25 Ağustos 2009 Salı

Yeryüzünde Şairane Oturanın Öyküsü

Çok garip… Sadık Yalsızuçanlar’dan öykü, anlatı, deneme, makale, metin okudukça yalnızlığım artıyor. Ne kadar fazlalık varsa üzerimden düşüyor, seyreliyorum.Kalbim giysilerinden sıyrılıyor; kalbim ile hayat arasına giren, kalbimi hayattan koruyan, hayatı kalbimden uzakta tutan ne kadar korunak varsa aradan çekiliyor, çöküyor. Hayat kalbime geliyor, kalbim hayata gidiyor. Birbirlerine akan iki nehir gibi birleşiyorlar. Kalbim hayatla, hayat kalbimle öpüşüyor. Bütün aidiyetlerim, kimliklerim, korunaklarım, sahip olduklarım yokmuş gibi oluyor; ben, yalnız ben kalıyorum. Ben ve hayat, ben ve ebediyet, ben ve acziyet, ben ve aşk, ben ve ayrılık, ben ve ölüm, ben ve doyumsuzluk baş başa kalıyoruz. Hayatın çetin soruları, hayatın şuh yüzleri beliriyor karşımda. Kalbimin dili çözülüyor, içimin ağzı açılıyor. Ve öylece, bir çelimsiz olarak kalıyorum.Onu okumak, yalnızlaşmakBen ne çok Sadık Yalsızuçanlar okuyorum. Yakaza’dan beri yazarım ne çok mektupla kapımı çalıveriyor. Daha dün gibi, Gezgin’in peşine düşüp gitmiştim, Cam ve Elmas ile içime doğru yürümüştü, Şey’de Hayyam’ın hikâyesine davet etmişti. Gariptir, şimdi de Garip ile çıkageldi. Ve ben de şimdi Garip’ten, gurbetin resmi garip bir hayattan çıkıp geliyorum.Sadık Yalsızuçanlar ne çok yazıyor ve onu okumakla yalnızlığım ne çok tebellür ediyor. O kadar okumadan sonra diyorum ki, Yalsızuçanlar çok yaşadığı için çokça yazıyor. Ve ekliyorum: Gecenin, soğuğun, acının, aşkın, vuslatın, ayrılığın, hayal kırıklığının, acziyetin, ebediyet arzusunun içinden geçen bir hayatın zihne, gönle ve vicdana attığı çentiklerden sızan can ağrısının bir iteklemesidir bunca öykü, bunca anlatı, bunca metin… Kitapları bir bilgi nesnesi olarak görmeyen ve bilginin tıkıştırıldığı kitaplara imza atmayan bir yazarla karşı karşıyayız. Bilgilen(dir)mek için değil, hayatın ve ‘kendi oluş’ mesuliyetinin gönlüne bindirdiği ağrılara şifa niyetine kitap ve yazıyla ‘olan’ bir ‘yazıcı’dan bahsediyoruz. Hayatın onca çekilmezliğine maruz kalırsanız, bu derece yaşarsanız yani, yazmayıp da ne yaparsınız?Yalsızuçanlar imzalı her öykü ve anlatıda dibine kadar bir yaşanmışlık hissediyorum. Bu derece yoğun bir yaşanmışlık var ki bu derece yazmak zorunda kalıyor. İçe atılan paket paket hapların üzerine boşaltılan fincan fincan acı kahvelerin dindiremediği ağrılardan sonra gelen öykü ve anlatıları okuyoruz kendisinden.Yalsızuçanlar okuyucuları bilir. Kendisi Hölderlin ile akraba bir gönül taşır. Bu yüzden çoğu yerde şairin, ‘Erdemle dolu, yine de ozanca barınır/İnsan bu yeryüzünde’ dizelerine vurgu yapar. ‘İnsan dünyada şairane oturur’ diyerek, ‘oturmalıdır, oturması gerekir’ şeklinde bir mesuliyeti hatırlatır. Biliyoruz ki, insan şairane bir gönül ve hassasiyet taşımadan yeryüzünde şairane oturamaz. Şairane bir gönül ve hassasiyet taşımak ise, çekilesi epey zor bir hayata yazılmak demektir. Örtülerinden kurtarılmış, tozları silinmiş ve parlatılmış bir kalp ile hayata gittiğinizde, olabildiğince etkilenmeye açıksınız demektir. Hayatın her bir şeyinden etkilenen kalpte hayret duygusu dirilir; tedirginlik, kaygı ve ürperti basar o kalbi. İnsan, dikey ve yatay bir yoğunluk ve derinlikte hayatı karşılamaya çalıştıkça, hayatta oturamaz hale gelir. Oturur kalkar biteviye. Kalkar, oturur, yine kalkar. Aralıksız yürüyemez de, durup durup düşünür. Düşünce onu kalkmaya zorlarken, yürümesinin bir noktasında içinde uçuşan ve çarpışan düşünceler yüzünden durmak zorunda kalır. Bu sebeple ‘yeryüzünde şairane oturmak’, aslında ‘oturamamak’tır. Çünkü içine bırakıldığımız yer, yani yeryüzü, yani dünya, derdi kendisi olan insana gurbettir. Bir diğer ifadeyle, ‘acı’nın yurdu… Öykücü haklı! ‘Acılardan büyük bir yer yok!’ Bundan olsa gerek ki, yeryüzünde şairane oturan (oturamayan) birinin öyküsü olan ve kitaba da ismini veren Garip öyküsü şöyle başlar: “Seni gecenin, soğuğun ve kalabalığın içinde görünce dilime gelen bu oldu: Garip. Sen garipsin. Görüyorum. Şimdi bu kanepede otururken gözlerine, onlardaki gurbete bakıyorum. Gurbetin bir resmisin sen. Seni sadece bu sözcük anlatabilir. Gurbet kimi insana hal, kimisine mekân olurmuş. Senin halin garip. Garip bir mekânda duruyorsun. Sessiz, öylece, saatlerce…”Evet, Yalsızuçanlar’ın son öykülerinden oluşan Garip isimli kitabı; aşkın, vuslatın, ayrılığın, hayal kırıklığının, can ağrısının, acının yurdu olan yeryüzünde şairane oturan (daha doğrusu, oturamayan) bir kalbe düşen gölgelerden oluşuyor. Kitabı oluşturan her bir öyküde; dünyaya düşen gölgesiyle dünyanın kendisine düşen gölgesi arasında uzlaşma arayan bir gönlün yaşadığı aşkı, çektiği acıyı ve maruz kaldığı parçalanmayı okuyoruz. Garip, çok garip öykülerle karşı karşıyayız. Başka ne olabilirdi ki!? Gezgin’de, Şey’de, Cam ve Elmas’ta ağrılarına şifa olsun diye arif gönüllerin ayak izlerinden giden bir yazıcının öyküleri kaçınılmaz olarak ‘garip’ olacaktır. Evet, Garip; yeryüzünde şairane oturmak gibi bir kaygıyla yaşayanın neticede oturamayışının öyküsüdür.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

bir kitabı sadık yalsızuçanlar yazar ,o kitabı da muhteşem bir uslupla nihat dağlı anlatırsa o kitap okunmaz mı
harika bir kitaptır garip

Yorum Gönder