Daha başta kuracağım cümle şudur: İzmir bana bir hikâye, okunası bir ömür armağan etmiştir! 1984’ün yazında o ceviz ağacının gölgesinde yanlış tercih yapmamış olsaydım, o yılın eylülünde İzmir’e bir üniversite öğrencisi olarak gelemeyecektim. Gelemeyecek ve ihtimal başka türlü bir hayatım olacaktı.
Neyse ki İzmir’deydim. Büyük şehirlerden biri olan Adana’da
liseyi okumuş olsam da bir taşralıydım. Denizin kıyısında yaşanan bir hayata evlik eden bir kente gelmiştim. Okuldan çıktığımda karşıma deniz çıkıyordu. Okulun amfisinde Medeni Hukuk hocasının anlattıklarını dinlerken deniz dalga dalga kordona vuruyordu. O zamanlar deniz şimdikinden daha yakındı kente, dalgalar daha bir sokulgandı. Deniz kentten henüz uzaklaştırılmamıştı, tonlarca moloz dökülmemişti böğrüne. Kıyı on metre yakınlıktaydı. Ve galiba o zamanlar İzmir’e daha sık ve daha uzun süreli yağmurlar düşerdi. Sanki rüzgâr daha bir sert esiyordu. Öyle olmalı ki, her yağmurda deniz hırçınlaşır, kıyıdaki işyerlerini basardı. Bütün bir kış, yol ve kaldırımların hep deniz koktuğunu hatırlıyorum. Banklar hep ıslak olurdu mesela. Kordonboyu daha çok denizdi, daha çok imbat…
Bir eylül günü İzmir’e gelmiştim. O güne kadar tınısını, hissiyatını bilmediğim bir havanın içinde kalmıştım. İmbat demişlerdi bu havaya, bu İzmir’in unutulmayacak ayrıcalığı imbat… İzmir bana imbat olarak kaldı. Her eylülde İzmir’e ilk kez gelmiş gibi çarpılır, ürperirim. İzmir’e çarpıla çarpıla ve bütün zamanları imbatın içindeymiş gibi yaşayarak İzmir kesildiğimi bir yıl kadar yaşadığım İstanbul’da fark ettim. Ne çok İzmir’e dönüştüğümü, ancak İzmir’de yaşayarak hayatı taşıyabildiğimi, biraz ‘İzmirce’ olan bir hayata yazıldığımı İstanbul’da geçen o bir yılımda gördüm. İzmir’e dönüşümde, bu geri dönüşü izah ederken şöyle demiştim: “İstanbul ‘hız’a ve ne şekilde olursa olsun ‘başarı’ya kilitlenmiş bir şehir. İstanbul’da hızlı ve başarılı olamayınca yaşayamıyorsunuz. Oysa ben çoktan ‘hız’ı ve ‘başarı’yı problemli görüyorum. ‘Hız’ı ve ‘başarı’yı dayatan tasavvurdan düşmüş, kuytumda ve sükûnetimde kendimi kurmak hülyasına kapılmışım. Yani İstanbul’dan çok, ‘pijamalı hayat’ın başkenti İzmir’e aidim.”
Sanıyorum anlaşılmıştır; ben bir ‘İzmirsever’im! 1984’ün eylülünde İzmir’e düşmüş o taşralı yüreğim bugün baştan ayağa İzmir’e serilmiştir. Öyle ki, sıklıkla yaptığım şehirdışı yolculuklarımın daha başlarında İzmir’den ayrılıyor oluşun kırıklığı içinde kalırım. Gittiğim şehirlerin en güzel tarafı İzmir’e dönüşleri olur benim için. Biliyorum; durumum rasyonel değil, irrasyonel! Ama böyleyim, İzmir’in her haline çokça aşinayım. Türkiye’deki İzmir’i, İzmir’deki Türkiye’yi görebildiğimi, okuyabildiğimi düşünüyorum. Şunun da farkındayım: Her sevgi ilişkisi bütünüyle olumluyu barındırmıyor. İzmir’de yaşanıp giden her şeye katıldığımı, buradaki her şeyin yolunda gittiğini söyleyemeyeceğim. Zira İzmir’in son halleri bana epeyce problemli geliyor.
İzmir’in bu son halleri gazetelerde de tartışmaya başlandı. Her yıl, baharla birlikte yüzünü İzmir’e çeviren, yaz aylarını İzmir’in kıyılarında geçiren Haşmet Babaoğlu Sabah’taki köşesinde bir yazı yayımladı. “İzmir’i Özlemek” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“İnsan bir şehri bu kadar özler mi? Aylar geçip tekrar o şehre geldiğinde kalbi özel bir randevuya hazırlanıyormuş gibi çarpmaya başlar mı? Her seferinde kendime şaşırıyorum. Karayoluyla geliyorsam Spil dağı eteklerinden Bornova'ya indiğimde, havayoluyla geliyorsam daha havaalanı terminalinden çıkıp Gaziemir havasını kokladığımda bile... Bir tuhaf sevinç sarıyor içimi! Oysa sorunu çok bu şehrin! Öyle uzaktan güzellemelerle anlaşılacak gibi değil!
Betona ve gecekondulaşmaya teslim olmuş, yeşili şaşılacak kadar az bir şehir İzmir... Tarihsel özelliklerine özen göstermeyi uzun yıllar savsaklamış, modern şehircilik ve mimariyle tanışmayı da geciktirmiş bir şehir... Ekonomiden kültüre her alanda sıkıntılı bir şehir... Üstelik biraz ‘gidin başımdan, beni rahat bırakın’ havasında... Bir yandan da sorunlarını aşma telaşında... Ama öyle farklı bir ‘ruh’u, öylesine içten bir ‘yaşam sevinci’ var ki! O ruh, o sevinç duygusu şehrin herhangi bir sokağına adım attığın anda seni etkisi altına alıveriyor. Hele sahile doğru indin mi, bir akşamüstü... O atmosferi bir kez içine çektin mi... Hele dostlar edindin mi... Öyle bağlanıyorsun ki İzmir'e, bir daha kopman zor!”
Bu İzmir güzellemeleri üzerine, Vatan’ın sahici ve hakikatli kalemlerinden Mutlu Tönbekici köşesinde, “İzmirli olmak İzmir’in lağım kokusunu görmezlikten gelmektir” dedi. Tönbekici hep bunu yapar; adalete ve hakikiliğe ayarlı vicdanının emrine verdiği kalemiyle ‘ben bu oyunda yokum!’ der. Bu yazıda da bunu yaptı. Basındaki İzmir güzellemelerinin temelsiz olduğunu verilerle ortaya koydu. Kendisinin de bir İzmirsever olduğunu, ancak şimdilerde hiç de güzellemelerdeki gibi bir İzmir’in olmadığını anlattı. İzmir’e güzelleme yapan naif adamların gözünden kaçan veya görmek istemedikleri bugünkü İzmir’den fotoğraflar verdi. Güzellemelerdeki İzmir’in eskilerde kaldığını, artık çirkin, yoksul ve donuk bir İzmir’in olduğunu söyledi. Son yıllarda ekonomide, kültürde, siyasette, futbolda epey gerilere düşen İzmir’e işaret etti. Burada hayatın durduğunu, denizin koktuğunu, belediyesizliğin tavan yaptığını, İzmir’in tek bir yaşam biçiminin bekçiliğine soyunarak hoşgörüsüzleştiğini belirtti. Şu satırlar onun:
“Ne bir İzmir sanatından söz edebiliyoruz, ne bir İzmir markasından, ne bir İzmir tarzından. Varsa yoksa gevrek, çiğdem ve güzel kızları... Bir de bu ‘hoşgörü’ meselesi pek ‘hoş’ doğrusu. ‘Neye’ hoşgörüden söz ediyorlar acaba? Sadece ve sadece kendilerine olabilir mi? Kendimizi çok hoş görürüz biz. Yani o kadar olur. Zira ‘türbanlı kızlar üniversiteye alınsın’ veya ‘oğlun eşcinsel’ dediğin anda İzmirli hoşgörüsünün, sözüm ona ‘açık görüşünün’ nasıl yalan, nasıl uydurmaca, nasıl sadece kendine yontmaca bir şey olduğunu, ‘Avrupalıdan daha Avrupalıyız ayol’ diyenlerin daha Avrupa’nın A’sını kavrayamadığını, medeniyet, hoşgörü dedikleri şeyin ‘bildik’ sınırlar dâhilinde Kordon’da rakı içmekten ibaret olduğunu anlayıverirsin. (Demem o ki) İzmirli olmak İzmir’in BOK koktuğunu görmezden gelmektir. Bu şehre ilk defa 26 yıl önce geldim, yaşadığım sürece lağım kokuyordu, dün geldim (30 Mayıs 2009) yine lağım kokuyor. Karşıyaka’da cam açmak mümkün değildi o kadar diyeyim. Bu insanların bu çekisi nedir, bu nasıl bir beceriksizlik, nasıl bir ‘yönetememek’, nasıl bir belediyesizliktir hakikaten anlamak mümkün değil.”
Tönbekici bunları yazdı ve tabii ki İzmir’in o altı çizilen ‘hoşgörüsü’nden epeyce nasiplendi. Yeni Asır’dan Öncel Öziçer, Hürriyet’ten Yılmaz Özdil, Vatan’ın İzmirli okuyucuları Tönbekici’ye İzmir’in o ‘güzelim’ söylevlerinden bir demet sundular. Bu tartışma ortaya koydu ki, bir ‘İzmir Sıkıntısı’ var. Ve bu, Baudelaire’nin Paris Sıkıntısı’na hiç benzemiyor. İzmir Sıkıntısı’nı, son yerel seçimlerde netleşen İzmir fotoğrafından okunabileceğini düşünüyorum. Hayır, derdim bir seçim yazısı yazmak değil, benimkisi, İzmir’i okuma ve anlama çabası sadece. Konumuz İzmir, dersimiz İzmir yani…
İzmir, yerel yönetimin ortaya koyduğu hizmetleri, yeni dönemde gerçekleştireceği projeleri değerlendirerek seçimde bulunmadı; başkanları değil, kendini seçti. Kime ve neye evet dediğinden çok kime hayır dediğiyle öne çıktı. Çıkan sonuç, ne son on yılda yapılmış hizmetlerin yeterliliğine ne de mevcut belediyeciliğin nitelikli bir İzmir’i gerçekleştireceğine işarettir. İşin bu tarafıyla ilgilenilmedi, birilerine ‘hayır!’ denildi sadece.
Topyekûn kilitlenmiş bir İzmir fotoğrafıdır bu. Üzerine kapanmış bir kentle karşı karşıyayız. Kurgulanmış bir kimliğin kalesi olma sürecine girmiş, son tercihiyle de bu kimliğin ‘kale’si olduğunu göstermiş bir İzmir. İzmirliler şimdi bu kalenin dört duvarı arasındadırlar. ‘Dışarı’ya, farklı olana kapanmış bu kalenin içinde ‘tek’liğin hükümranlığı gelişiyor. Gönüller rahat olsun; İzmirliler ‘başkası’na kapanmış, ‘biz’le kalmıştır. Başka renklerin, seslerin ve dillerin kendine karışmasına müsaade etmemiş, renkten renge girmemiştir. Hayatın çok renkliliğine karşın, o tek bir renkte karar kılmıştır. Türkiye Türklerindir, İzmir ise tek bir partinin, tek bir yaşam biçiminin, tek bir hakikatin…
Kentlerin bir ruh ve kimlik edinmeleri önemlidir. Ancak başka ruhlar ve kimliklere kapanmaları da ölümlerine davetiyedir. ‘Başkası’na kapanmış kentler, yerlileri için hapishaneye dönerler. Rüzgâr geçirmez çitlerle çevrilmiş kimliklerinin dört duvarı arasında hayatsız kalınır. Vehimler ve kurgulanmış korkular içinde gerçeklikten koparlar.
İzmir böylesi bir tehlikeyi davet etmiştir. Sahibini tahdit (sınırlayan) başkasını ise tehdit eden bir kimliğin kenti olduğunu benimsemiştir. Çok da sağlıklı olmayan, en azından problem içeren bir kimliğin ‘malı’ kent olmuştur. Kendisinin ne olduğu ve nasıl yaşadığıyla ilgili olmayan, kime karşı olduğuyla motive olan naif bir hal içindedir. Dinamiklerini hareketlendirip yaşanılır hale gelemiyor, ‘öteki’ olarak gördüğüne duyduğu buğz üzerinden var oluyor.
İzmir üzerine kapandığı için dışarıyı görememektedir. Uzaklarda nasıl bir hayatın aktığından habersiz yalnızlığına sarılmaktadır. Kolları başka bedenleri değil bedenini sarmaktadır. Aynada kendini seyretmekte, gözlerinin boşluğuna düşmektedir. Yolu başka dillerin cümlelerine düşmemekte, farklı mutfakların tatlarıyla karşılaşmamakta, bildik bir otobanın ‘düz’lüğünde seyretmektedir. Ezberin ve tekrarın içinde hayatın türlü hallerinden yoksun kalıyor.
Bu ölümcül bir şeydir. Biliyoruz ki insanı benzeri öldürüyor. Farklı olanla karşılaşmayı, tanışmayı erteleyen insan üzerine kapanır ve çürür. Kent de öyledir! Tek rengin, tek dilin, tek sesin, tek kimliğin içine düştüğünde, hareketten ve coşkudan mahrum kalır. Kimliğini kendisine hapishane kılmış bir kent zaman içinde susar. Uzun uzun susar ve çürür.
İzmir ne yazık ki böylesi bir kent olma yolundadır. Niteliğe, hayata, kendisinde yaşananlara değil, kimliğe oynuyor. Son on yıldır İzmir’de rüzgâr esmiyor. Ne yapılanmasında, ne ekonomisinde, ne kültüründe, ne sporunda ne de hayatında yaprak kıpırdamıyor. Yollar delik deşik! Bir türlü bitmeyen bir metro ve raylı sistem, gittikçe kirlenen ve şimdilerde tekrar kokmaya başlayan bir körfez! Ancak kasaba belediyeciliğinde anlaşılır olabilecek bir belediyecilik, bir hantallık!
Evet, İzmir böyle bir yer oldu. Oldu çünkü o kendini ‘aziz’ bir kent olarak ilan etti. Aziz! Maksuduna varmış, yolculuğunu bitirmiş, ‘ermiş’ bir kent yani. Bulunca, sona gelince, erince niçin arasın ki! Yeni şeylerin arayışı, mevcutla yetinmemekten doğar. İzmir ise, hakikatine dair bir şüphe içinde olmadığı kimliğini her şeyi olarak görüyor. Ne bitirilemeyen projelere, ne delik deşik yollara, ne kokan denize, ne de kendisinde tek bir yaprağın dahi kıpırdanmayışına bakıyor. Öylece duruyor. Baştan ayağa sıkıntı kesilmiş bir kent sanki…
“İzmir açık, ileri görüşlü, özgüveni yüksek ama ukala olmayan bir nesil yetiştirir. İzmirliler, herkesten çok toleranslıdır. Tutkular uğruna yapılan her şeye tahammül gösterirler, İzmir taşra sıcaklığında, metropol medeniyetinde bir yerdir. İzmirli geniş bakar, geniş düşünür, yüksek sesle konuşur, karşıdan yükselen sesi de dinler, kabul etmese bile onunla birlikte yaşamayı bilir.”
1 yorum:
önce izmiri özledim okudukça geldikçe beni saran hüzne düştüm hoşgörüsüz evet yeşil yok avm dışında park bile yok
ankarada susuzluk varken bozkırken öyle güzel suni havuzlu ama içinde su bisikleti giden parklar var
gökçeğin tayini izmire çıksa o denizden o sudan nasıl bir şehir çıkarır ama napalım
kendi düşen ağlamaz
zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez
arsenikli suya devam
Yorum Gönder