13 Ağustos 2009 Perşembe

Selahattin’in Kitabı

İnsanın varoluşu onun zamana katılmasıyla mümkün oluyor. Akan zamanın içindeyseniz, kendinizi zamanın içinde hissediyorsanız varoluşunuz gerçekleşiyor. Zamana eklendiğiniz, zamanla iç içe aktığınız için yaşadığınızı hissedersiniz. Böylelikle ‘hiç’likten kurtulursunuz. Ama omuzlarınıza taşıyamayacağınız yük bırakıldığında, karşınıza çıkamayacağınız yokuş çıktığında, sizi uzanıp giden yola çıkaracak şevkten mahrum kaldığınızda ‘zaman’dan düşersiniz. Düşer, an’ın bir köşeciğine kıstırılırsınız. Zaman dışınızda, ağırca bir şeye dönüşerek akar. Sabahın akşamdan, akşamın sabahtan farkı kalmaz. Mevsimlerin de... Hem kışta üşür, hem de yazda… Çiçeklerin açması içinize bir bahar taşımaz. Bilirsiniz ki, o çiçekler solmak üzere açmıştır. Kesintisiz aynılık sürdüğünden; derin, koyu ve ağır bir sıkıntı kesilirsiniz.
Otuz yıla yakın bir süredir (ki bu yaşımın dörtte üçüdür) ‘sıkıntı’ kesilmiş bir ülkede yaşadığımı hissediyorum. Hissediyorum değil, hissediyoruz. Çünkü yalnız olmadığımı biliyorum. Nasıl yalnız olabilirim ki!? Bu ülkenin dağlarında kırk bin insan kurşunlanmış. Buna o kadar insanın ailesini, yakınlarını, sevdiklerini eklediğinizde, çıkan sayı neredeyse hepimizi içine alır. Bir şekilde hepimiz kurşun yemiş gibiyiz. Üzerine kan bulaşmış bir hayatı yaşıyoruz. Sevinçlerimiz bu yüzden günübirlik ve bu yüzden heyecanlarımızın rengi soluktur; hüzünlerimiz ise derin koyu…
PKK, Siirt’in Eruh’unda ilk kurşunları sıktığında, sayısını unuttuğumuz canlar vurulduğunda ve o gün kurşun atanlar ‘birkaç çapulcu’ olarak tanımlandığında on sekiz yaşında bir delikanlıydım. Bu ‘birkaç çapulcu’nun yaktığı ateşin içinde kurşunlananların sayısı kırk bin ile telaffuz edildiği bugün ise kırk iki yaşındayım. Aradaki zaman, sanki ‘biz’siz akmış, sanki yaşanmamış. Öyledir, çünkü geçen zamandan düşmüş gibiyiz. Geçen o kadar zaman; derin, siyah ve ağır bir sıkıntı olarak yaşanmış. Ülkenin ne sabahı, ne akşamı, ne baharı, ne kışı, hiçbir vakti asude bir mevsim olmamış. O kuytularında bin bir çiçek açan dağlarda gencecik insanlar vurulmuş, iç ceplerde taşınan resimlere kan düşmüş. Uzak yerlerdeki gariban insanlara kötü ve ağır haberler tez ulaşmış. Ateş düştüğü yeri yakmış! Geçen zaman içinde ülkenin her bir yerine ateş düşer olmuş. Kimisinin evladı, kimisinin komşusu, kimsinin bir şeyiymiş vurulanlar. Gelin görün ki, o kadar zaman geçmemiş, vurulanlar kırk bine ulaşmamış gibi, o çok korunaklı devletlular hep ilk günün cümlesiyle karşımıza çıkmışlar: “Büyük bir devletiz! Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacaktır! Çapulculara hadlerini bildireceğiz!”
Yok! Bu ülkede ne sabahın akşamdan, ne akşamın sabahtan, ne de mevsimlerin birbirinden farkı yok! Biz burada, bir döngü gibi hep aynı an’ı yaşıyoruz. Hayata çalışmayı unutmuş, ölmeye yatmış bir ülkede yaşıyor gibiyiz. Zaman durmuş değil, geçip gitmiş zaman, biz öylece kalmışız. An’ın bir köşeciğine kıstırılmış vaziyette sinmişiz. An kokmuş; burun kemiklerimizi kıracak derecede ağır ve ufunetli bir hava soluyoruz.
Kalbi diri, vicdanı ayakta, zihni uyanık, olup bitene kulak ve göz olanlar ne yapıyorlar? Sıkıntı kesilmiş ülkede, ağır bir yüke dönüşmüş zamanda dile sığmayan yaşanmışlığı ‘yazı’ya sığdırmaya çalışarak, hakikati ortaya çıkarıyorlar. Selahattin Yusuf gibi… Selahattin, 2003’te yaptığı askerlik günlerinin, o ‘yavaş zaman’ın dökümünü “Şafaktan Çok Önce” ismiyle kitaplaştırmış. İlginçtir! Yazarın askerliği, 1984 yılında ‘birkaç çapulcu’nun kurşunlarına hedef olan Siirt Eruh’ta geçmiş. PKK’nın kurşunlarına hedef olmuş ilk asker onbaşı Süleyman’ın karakolunda nöbet tutmuş Selahattin. Selahattin’in günlüğünden bir bölüm: “1984’ün 15 Ağustos’unda, yanımızdan yükselmiş bu taş minareden gelmiş ilk PKK ateşi. PKK Türkiye’ye ilk kurşunu buradan, minareden sıkmış. Birinci şerefeden santral odasını dakikalarca ateş altında tutmuşlar. Karakolun iletişimini kesmek için. Minarenin hemen yanındaki nöbetçi kulübesinin cezası yenilerde sona ermiş ve tekrar nöbetçi konmaya başlanmış. O nöbetçilerden biri de benim. Gerektiğinde bir kaplan gibi homurdanan otomatik G-3’ümün arkasında, küçük delikten aşağıya bakıyorum. Eruh’un gençleri, namlunun ucuna takılıveren gözlerini dakikalarca orada tutuyorlar. Aralarındaki Kürtçe konuşma birden heyecanını ve doğallığını yitirip alt perdelere iniveriyor. Namlu karşıdan bakıldığında afiyet kaçırıcı bir nesne olsa gerek, diye düşünüyorum. Namlunun ucundan, afiyeti kaçmış halde yürüyüp giden gençlere bakıyorum. Onların bu tuhaf bakışlarını nasıl ortadan kaldırabiliriz acaba? Namluyu, asıl işe yaraması gereken yerde nasıl kullanabiliriz? Yani onlarla aramızdan geçen kötü kara kediyi nasıl haklarız? Bir dil. Ortak bir dil lazım.”
Yıllar önce Nadire Mater, Güneydoğu’da savaşmış askerlerin anlatımlarını “Mehmedin Kitabı” ismiyle kitaplaştırmıştı. Anlatılanlar, hiç de dayanılası değildi. Otobüs terminallerinde omuzlarda taşınan ve intikam duygusuyla şişirilmiş sloganlarla uğurlanan askerler, gizlenen cinnetten haber veriyorlardı. Bu anlatımlardan okuduğum her bir cümle, bir kıymık gibi derinlerime saplanmıştı. Beni bu derece rahatsız eden bir ikinci kitap hatırlamıyorum. Bu kitaptan yıllar sonra, Selahattin Yusuf’un oralarda bir asker olarak bulunuşunun ‘yazıya dökümü’ olmuş kitabını elime aldığımda daha başka şeyler hissettim. Zira Selahattin Yusuf, aynı zamanda kalbi diri, vicdanı ayakta, zihni uyanık bir yazar ve şairdi. Gecenin bir vakti kitabı okumaya başlamış, iki saat sonra kitap bitmişti. Evet, Selahattin’in Kitabı daha bir şeydi. Mehmedin Kitabı’nda anlatılanlar çıplak duyguların serseriliği içinde insanın içine toslarken, Selahattin, orada yaşananları Wittgenstein, Dostoyevski, Ece Ayhan, Kafka, Adorno, Nietzsche, Buzzati eşliğinde okuyarak okuyucunun kalbine bırakıyor. Bir kere, Selahattin’in kitabı, bir asker günlüğü değildir; kalbine yaslanarak yazan bir entelektüelin, bütünüyle sıkıntıya dönüşmüş ülkesinin bir türlü haledilemeyen meselesinin yurdu bir yerde geçirdiği askerlik zamanında kalbine vuran ve zihnine üşüşen meseleleri konuşmasıdır. Şafaktan Çok Önce kitabı; zamanın hep aynı yaşandığı, dolayısıyla taşınmaz bir yük haline geldiği, yani çok yavaşladığı bir ülkede/askerlik günlerinde, yazarın zamanı kendisi için dayanılır kılma çabasıdır. Kitabı okurken, Cioran’ı; epey rahatsız eden, adeta yağmalayan, aynı zamanda da iyileştiren Ezeli Mağlup’u hatırladım. Selahattin Yusuf kitabına şu cümlelerle başlıyor: “Bir günlük yazmaya başlamakla, dişlerimi zamanın üzerinde boşuna denediğimin farkındayım. Onun, zamanın, böyle durup kalmasıyla örselenmiş ruhumu yazarak okşamaktan ve teskin etmekten başka ne yapabilirim? Onun, düşününce insanı dehşete düşüren kayıtsızlığı karşısında ne yapılabilinir? Bazen zamanın kendisinden başka hiçbir şey kalmıyor insana gerçekten. Kendi yüzüyle karşı karşıya bırakıyor sizi. Kaçacak, gizlenecek hiçbir yer yok.” Bu satırları okuduktan sonra kitaplığımdan çıkarıp baktığım Ezeli Mağlup’ta şu cümlelerin altını çizmişim: “Hayatın içinde varoluş ve zaman birlikte yürürler, organik bir birlik teşkil ederler. Zamanla birlikte ilerlenir. Sıkıntı içinde ise zaman varoluştan kopar ve bizim için dışsal bir hale gelir. Oysa yaşam ve fiil diye adlandırdığımız şey zamana eklenmedir. Zaman oluruz. Sıkıntı içindeyken artık zamanın içinde değilizdir.”
Askerlik yapanlar bilir. Şafaktan önceki her gün, bitmeyecek gibidir. Ve hemen her asker, o bir türlü geçmek bilmeyen koskoca yavaş zamandan gün düşürmeye çalışır. İlaç kokulu çaylarla değil belki, her günün sabahında defterine attığı çizikle bunu yapar. Selahattin Yusuf, bu yavaş zamana hem yurdum insanı delikanlılarla, hem de çapraz okumalara ev olmuş okuyucuların vazgeçilmezi soylu isimlerle tanıklık ediyor. Siirt Eruh’ta Dönüşüm’ü, Tatar Çölü’nü, Ölü Evinden Notlar’ı, Genç Werther’in Acıları’nı düşünmek nasıl bir şey, bunu Selahattin’in kitabından öğreniyoruz. Şafaktan Çok Önce, Siirt'ten İstanbul'a uzanan bir hikâyedir; edebiyattan felsefeye, toplum eleştirisinden siyasete bir yolculuk…
Taraf, 28.08.2008

0 yorum:

Yorum Gönder