl olurdu. Bu insanlarda vicdan diye bir şey yok muydu? Cenazeye de mi haciz konulurdu? Haykırarak tekrar ağlamağa başladık.”

Neyse ki, Sultan’ın haczedilen nâşı bir şekilde Suriye’ye götürülür. Borçlar da, Sultan’ın küçük kızı Sabiha Sultan’ın mücevherleriyle ödenir. Sultan vefat etmiş, nâşının dahi İstanbul’a getirilmesine müsaade edilmemiş, Suriye’deki Süleymaniye Camii’nin bahçesine defnedilmiştir. Sultan vefat edince San Remo’da kalan saray ahâlisi de dağılır, her biri başının çaresine bakar. Sultan Vahdeddin’in San Remo Günleri isimli kitap, padişahın vefatından sonra Türkiye’ye dönmüş ve İstanbul’da vefat etmiş sarayın başnedimelerinden
Rumeysa Hanım’ın Ruhidilber Hanım’a şifahen anlattıklarından oluşuyor. Kitabı okuyucuya ulaştıran Edadil Açba bu hususta şu değerlendirmeyi yapma gereğini hissetmiş:

“Değerli okuyucu, elinizde tuttuğunuz bu kitap bir tarih kitabı, araştırma veya bir roman değildir. Sadece yaşlı ve ölüm döşeğinde yatan bir insanın ağzından dinlenen anekdotlardır. Bu insan Sultan Vahdeddin’in saraylısı olan Rumeysa Hanım’dır. Eski padişahın ölümünden sonra tekrar Türkiye’ye dönmüş ve İstanbul’da hayatını kaybetmiştir. Ölmeden önce akrabası Ruhidilber Hanım’a San Remo yıllarını anlatmış, Ruhidilber Hanım da büyük bir alaka ve titizlikle anlatılanları not etmiştir.”

Ruhudilber Hanım, Rumeysa Hanım’dan dinlediklerini not etmiş. Edadil Açba’nın yayına hazırladığı notlar Emine Eroğlu’nun yayın yönetmeliğinde, Filiz Dığıroğlu ve Fulya İbanoğlu’nun editörlüğüyle kitaplaşabilmiş. Şam’da, Sultan Vahdeddin’in kabri başında içime düşen sorular, vefa ve hakkaniyet duygusuna bir işaret gibi duran bu kadınlar topluluğu sayesinde cevap buldu. Hepsine teşekkür…

Yağmur Dergisi Sayı: 45
Eylül, 2009

0 yorum:

Yorum Gönder