18 Temmuz 2009 Cumartesi

Balkanlardan döndüm(mü?)

On yıl kadar önceydi. Ege Tıp Fakültesi’nde okuyan bir öğrenci grubuyla buluşmuştum. Edebiyat, hastalık, modern tıp, psikiyatri, modern psikiyatri, anti-psikiyatri… Bu konular etrafında yaptığım okumaların sonuçlarını konuşmuştum. Gruptan birisi olan Bilgin Sait o sıra yeni çıkmış Hiçkimseye Mektuplar isimli kitabımı okumuş, nereden konuştuğumu biliyor olmanın yakınlığıyla sorularını peş peşe sormuştu.
Kosova’nın Gilan şehrinde doğan, orada büyüyen, Ege Tıp Fakültesi’nde okuyan Bilgin Sait ile tanışıklığım o gün başlamıştı. Bilgin Sait’i çok sevdim. Bütün okumalara açık bir zihni vardı. Edebiyattan felsefeye, tarihten sosyolojiye sarkan okumalarına, müziğe, mimariye, klasik İslam sanatlarına yakınlığı eşlik ediyordu. Görüşmelerimiz ve sohbetlerimiz öğrenciliği süresince devam etti. Kitaplar konuştuk, müzikler dinledik, filmler seyrettik, yolculuklara çıktık. Bilgin sıklıkla Balkanlara dikkat çeker, doğup büyüdüğü toprakların Osmanlı medeniyet perspektifine yaptığı katkının farkına işaret ederdi. Ve bugün Balkanların nasıl bir şeye dönüştüğüne, neyi çağırdığına…
Kosova Gilanlı Bilgin Sait’i o gün tanımamış olsaydım, bugün bir Balkan seyahati yapmış olmayacaktım. Özbekistan’ı, arkasından Suriye’yi gezen arkadaş grubumuzun üyesi olan Bilgin, bu yılki seyahatimizi Balkanlara yapmamızı sağladı. Bilgin’i yoğuran toprakları, dahası ruhu merak edip sevmemek mümkün değildi. Tarihin, edebiyatın, anlatıların, hayatların içine sızıp orda yaşamaya devam eden bir ‘Balkan acısı’ da vardı. Yanımıza bu acıyı alıp Bilgi’nin çağrısına ve davetine icabet ettik. 4 Temmuz günü İstanbul’dan kalkan uçak bizi Üsküp’e indirdi. Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Kosova’yı gezmek, orada öylece kalmış yanlarımıza dokunmak istiyorduk. Bu seyahatte bize rehberlik eden İbrahim Bey, şoförlüğümüzü yapan Mamuşalı Ömer ve sevgili Bilgin bizi havaalanında karşıladı. Grubu organize eden, besleyen, diri tutan Halil Çelik aylar öncesinden gezeceğimiz yerler ve göreceğimiz yapılarla ilgili dosyaları hazırlamıştı. Her mekâna bir dosya… Mekâna giderken mekânla ilgili bilgileri okuyacak, vardığımız yerde bildiğimiz bir mekâna dokunmuş olacaktık.
On bir gün süren bu seyahatten döndüğüm günün akşamında bu yazıyı yazıyorum. Gezdiğim, gördüğüm ve artık benden bir şey olan Balkanlar her bir tarafıma sinmiş durumda; sesi, kokusu, hikâyesi, acısı, hüznü, tadı, sessizlikleri, trajedisi, kavgası, asaleti… Seyahate çıkarken, seyahat boyunca her akşam o günü yazmayı düşünmüştüm. Uzun ve yoğun geçen günün akşamında otel odama çekildiğimde bunu yapamayacağımı anladım. Gün bütün ağırlığıyla üzerime çökmüş, okuduklarım ve gördüklerim bütün yoğunluğuyla beni sarmış oluyordu. Maruz kaldığım şey(ler)e dışarıdan bakamıyordum. İçimde birikenler tez vakitte yazıya taşınacak gibi değillerdi.
Üsküp, Kalkandelen, Gostivar, Ohrid, Manastır, Struga, Elbasan, Sarenda, Berat, İşkodra, Budva, Sancak, Prizen, Priştina ve Gilan kentleri… Tekkeler, camiler, çeşmeler, kitabeler… Köprü dergisi etrafında toplanmış Üsküplü genç entelektüeller, Balkanların hikâyesiyle kurulmuş bir ömrün sahibi Avni Engüllü, coşkulu ve dertli Hacı Maksud, Balkan estetiği ve asaletiyle Yıldız Ali Hanım, Tekke terbiyesinin nişanesi gibi duran Cemal Efendi, vardığımız yerlerin kalbine kondurulmuş Türk okulları ve bu okulların etrafında büyüyen hayatlar, Enver Hoca’nın marifetiyle hapishaneye dönüşmüş Arnavutluk’tan geriye kalan boğuk fotoğraflar, Karadağ’ın muhteşem kıyıları, bir Kosova akşamında bizi ağırlayan şair, yazar, ressam ve işadamlarının o yakıcı sözleri, bir Türk kasabası olan Mamuşa’da kaptanımız Ömer’in evinde yediğimiz unutulmaz börekler, Ömer Bey’in kıymetli eşi ve sevgili çocukları, Priştina’da Adalet Partisi’nden Süleyman Çerkezi’nin dikkate değer çözümlemeleri, Kosova Demokratik Türk Partisi’nden genç yöneticilerin umutları, rehberimiz İbrahim Bey’in muhteşem eşi, kızları, gelini, oğlu Tamer ve çok sevimli torunları, İbrahim Bey’in evinin bahçesinde akşam serinliğinde yediğimiz o muhteşem mantı, Gilan’da bizi akşam yemeğine alan Bilgin’in halası ve hala çocukları… Makedonya ile Arnavutluk sınırında kafilemize katılan, bizimle seyahate niyetli, ama bir şekilde ayrıldığımız İngiliz kızı öğretmen Keti… Namaz kıldığımız camiler, sularından yudumladığımız çeşmeler, makiyatolar içtiğimiz cafeler, kendimizi sularına bıraktığımız Adriyatik denizi, kaldığımız otellerin geceleri…
Yazıya sığdıramayacağımı bildiğim bu Balkan seyahatinden başka biri olarak döndüğümü söylemekle yetineyim. Makedonların, Arnavutların, Türklerin, Sırpların, Çingenelerin iç içe geçişlerinde patlayan çatışmaların ve renklerin coğrafyası Balkanlara yaptığım bu seyahat sonrasında Türkiye’ye başka açıdan bakma imkânı buldum. Bir yaşanmışlığa, bir deneyime yolculuk yapmışım. Türkiye’ye döndüm mü bilmiyorum. Gezdiğim o kadar yeri, dinlediğim ve hissettiğim o kadar şeyi, fark ettiğim o kadar ayrıntıyı beraberimde getirmişken oralardan döndüğümü nasıl söyleyebilirim? Balkanlar’dan Türkiye’ye mi, Türkiye’den mi Balkanlar’a bakıyorum, belli değil.

0 yorum:

Yorum Gönder