27 Temmuz 2009 Pazartesi

Bu payda kurtluk vardır

İnsan denen varlığın olmazsa olmazlarına bodoslama çarpan Hüseyin Üzmez vakasının patladığı gün Erzurum’da kadınların oluşturduğu bir gruba konuşuyordum. O gün o kadınların karşısına başta epey incinmiş bir insan, sonra o kadar da mahcup bir erkek olarak çıkmıştım. İncinmişliğime ve mahcubiyetime vurgu yaparak konuşmaya başlama gereğini hissetmiştim.
Şunları söylediğimi hatırlıyorum: Bu topraklara doğmuş her erkek etrafındaki kadınlardan (kız kardeşinden, annesinden, eşinden, sevgilisinden) helallik dilemeden hayata gözlerini yumarsa bir ‘yara’ ile vefat etmiş sayılır. Çünkü biliyorum ki, içine doğulan toplumun ve sosyolojinin kurduğu ‘erkeklik’ bir hak gaspı üzerinde yaşanıyor. Bu erkeklik, adaletin ruhunu bozan fazladan bir paya sahiptir. Bu tarz erkekliğe ve fazladan paya öylece oturan, zamanla bunu temelli bir hak olarak kabullenen erkekler bununla yetinmiyor, etraflarındaki kadını bütünüyle silen fiillerin failleri olmaya gidiyorlar. Hüseyin Üzmez vakası, böylesi bir erkekliğin ve kurtluk yasası üzre yapılmış bir payın manşetlere düşüşüdür.
Hüseyin Üzmez vakası ilk günkü gibi kalmadı. Türlü halleriyle üzerimize gelmeye devam etti. Adli Tıp rezaletleri, gazete manşetleri, bunu bile ‘taraftarlık’ konusu yapan Türkiye halleri, insan olana baş eğdiren Üzmez çıkışları kötümserliği çoğalttı.
Oldum olası, hak gaspıyla çığırından çıkmış bu erkek tipi beni yaralar. Ama yetmişlerde bir adamın faili olduğu bu fiil sonrasında, hepimizde iyi karşılıklara sahip insanın ‘ihtiyar’ hali de yara aldı. Dede, beyamca, yaşanmışlıktan ‘yaş’ almış ihtiyar haller, Hüseyin Üzmez siluetiyle kirlendiler.
Üzmez’in rahmetle akrabalığı olmayan, somurtkan, ötekileştiren, saldırgan din dilinin üzerine düşen son fotoğrafı, insan olan her ne var ise hepsinin sükûtuydu. (Kurtluk da insana dairdir biliyorum. İnsan dediğim, insan olma imkânıyla doğanın kendini İNSAN kılma halidir) Bağırarak din diyeceksiniz, sonra…
Üzmez böylesi üzdükten sonra bütün incinmişliğimle sustum, susarak insan kalabileceğimi düşündüm. Ama gelin görün ki, insanı susturan fiiller ve failler konusunda epey bereketli bir auranın içindeyiz. Boşanmalarıyla, şişkin nafaka ödemeleriyle ünlü 71’lik işadamı (o da yaşlı, o da ihtiyar) Halis Toprak’ın 17 yaşında bir kızla evlendiği haberi gazetelerde yer aldı.
Haberi okuduğumda fotoğrafa öylece baktım. Epey bir yaşa işaret olan derin çizgilerle çökmüş yüzün sahibi Toprak ile ancak bol makyajdan geçirilerek büyükmüş gibi gösterilebilen taze yüzün sahibi ergen bir kızcağız!
Karşımdaki fotoğraf, bildik ülkemin bildik bir haliydi aslında. Buraların erkekleri ‘taze’lerin şehveti içinde andropoza giriyorlar. Para ve iktidara sahiplerse kendilerini durduracak her bir şeyi bir şekilde haledebiliyorlar. Hüseyin Üzmez, bağırarak ortalığa bıraktığı ‘din’inin olmazsa olmazı bağlardan azade ‘Ben ki gazeteci vurmuş adamım. Hem ne yapayım, kadınlar bana hayran’ diyebiliyor. Halis Toprak ise sahip olduğu para gücüne ve oturduğu iktidara yaslanarak, hayatında sayısı çoğalan genç kızların yaşlı kocası olarak karşımıza çıkabiliyor.
Halis Toprak’ın yeni evlilik fotoğrafını, Hüseyin Üzmez’inkine benzer veya en azından yakın/akraba bir şey gibi okudum. Benzer hisler yaşadım.
Sordum!
71’lik bir adam 17’lik birine nasıl düşer? Bu nasıl bir paydır böyle? 71’lik, kurt değilse 17’lik olanı alabilir mi? Bu payda bir kurtluk yok mu? Bakar mısınız rakamlara… 71’in tersi 17! Birisi hayattan çıkıyor, diğeri hayata daha yeni giriyor.
Evet, Üzmez çok üzdü! İnsanı hatırlatan tepkiler oldu. Ama Toprak!? Üzmemiş gibi. Ülkenin kadınlarından ve erkeklerinden bir incinmişlik haberi gelmedi. Vatan’dan Mutlu Tönbekici dışında tek bir itiraza tanık olmadım.
Toprak’ınki çok mu anlaşılır ve kabul edilebilir bir fotoğraftır?
Tamam, Toprak’ın fotoğrafında ‘rıza’ vardır. Ama bu rıza kime ve neye?
17 kızı bu ‘rıza’da bulunduran aura kötü değil mi?
Hayır farkındayım. Hak gaspı üzerinde kurulmuş erkekliği gönül rahatlığıyla giyinmiş ülkemin erkek nüfusunun bir düşüdür 17’likler. Ve hiç şüphesiz, 17’liklerini para ve iktidara eklemlemek isteyen kabarık bir anne nüfusumuz da vardır.
Farkındayım bunun! Biliyorum bunu, ancak bu, durumu daha da kötü kılıyor.
Demem o ki, Hüseyin Üzmez kadar Toprak da üzmüştür. Bugün de bir kadın kulağı, ince şeylere ayarlı bir kadın kalbi bulsam, aynı incinmişlik ve mahcubiyet içinde ona dil olur, konuşurum. Üzgünüm derim, böylesi erkeklikte ve payda bir kurtluk vardır.
Çok mu ağır konuşuyorum?
Hakaret! Asla muradım değil. İncitmektense incinmeyi tercih ederim. Ama durum kötü… Çiğ bencilliğin ve yaşlı kurtluğun masumiyete tecavüzüyle karşı karşıyayız. İtirazım buna…

21 Temmuz 2009 Salı

İzmir Sıkıntısı

Daha başta kuracağım cümle şudur: İzmir bana bir hikâye, okunası bir ömür armağan etmiştir! 1984’ün yazında o ceviz ağacının gölgesinde yanlış tercih yapmamış olsaydım, o yılın eylülünde İzmir’e bir üniversite öğrencisi olarak gelemeyecektim. Gelemeyecek ve ihtimal başka türlü bir hayatım olacaktı.
Neyse ki İzmir’deydim. Büyük şehirlerden biri olan Adana’da
liseyi okumuş olsam da bir taşralıydım. Denizin kıyısında yaşanan bir hayata evlik eden bir kente gelmiştim. Okuldan çıktığımda karşıma deniz çıkıyordu. Okulun amfisinde Medeni Hukuk hocasının anlattıklarını dinlerken deniz dalga dalga kordona vuruyordu. O zamanlar deniz şimdikinden daha yakındı kente, dalgalar daha bir sokulgandı. Deniz kentten henüz uzaklaştırılmamıştı, tonlarca moloz dökülmemişti böğrüne. Kıyı on metre yakınlıktaydı. Ve galiba o zamanlar İzmir’e daha sık ve daha uzun süreli yağmurlar düşerdi. Sanki rüzgâr daha bir sert esiyordu. Öyle olmalı ki, her yağmurda deniz hırçınlaşır, kıyıdaki işyerlerini basardı. Bütün bir kış, yol ve kaldırımların hep deniz koktuğunu hatırlıyorum. Banklar hep ıslak olurdu mesela. Kordonboyu daha çok denizdi, daha çok imbat…

Bir eylül günü İzmir’e gelmiştim. O güne kadar tınısını, hissiyatını bilmediğim bir havanın içinde kalmıştım. İmbat demişlerdi bu havaya, bu İzmir’in unutulmayacak ayrıcalığı imbat… İzmir bana imbat olarak kaldı. Her eylülde İzmir’e ilk kez gelmiş gibi çarpılır, ürperirim. İzmir’e çarpıla çarpıla ve bütün zamanları imbatın içindeymiş gibi yaşayarak İzmir kesildiğimi bir yıl kadar yaşadığım İstanbul’da fark ettim. Ne çok İzmir’e dönüştüğümü, ancak İzmir’de yaşayarak hayatı taşıyabildiğimi, biraz ‘İzmirce’ olan bir hayata yazıldığımı İstanbul’da geçen o bir yılımda gördüm. İzmir’e dönüşümde, bu geri dönüşü izah ederken şöyle demiştim: “İstanbul ‘hız’a ve ne şekilde olursa olsun ‘başarı’ya kilitlenmiş bir şehir. İstanbul’da hızlı ve başarılı olamayınca yaşayamıyorsunuz. Oysa ben çoktan ‘hız’ı ve ‘başarı’yı problemli görüyorum. ‘Hız’ı ve ‘başarı’yı dayatan tasavvurdan düşmüş, kuytumda ve sükûnetimde kendimi kurmak hülyasına kapılmışım. Yani İstanbul’dan çok, ‘pijamalı hayat’ın başkenti İzmir’e aidim.”
Sanıyorum anlaşılmıştır; ben bir ‘İzmirsever’im! 1984’ün eylülünde İzmir’e düşmüş o taşralı yüreğim bugün baştan ayağa İzmir’e serilmiştir. Öyle ki, sıklıkla yaptığım şehirdışı yolculuklarımın daha başlarında İzmir’den ayrılıyor oluşun kırıklığı içinde kalırım. Gittiğim şehirlerin en güzel tarafı İzmir’e dönüşleri olur benim için. Biliyorum; durumum rasyonel değil, irrasyonel! Ama böyleyim, İzmir’in her haline çokça aşinayım. Türkiye’deki İzmir’i, İzmir’deki Türkiye’yi görebildiğimi, okuyabildiğimi düşünüyorum. Şunun da farkındayım: Her sevgi ilişkisi bütünüyle olumluyu barındırmıyor. İzmir’de yaşanıp giden her şeye katıldığımı, buradaki her şeyin yolunda gittiğini söyleyemeyeceğim. Zira İzmir’in son halleri bana epeyce problemli geliyor.

İzmir’in bu son halleri gazetelerde de tartışmaya başlandı. Her yıl, baharla birlikte yüzünü İzmir’e çeviren, yaz aylarını İzmir’in kıyılarında geçiren Haşmet Babaoğlu Sabah’taki köşesinde bir yazı yayımladı. “İzmir’i Özlemek” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“İnsan bir şehri bu kadar özler mi? Aylar geçip tekrar o şehre geldiğinde kalbi özel bir randevuya hazırlanıyormuş gibi çarpmaya başlar mı? Her seferinde kendime şaşırıyorum. Karayoluyla geliyorsam Spil dağı eteklerinden Bornova'ya indiğimde, havayoluyla geliyorsam daha havaalanı terminalinden çıkıp Gaziemir havasını kokladığımda bile... Bir tuhaf sevinç sarıyor içimi! Oysa sorunu çok bu şehrin! Öyle uzaktan güzellemelerle anlaşılacak gibi değil!
Betona ve gecekondulaşmaya teslim olmuş, yeşili şaşılacak kadar az bir şehir İzmir... Tarihsel özelliklerine özen göstermeyi uzun yıllar savsaklamış, modern şehircilik ve mimariyle tanışmayı da geciktirmiş bir şehir... Ekonomiden kültüre her alanda sıkıntılı bir şehir... Üstelik biraz ‘gidin başımdan, beni rahat bırakın’ havasında... Bir yandan da sorunlarını aşma telaşında... Ama öyle farklı bir ‘ruh’u, öylesine içten bir ‘yaşam sevinci’ var ki! O ruh, o sevinç duygusu şehrin herhangi bir sokağına adım attığın anda seni etkisi altına alıveriyor. Hele sahile doğru indin mi, bir akşamüstü... O atmosferi bir kez içine çektin mi... Hele dostlar edindin mi... Öyle bağlanıyorsun ki İzmir'e, bir daha kopman zor!”
Bu yazı sonrasında Hürriyet gazetesi İzmir doğumlu, bir süre İzmir’de yaşamış, ama şimdilerde İstanbul’da ikamet eden kimi isimlere, ‘İzmirli olmak nasıl bir şeydir?’ sorusunu yöneltti. Cevapların toplamı şöyle bir şeydi:
Bu İzmir güzellemeleri üzerine, Vatan’ın sahici ve hakikatli kalemlerinden Mutlu Tönbekici köşesinde, “İzmirli olmak İzmir’in lağım kokusunu görmezlikten gelmektir” dedi. Tönbekici hep bunu yapar; adalete ve hakikiliğe ayarlı vicdanının emrine verdiği kalemiyle ‘ben bu oyunda yokum!’ der. Bu yazıda da bunu yaptı. Basındaki İzmir güzellemelerinin temelsiz olduğunu verilerle ortaya koydu. Kendisinin de bir İzmirsever olduğunu, ancak şimdilerde hiç de güzellemelerdeki gibi bir İzmir’in olmadığını anlattı. İzmir’e güzelleme yapan naif adamların gözünden kaçan veya görmek istemedikleri bugünkü İzmir’den fotoğraflar verdi. Güzellemelerdeki İzmir’in eskilerde kaldığını, artık çirkin, yoksul ve donuk bir İzmir’in olduğunu söyledi. Son yıllarda ekonomide, kültürde, siyasette, futbolda epey gerilere düşen İzmir’e işaret etti. Burada hayatın durduğunu, denizin koktuğunu, belediyesizliğin tavan yaptığını, İzmir’in tek bir yaşam biçiminin bekçiliğine soyunarak hoşgörüsüzleştiğini belirtti. Şu satırlar onun:
“Ne bir İzmir sanatından söz edebiliyoruz, ne bir İzmir markasından, ne bir İzmir tarzından. Varsa yoksa gevrek, çiğdem ve güzel kızları... Bir de bu ‘hoşgörü’ meselesi pek ‘hoş’ doğrusu. ‘Neye’ hoşgörüden söz ediyorlar acaba? Sadece ve sadece kendilerine olabilir mi? Kendimizi çok hoş görürüz biz. Yani o kadar olur. Zira ‘türbanlı kızlar üniversiteye alınsın’ veya ‘oğlun eşcinsel’ dediğin anda İzmirli hoşgörüsünün, sözüm ona ‘açık görüşünün’ nasıl yalan, nasıl uydurmaca, nasıl sadece kendine yontmaca bir şey olduğunu, ‘Avrupalıdan daha Avrupalıyız ayol’ diyenlerin daha Avrupa’nın A’sını kavrayamadığını, medeniyet, hoşgörü dedikleri şeyin ‘bildik’ sınırlar dâhilinde Kordon’da rakı içmekten ibaret olduğunu anlayıverirsin. (Demem o ki) İzmirli olmak İzmir’in BOK koktuğunu görmezden gelmektir. Bu şehre ilk defa 26 yıl önce geldim, yaşadığım sürece lağım kokuyordu, dün geldim (30 Mayıs 2009) yine lağım kokuyor. Karşıyaka’da cam açmak mümkün değildi o kadar diyeyim. Bu insanların bu çekisi nedir, bu nasıl bir beceriksizlik, nasıl bir ‘yönetememek’, nasıl bir belediyesizliktir hakikaten anlamak mümkün değil.”
Tönbekici bunları yazdı ve tabii ki İzmir’in o altı çizilen ‘hoşgörüsü’nden epeyce nasiplendi. Yeni Asır’dan Öncel Öziçer, Hürriyet’ten Yılmaz Özdil, Vatan’ın İzmirli okuyucuları Tönbekici’ye İzmir’in o ‘güzelim’ söylevlerinden bir demet sundular.

Bu tartışma ortaya koydu ki, bir ‘İzmir Sıkıntısı’ var. Ve bu, Baudelaire’nin Paris Sıkıntısı’na hiç benzemiyor. İzmir Sıkıntısı’nı, son yerel seçimlerde netleşen İzmir fotoğrafından okunabileceğini düşünüyorum. Hayır, derdim bir seçim yazısı yazmak değil, benimkisi, İzmir’i okuma ve anlama çabası sadece. Konumuz İzmir, dersimiz İzmir yani…

İzmir, yerel yönetimin ortaya koyduğu hizmetleri, yeni dönemde gerçekleştireceği projeleri değerlendirerek seçimde bulunmadı; başkanları değil, kendini seçti. Kime ve neye evet dediğinden çok kime hayır dediğiyle öne çıktı. Çıkan sonuç, ne son on yılda yapılmış hizmetlerin yeterliliğine ne de mevcut belediyeciliğin nitelikli bir İzmir’i gerçekleştireceğine işarettir. İşin bu tarafıyla ilgilenilmedi, birilerine ‘hayır!’ denildi sadece.
Topyekûn kilitlenmiş bir İzmir fotoğrafıdır bu. Üzerine kapanmış bir kentle karşı karşıyayız. Kurgulanmış bir kimliğin kalesi olma sürecine girmiş, son tercihiyle de bu kimliğin ‘kale’si olduğunu göstermiş bir İzmir. İzmirliler şimdi bu kalenin dört duvarı arasındadırlar. ‘Dışarı’ya, farklı olana kapanmış bu kalenin içinde ‘tek’liğin hükümranlığı gelişiyor. Gönüller rahat olsun; İzmirliler ‘başkası’na kapanmış, ‘biz’le kalmıştır. Başka renklerin, seslerin ve dillerin kendine karışmasına müsaade etmemiş, renkten renge girmemiştir. Hayatın çok renkliliğine karşın, o tek bir renkte karar kılmıştır. Türkiye Türklerindir, İzmir ise tek bir partinin, tek bir yaşam biçiminin, tek bir hakikatin…

Kentlerin bir ruh ve kimlik edinmeleri önemlidir. Ancak başka ruhlar ve kimliklere kapanmaları da ölümlerine davetiyedir. ‘Başkası’na kapanmış kentler, yerlileri için hapishaneye dönerler. Rüzgâr geçirmez çitlerle çevrilmiş kimliklerinin dört duvarı arasında hayatsız kalınır. Vehimler ve kurgulanmış korkular içinde gerçeklikten koparlar.
İzmir böylesi bir tehlikeyi davet etmiştir. Sahibini tahdit (sınırlayan) başkasını ise tehdit eden bir kimliğin kenti olduğunu benimsemiştir. Çok da sağlıklı olmayan, en azından problem içeren bir kimliğin ‘malı’ kent olmuştur. Kendisinin ne olduğu ve nasıl yaşadığıyla ilgili olmayan, kime karşı olduğuyla motive olan naif bir hal içindedir. Dinamiklerini hareketlendirip yaşanılır hale gelemiyor, ‘öteki’ olarak gördüğüne duyduğu buğz üzerinden var oluyor.
İzmir üzerine kapandığı için dışarıyı görememektedir. Uzaklarda nasıl bir hayatın aktığından habersiz yalnızlığına sarılmaktadır. Kolları başka bedenleri değil bedenini sarmaktadır. Aynada kendini seyretmekte, gözlerinin boşluğuna düşmektedir. Yolu başka dillerin cümlelerine düşmemekte, farklı mutfakların tatlarıyla karşılaşmamakta, bildik bir otobanın ‘düz’lüğünde seyretmektedir. Ezberin ve tekrarın içinde hayatın türlü hallerinden yoksun kalıyor.
Bu ölümcül bir şeydir. Biliyoruz ki insanı benzeri öldürüyor. Farklı olanla karşılaşmayı, tanışmayı erteleyen insan üzerine kapanır ve çürür. Kent de öyledir! Tek rengin, tek dilin, tek sesin, tek kimliğin içine düştüğünde, hareketten ve coşkudan mahrum kalır. Kimliğini kendisine hapishane kılmış bir kent zaman içinde susar. Uzun uzun susar ve çürür.
İzmir ne yazık ki böylesi bir kent olma yolundadır. Niteliğe, hayata, kendisinde yaşananlara değil, kimliğe oynuyor. Son on yıldır İzmir’de rüzgâr esmiyor. Ne yapılanmasında, ne ekonomisinde, ne kültüründe, ne sporunda ne de hayatında yaprak kıpırdamıyor. Yollar delik deşik! Bir türlü bitmeyen bir metro ve raylı sistem, gittikçe kirlenen ve şimdilerde tekrar kokmaya başlayan bir körfez! Ancak kasaba belediyeciliğinde anlaşılır olabilecek bir belediyecilik, bir hantallık!
Evet, İzmir böyle bir yer oldu. Oldu çünkü o kendini ‘aziz’ bir kent olarak ilan etti. Aziz! Maksuduna varmış, yolculuğunu bitirmiş, ‘ermiş’ bir kent yani. Bulunca, sona gelince, erince niçin arasın ki! Yeni şeylerin arayışı, mevcutla yetinmemekten doğar. İzmir ise, hakikatine dair bir şüphe içinde olmadığı kimliğini her şeyi olarak görüyor. Ne bitirilemeyen projelere, ne delik deşik yollara, ne kokan denize, ne de kendisinde tek bir yaprağın dahi kıpırdanmayışına bakıyor. Öylece duruyor. Baştan ayağa sıkıntı kesilmiş bir kent sanki…

“İzmir açık, ileri görüşlü, özgüveni yüksek ama ukala olmayan bir nesil yetiştirir. İzmirliler, herkesten çok toleranslıdır. Tutkular uğruna yapılan her şeye tahammül gösterirler, İzmir taşra sıcaklığında, metropol medeniyetinde bir yerdir. İzmirli geniş bakar, geniş düşünür, yüksek sesle konuşur, karşıdan yükselen sesi de dinler, kabul etmese bile onunla birlikte yaşamayı bilir.”

19 Temmuz 2009 Pazar

Fuat Sezgin: Bilim tarihinin yapıbozumu


Tarihin galipler tarafından yazıldığının altı çizilir. Doğrudur, galiplerin yazdıkları dışında bir hakikatin olmadığı sanısı yaygın bir kanaattir. Bu kanaati paylaşmayanlar, bununla çelişen unsurlara dikkat çekenler beyaza düşmüş leke muamelesini görürler. Mesela Uygarlık Tarihi Batı’nın tarihi olarak okunur; Yunan ile başlatılır, Batı ile devam ettirilir. Yunan’ın ve Batı’nın dışındaki katkılar ya görmezden gelinir veya dikkate değmez ayrıntılar olarak geçilir. Modern bilimin doğuşu, gelişimi ve son tahlilde aldığı hal hep Batı’dan görülmüştür. Türk modernleşmesi kendini bu yorum içinde kurduğu için, o da genelde dinin, özelde İslam’ın bilim tarihine, dolayısıyla uygarlık sürecine katkısını görmemiştir. Bu yüzden yolu okullara düşmüş her Türkiyeli zihne şu cümle düşmüştür: Dinin, bu topraklardaki haliyle İslam’ın bilim ve ilim konusunda sözü yoktur. İlmin, bilimin, gelişmenin, tekniğin, son kertede uygarlığın membaı/yurdu Yunan, sonra Batı’dır.
Bilim tarihi bu netlik içinde okunmuş ancak bilimsel düşüncenin o uykusuz şüphe kurdu da boş durmamış, uyandırdığı zihinler yola koyulduklarında başka türlü bir tarihle karşılaşmışlardır. Dünyada yaşayan en önemli bilim tarihçilerinden biri olarak kabul edilen Prof Fuat Sezgin müdekkik ve eleştirel bir zihinle yaptığı araştırmalar sonrasında devasa bir külliyata imza atmış, böylelikle mevcut bilim tarihi bir yapıbozum geçirmiştir. Hoca bilimin Yunan kökenlerini redetmiyor, on altı yüzyılın sonlarından itibaren beliren Batı’nın üstünlüğünü de inkâr etmiyor. O artı bir şey yapıyor: Kayıp, karanlıkta bırakılan bir döneme dair, “8. ile 16. yüzyılları arasındaki dönemde kim ne yapıyordu?” sorusunu sorarak şu değerlendirmede bulunuyor: “Dayatılan bir tarih anlayışı var ve bunu bir türlü kıramıyoruz. Bir şablon halinde hepimizin bildiği ve okuduğu bu tarihe göre bütün ilimleri Yunanlılar kurmuş, aradan hiçbir şeyin yapılmadığı asırlar geçmiş, 16. yüzyılın sonlarında Avrupalılar yavaş yavaş bu ilimleri tekrar elde etmiş ve geliştirmeye başlamışlar. Peki! Bu ilimler Avrupalıların eline nasıl geçmiş? Gökten mi inmiş, bir anda bilim adamlarına vahiy mi gelmiş? Yok, böyle bir şey! Hangi coğrafyadan geçmiş, hangi muhteva ile aktarılmış, bunları göz ardı etmiş ve uzun zaman içinde de unutturmuşlar. Bilim tarihi kitaplarında bu hakikat görmezden gelinmiş.”
Dayatılan tarihin görmezden geldiği, unutturduğu bu kayıp dönemin ortaya çıkışına ömrünü vermiş dev bir isimden, Prof Fuat Sezgin’den bahsediyoruz. Unutturulan, üzeri örtülen bir dönemin mevcut bilim tarihini nasıl sakatladığını, Fuat Sezgin’in bilim tarihini nasıl yeniden yazdığını, geçtiğimiz günlerde Yitik Hazine Yayınları arasında çıkan “Yitik Hazinenin Kâşifi: Fuat Sezgin” isimli kitapla çok açık öğrenmiş oluyoruz. Üniversitede Biyoloji Tarihi dersini veren Prof Dr İrfan Yılmaz imzasıyla yayımlanan kitap, Fuat Sezgin’in biyografisiyle birlikte sahih bir bilim tarihinin kuruluş hikâyesini ortaya koyuyor.
Fuat Sezgin Hoca’nın akademisyenliği, araştırmaları, vardığı sonuçlar, ortaya koyduğu hizmetler dayatılan bilim tarihinin yapıbozumu gibi duruyor. Hoca, 1940’lı yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü’nde, “İslami Bilimler ve Oryantalizm” alanında öncü bir yere sahip olan Hellmut Ritter’in yanında öğrenim görür. Objektif, dahası insaflı bir oryantalist olan Ritter, bilim tarihinde bilinenin dışında bir hakikate işaret eder. 8. ile 16. yüzyıl arasında Müslüman ilim adamlarının ilme ve keşiflere yaptıkları katkıları aktarır, modern bilimin bir anlamda bu katkılarla mümkün olabildiğini söyler. Bu tespit Fuat Hoca’nın hikâyesini, bilim tarihçiliğini kurar. Ritter’in disiplini içinde çalışmaya koyulur. Birden fazla dil öğrenir, çalışacağı konuyu hayatının merkezine oturtur. 1960’da gerçekleşen darbe sonrasında istenmeyen 147 akademisyenden biri olur. Bunun üzerine kendisini davet Frankfurt Üniversitesi’ne gider, çalışmalarını orda sürdürür. Bilimsel çalışmalarının ağırlık noktası, Arap-İslam kültürünün tabii bilimler tarihidir. 1966 yılında profesör olur. Yaptığı çalışmalar sebebiyle 1978 yılında Kral Faysal Ödülü’nü kazanır. 1982 yılında Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimler Tarihi Enstitüsü’nü kurar. Bu enstitünün halen direktörlüğünü yapan Hoca, bugün Bilim tarihçilerinin müracaat kaynağı eserlerden biri olan ve en son 15. cildi çıkan “Arap-İslam İlimleri Tarihi” çalışmasıyla, bu paralelde devam eden hizmetleriyle kurucu ruhlardan biri olduğunu gösteriyor. Hoca’nın şu değerlendirmesi bu hakikatin bir ifadesidir: “Benim mensubu olduğum bir ilim, kültür ve medeniyet dünyası var. Çok derinlere inen sağlam bir medeniyete beşiklik etmişiz. Fakat yüzyıllardır bu medeniyetin görmezden gelindiğini, hakkının yenildiğini, tahkir edilip bütün yaptıklarının elinden alındığını ve ona zulmedildiğini gördüm. İslam medeniyetinin bu göz kamaştıran birikimini ve dünya bilimine yaptığı büyük katkıları dünyaya tanıtmayı gaye ittihaz ettim. Bu gayretimin bir kısmı sadece bilim dünyasına hizmettir, ama diğer çok mühim bir gayesi ise koskoca bir İslam âleminin yitirmiş olduğu kendine hürmeti, güveni ve insanlık tarihindeki yerini hatırlatarak kaybettiklerini iade etmektir.”
Fuat Sezgin Hoca’yla yapılmış birebir görüşmelerin notlarından, başka mecralarda yaptığı konuşmalardan ve kendisine dair yapılmış çalışmalardan hareketle hazırlanmış “Yitik Hazinenin Kâşifi: Fuat Sezgin” kitabı, hem Türkiye’nin çok da gündeminde olmayan kurucu bir zihni tanıtıyor, hem de ‘yitik hazine’nin ne olduğunu gösteriyor. Fuat Hoca’nın hikâyesi ve bu hikâyeye biriken hizmetler, başka türlü bir bilim tarihi olarak okunmayı bekliyor.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Balkanlardan döndüm(mü?)

On yıl kadar önceydi. Ege Tıp Fakültesi’nde okuyan bir öğrenci grubuyla buluşmuştum. Edebiyat, hastalık, modern tıp, psikiyatri, modern psikiyatri, anti-psikiyatri… Bu konular etrafında yaptığım okumaların sonuçlarını konuşmuştum. Gruptan birisi olan Bilgin Sait o sıra yeni çıkmış Hiçkimseye Mektuplar isimli kitabımı okumuş, nereden konuştuğumu biliyor olmanın yakınlığıyla sorularını peş peşe sormuştu.
Kosova’nın Gilan şehrinde doğan, orada büyüyen, Ege Tıp Fakültesi’nde okuyan Bilgin Sait ile tanışıklığım o gün başlamıştı. Bilgin Sait’i çok sevdim. Bütün okumalara açık bir zihni vardı. Edebiyattan felsefeye, tarihten sosyolojiye sarkan okumalarına, müziğe, mimariye, klasik İslam sanatlarına yakınlığı eşlik ediyordu. Görüşmelerimiz ve sohbetlerimiz öğrenciliği süresince devam etti. Kitaplar konuştuk, müzikler dinledik, filmler seyrettik, yolculuklara çıktık. Bilgin sıklıkla Balkanlara dikkat çeker, doğup büyüdüğü toprakların Osmanlı medeniyet perspektifine yaptığı katkının farkına işaret ederdi. Ve bugün Balkanların nasıl bir şeye dönüştüğüne, neyi çağırdığına…
Kosova Gilanlı Bilgin Sait’i o gün tanımamış olsaydım, bugün bir Balkan seyahati yapmış olmayacaktım. Özbekistan’ı, arkasından Suriye’yi gezen arkadaş grubumuzun üyesi olan Bilgin, bu yılki seyahatimizi Balkanlara yapmamızı sağladı. Bilgin’i yoğuran toprakları, dahası ruhu merak edip sevmemek mümkün değildi. Tarihin, edebiyatın, anlatıların, hayatların içine sızıp orda yaşamaya devam eden bir ‘Balkan acısı’ da vardı. Yanımıza bu acıyı alıp Bilgi’nin çağrısına ve davetine icabet ettik. 4 Temmuz günü İstanbul’dan kalkan uçak bizi Üsküp’e indirdi. Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Kosova’yı gezmek, orada öylece kalmış yanlarımıza dokunmak istiyorduk. Bu seyahatte bize rehberlik eden İbrahim Bey, şoförlüğümüzü yapan Mamuşalı Ömer ve sevgili Bilgin bizi havaalanında karşıladı. Grubu organize eden, besleyen, diri tutan Halil Çelik aylar öncesinden gezeceğimiz yerler ve göreceğimiz yapılarla ilgili dosyaları hazırlamıştı. Her mekâna bir dosya… Mekâna giderken mekânla ilgili bilgileri okuyacak, vardığımız yerde bildiğimiz bir mekâna dokunmuş olacaktık.
On bir gün süren bu seyahatten döndüğüm günün akşamında bu yazıyı yazıyorum. Gezdiğim, gördüğüm ve artık benden bir şey olan Balkanlar her bir tarafıma sinmiş durumda; sesi, kokusu, hikâyesi, acısı, hüznü, tadı, sessizlikleri, trajedisi, kavgası, asaleti… Seyahate çıkarken, seyahat boyunca her akşam o günü yazmayı düşünmüştüm. Uzun ve yoğun geçen günün akşamında otel odama çekildiğimde bunu yapamayacağımı anladım. Gün bütün ağırlığıyla üzerime çökmüş, okuduklarım ve gördüklerim bütün yoğunluğuyla beni sarmış oluyordu. Maruz kaldığım şey(ler)e dışarıdan bakamıyordum. İçimde birikenler tez vakitte yazıya taşınacak gibi değillerdi.
Üsküp, Kalkandelen, Gostivar, Ohrid, Manastır, Struga, Elbasan, Sarenda, Berat, İşkodra, Budva, Sancak, Prizen, Priştina ve Gilan kentleri… Tekkeler, camiler, çeşmeler, kitabeler… Köprü dergisi etrafında toplanmış Üsküplü genç entelektüeller, Balkanların hikâyesiyle kurulmuş bir ömrün sahibi Avni Engüllü, coşkulu ve dertli Hacı Maksud, Balkan estetiği ve asaletiyle Yıldız Ali Hanım, Tekke terbiyesinin nişanesi gibi duran Cemal Efendi, vardığımız yerlerin kalbine kondurulmuş Türk okulları ve bu okulların etrafında büyüyen hayatlar, Enver Hoca’nın marifetiyle hapishaneye dönüşmüş Arnavutluk’tan geriye kalan boğuk fotoğraflar, Karadağ’ın muhteşem kıyıları, bir Kosova akşamında bizi ağırlayan şair, yazar, ressam ve işadamlarının o yakıcı sözleri, bir Türk kasabası olan Mamuşa’da kaptanımız Ömer’in evinde yediğimiz unutulmaz börekler, Ömer Bey’in kıymetli eşi ve sevgili çocukları, Priştina’da Adalet Partisi’nden Süleyman Çerkezi’nin dikkate değer çözümlemeleri, Kosova Demokratik Türk Partisi’nden genç yöneticilerin umutları, rehberimiz İbrahim Bey’in muhteşem eşi, kızları, gelini, oğlu Tamer ve çok sevimli torunları, İbrahim Bey’in evinin bahçesinde akşam serinliğinde yediğimiz o muhteşem mantı, Gilan’da bizi akşam yemeğine alan Bilgin’in halası ve hala çocukları… Makedonya ile Arnavutluk sınırında kafilemize katılan, bizimle seyahate niyetli, ama bir şekilde ayrıldığımız İngiliz kızı öğretmen Keti… Namaz kıldığımız camiler, sularından yudumladığımız çeşmeler, makiyatolar içtiğimiz cafeler, kendimizi sularına bıraktığımız Adriyatik denizi, kaldığımız otellerin geceleri…
Yazıya sığdıramayacağımı bildiğim bu Balkan seyahatinden başka biri olarak döndüğümü söylemekle yetineyim. Makedonların, Arnavutların, Türklerin, Sırpların, Çingenelerin iç içe geçişlerinde patlayan çatışmaların ve renklerin coğrafyası Balkanlara yaptığım bu seyahat sonrasında Türkiye’ye başka açıdan bakma imkânı buldum. Bir yaşanmışlığa, bir deneyime yolculuk yapmışım. Türkiye’ye döndüm mü bilmiyorum. Gezdiğim o kadar yeri, dinlediğim ve hissettiğim o kadar şeyi, fark ettiğim o kadar ayrıntıyı beraberimde getirmişken oralardan döndüğümü nasıl söyleyebilirim? Balkanlar’dan Türkiye’ye mi, Türkiye’den mi Balkanlar’a bakıyorum, belli değil.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Dışarıya çıkın!

Anlatmaya gerek yok, yaşıyor ve biliyorsunuz. Kent ve hayat; sarı, nemli ve ağır sıcakların avuçları içinde vıcık bir eriyiğe dönmüş gibi. Ev içleri bu mevsimde hayata evlik edemiyor. Evlerden dışarıya firar var şimdi; balkonlara, kentin serin mekânlarına, kıyılara kaçış…
Evlerin dışına çıkabilmek bir imkândır. Evin dirilere kabir de olabileceğini, dışarıya çıkamayanlar, yatalak hastalar iyi bilir. Dışarıya çıkıldığı, başka yerlerde zaman geçirildiği için evler özlenebiliyor ve kendilerine dönülüyor. Evimizin ne mene bir şey olduğunu ‘dışarı’dan öğreniyoruz. Başka evleri görerek, evlerimizin eksiğini veya fazlasını tespit ediyoruz. Evlerimiz(d)e mahkûm olsaydık, evimiz bizlere hapishane, dahası kabir olurdu.
Sınırları iyice çizilmiş siyasi vatanları da ev gibi düşünürüm. Bir gün olsun sınırlardan dışarıya, başka ülkelere gidememiş ‘vatandaş’, ülkesin(d)e mahkûm biri gibi gelir bana. Başka bir ülkeyi görmediği için ülkesini her şey görmeye başlar ki, bu kendisi için yoksulluk alameti olur. Her ne olursa olsun ülkesinden çıkamadığı için de ülkesi ona zindan olur.
Yirmi birinci yüzyılın Misak-ı Milli Türkiyesi, biraz böyledir. Artık bütün bir Türkiye’yi ifade etmediğini, Türkiye’yi çizilmiş sınırlar içinde okuyan ve yaşayan ‘vatandaş’ın ise yoksullaşmış bir mahkûm olduğunu düşünürüm. Bana öyle geliyor ki, keskin hatlarla çizilmiş ve mayınlarla döşenmiş Misak-ı Milli sınırları kadar düşünen ve yaşayan ‘vatandaş’, sarı sıcaklarda ev içlerinde yaşamak zorunda kalmış yatalak bir hastadır.
Çok renkten oluşmuş ‘Büyük Türkiye’nin mevcut sınırlara mahkûm edildiğini, oysa Türkiye’nin büyük kısmıyla dışarıda bırakıldığını biliyorum. Bunu, her yıl bu mevsimde bir grup arkadaşla bugünkü Türkiye’den ‘Büyük Türkiye’ye yaptığım seyahatlerden biliyorum. İlk kez yurtdışına çıktığımda, Özbekistan’da Taşkent’i, Semerkant’ı, Buhara’yı gezdiğimde fark etmiştim: Türkiye çok daha başka bir şeydir. Özbekistan’dan sonra Suriye’ye gittim; Halep’i, Hums’u, Hama’yı ve Şam’ı gördüm. Bu seyahatte de aynı şeyi fark ettim: Türkiye çok dar bir alana sığdırılmış, dolayısıyla yoksullaşmış.
Şimdi siz bu satırları okurken, aynı arkadaş grubuyla Balkanlar’ı geziyor olacağım. Programımızda Kosova’yı, Makedonya’yı, Arnavutluk’u ve Karadağ’ı gezmek, görmek, okumak var. Niyetimiz, oralarda ‘Büyük Türkiye’nin izlerini bulmak... Program iki ay öncesinden planlandı; gidilecek yerlerle ilgili kitaplar okundu, güzergâh çizildi ve 4 Temmuz itibarıyla İstanbul’dan Üsküp’e uçuldu.
Evet, ev içleri sarı sıcaklara teslim olmuş durumda. Hayat şimdi güneş görmeyen serin balkonlarda, denizin usulca sokulduğu koylarda, ovalara bakan dağ yamaçlarında, ağaç gölgeliklerinde. Mevsim, evlerden dışarıya uzanma vaktidir.
Ve bugünkü Türkiye!
Hukuka oturmayan yapılanmaların hukuk dışı yönelimleri bitmek bilmiyor. Hepimizin olan üzerinde kurulmuş ‘gecekondu’ tarzı iktidarlar olmadık yollar deniyorlar. Türkiye’yi Türkiyelilere bırakmak niyetinde değiller. Hukuksuz gasplarla vuruluyor ülke, daraltılıyor, yaşanamaz kılınıyor.
Bugünkü Türkiye’den ‘Büyük Türkiye’ye gidişler mevsimindeyiz. O çizilmiş sınırlara sığmayan Türkiye görülmeli ve bilinmeli ki bugünküyle yetinilmesin.
Ben şimdi ‘Büyük Türkiye’de yolculuktayım. ‘Dışarı’da bırakılan, uzaklarda unutulan seslerin ve renklerin içinde geziniyorum. Şüphesiz, yediğim ve içtiğim bende mahfuz kalacak, ancak gördüklerim bir şekilde benden dışarı sızacaktır. Bir ‘Balkan Günlüğü’yle dönebilirim.