31 Ağustos 2009 Pazartesi

Sen öl, ben yaşayayım!

Ordu! Haki, lacivert ve beyaz üniformalar, ışıltılı yıldızlar, alımlı kordonlar, daha teknik ve daha çok öldüren silahlar, yirmi yaşına gelen her Türkiye vatandaşının ve binlerle ifade edilen sayıda ‘memur’un oluşturduğu ‘milyonluk’ güç! Denmiştir ki, bu güç Türkiye’nin kurucusudur, ülkenin kurucu ruhu kendisinde ete kemiğe bürünmüştür! Türkiye ordudur! Türkiye’nin varlığı ona bağlıdır, onun varlığı Türkiye’ye işarettir!
ORDU KENDİNDEN BEKLENENİ VERMİŞ MİDİR
Böyle dendiği ve kabullenildiği için ordu ülkenin ‘gözbebeği’ olmuştur. Ülkenin gören gözü yani... Bu sebeple gözbebeğini parlatmış, onu iyice besleyerek diri tutmuştur. Ülkeye doğan her erkek çocuğu ‘gözbebeği’ne taze kuvvet olmuş, ülkenin toplam kazancından büyük pay kendisine gitmiş. Karakol, bölük, alay, tugay ve tümenleriyle ülkenin dört bir yanına yayılmış. İnsan gücü, silah gücü, para gücü eksiksiz sağlanmış. Türkiye zor yaşanan bir hayata yazılsa da, ‘gözbebeği’ni rahat yaşatmış. Rahatı için kentlerin alımlı yerlerine yapılar, kamplar ve evler kurmuş. Hayat ‘dışarı’da pahalıyken ordu içinde kaliteli ve ucuz olmuş.
Durum buyken, itiraz konusu olmamıştır ‘gözbebeği’. Doğru ya, insan gözbebeğine neyi feda etmez ki! Yeter ki görebilsin, karanlıkta kalmasın. Değil mi yani, karanlık korku demek, türlü tehlike demek... Sınır boyunca ‘düşman’ gözetleyen, her an düşman olabilecek iç unsurları da gözden kaçırmayan ‘gözbebeği’ diri ve güçlü olmalı ki ‘güvenli’ bir hayat mümkün olabilsin.
Türkiye bu hal üzre silik bir fotoğraf verirken, ordusu güç, kudret ve ışıltılar içinde boy göstermiş. Buna razı olmuş Türkiye. Güveninin karşılığında ağır bir bedel göğüslemiş. Üzerindeki ceketi satıp çocuğunu okutan baba olmuş Türkiye, ordu ise, ceketsiz babanın takım elbiseli evladı...
Niçin?
Ordu kendisine, hayatına, güvenliğine bekçilik yapsın diye... Öyle ya, uğruna ceket satılan evlattan dönüp babasının hayatını kolaylaştırması beklenir. Peki, babanın satılmış ceketi karşılığında takım elbise giymiş evlat, yani ordu, kendisinden bekleneni vermiş mi ve veriyor mu? Kısmen evet, ‘sınırlardaki düşman’lar alımlı ve kudretli varlığından hareketle durup düşünmüş veya düşünüyorlardır.
TÜRKİYE ORDUSU ‘İÇE’DÖNÜKTÜR
Bir ‘Kıbrıs Çıkarması’ndan bahsedilebilir, son otuz yıldır Güneydoğu’daki duruşu değerlendirilebilir (Ki bunlar da sorunsuz değildir). Diyebiliriz ki orduların ‘birincil vazifeleri’ konusunda Türkiye ordusuna çok da fazla görev düşmemiştir. İyi ki de düşmemiştir.
Dışa doğru az görünür olmuş Türkiye ordusu, daha çok içe doğru konum almıştır. Nöbetinde dışa değil daha çok içe bakmıştır. Kurtuluş Mücadelesi olarak tanımladığı tarihten çıkardığı ve kendince kurguladığı ‘ulus-devlet’e itiraz edebilecek durumda olan unsurlar ‘iç düşman’ olarak işaretlenmiş, buraya yoğunlaşmıştır. Kendisini, duruşunu ve dilini bu noktada ikame etmiştir. Olan bir Türkiye’nin değil, olmasını istediği bir Türkiye’nin bekçiliğine oynamıştır. Zira ‘olan Türkiye’ çoğulken, ‘istediği Türkiye’ tekildir. Çoğulu ‘tek’e sığdırmak, zihninde tamamladığı bu ‘tek’in bekasını sağlamak istemiştir. Bunu istemiş, bunu yapmıştır!
‘Tek’in darlığında nefessiz kalan, burada yaşama imkânı bulmayıp kendilerini bir soru(n) olarak öne sürenlerin üzerine gidilmiş ve bunlar bir şekilde bastırılmışlardır. Azınlıklar, komünistler ve dindarlar, ‘çekiç’leşmiş ordunun ‘çivi’si olmuştur. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti tarihi, bir anlamda darbelerin tarihi olmuştur.
Türkiye ordusu ‘iç’e bakmaya devam ediyor. ‘Tek’te ısrar ediyor, biteviye ‘çivi’leri gösteriyor ve birilerinin tepesine inme isteğinden vazgeçmiyor. ‘Tek’in yaşanamaz hale gelişine işaret olan her belirtiyi, ‘iç düşman’ın saldırısı olarak okuyor. Geçen zamanın ve bugün yaşananın, hayatı ve ülkeyi nasıl bir şeye dönüştürdüğünden habersiz, onlarca yıl öncesindeki konumundan vazgeçmiyor. Koca bir zaman geçmişmiş, hayat ve ülke artık ‘tek’e sığamayacak bir şekil almışmış, umurunda değil! Konumunu hayatın kendisi olarak görüyor, ülkeye “Hiç değişme, öylece dur! Ne demiş ve diyorsam, doğru odur!” diyor.
ORDU ‘KORUNMAK’ İSTİYOR
Hayır, bu kabullenilecek bir şey değildir. Kara kışta çocuğuna yazlık elbise dayatan bir babaya ne kadar katlanılabilir? Veya artık kocaman olmuş kızına bebe muamelesi yapan anneye... Yaşanan zamanın ve hayatın dilini edinmek durumundasınız. Her bir şeyi dilinize sığandan ibaret görürseniz, hayatı kaçırmış, kendinizi de yoksullaştırmış olursunuz. Türkiye işte buna hayır diyor! Hayatın kendisini esas aldığından, bütün bir hayatı talep ediyor. Bu yüzden sınırlarla yetinmeyip, evrensel olanla yakınlık kuruyor. Yüzünü AB’ye çevirmiş bir Türkiye, ‘olan Türkiye’nin etrafındaki çitleri kırışı anlamına geliyor.
Bu Türkiye, ‘istenen Türkiye’de ısrar eden bir ordu biçimine itiraz ediyor. Ordu ise bu itirazı ‘asimetrik savaş’ olarak okuyor ve ‘korunma’yı talep ediyor. Vazifesi ‘korumak’ olan ordu, ‘korunma’yı bekliyor. Farkında değil, aslında şunu diyor: “Beni olduğum şekilde koru. Koru ki senin rağmına yaşayayım. Sen bir yığın sorun içinde nefessiz kal ki, ben zirvede bol oksijen alayım. Sen öl, ben yaşayayım!”

0 yorum:

Yorum Gönder