19 Aralık 2010 Pazar

İnsanın aşk, göçmenlik ve kadınlık halleri...

Hikâyeci bizi insanın etrafında yaşananda uç veren meselelerle ilgili kılmak ister. Her hikâye bir insan armağan eder bize, o insanın maruz kaldığı hayatın derinliğinde söylenmek istenene kulak oluruz. Bir hikâye kitabında ise birden fazla insan vardır; çok insan, çok hikâye… Hikâye kitapları birden fazla insanı anlatmış olsa ve onların hikâyesini konu edinse de temelde yalnızca ‘insan’ı anlatırlar. Hikâyelerin toplamında insan ve maruz kaldığı hayatın soru(n)ları vardır.

Hikâye edebiyata dairdir. Edebiyat ise insana işarettir; insandan çıkar, insanı anlatır, daha çok insanı merkeze alan bir okuyucu bulur. Bilimsel bir metin insan elinden çıkmış olsa da ‘insansız’dır; konusu ‘nesne’dir, anlatıcı da hissedilmez. Edebi metin ise bütünüyle insan ile doludur. Metnin kurgusunda, dilinde ve yaklaşımında yazıcısını görürken, anlatılan ‘şey’de de bir insanlık durumuna vakıf oluruz. Edebiyatın okuyucusu olmuş insan türü, satırlarına gömüldüğü metinlerde tarihten ve sosyolojiden azade ‘insan’ın hallerine ve bunun nasıl anlatıldığına yoğunlaştığından, yazıcının kimliğini çok da öncelemez. Yazıcı nihayette edebiyatçıdır; kimliğiyle metnine dâhil olsa da, anlattığı şeyde insan ve hayatın dile oturuşları başroldedir. Yeter ki okunan metin edebi olsun, edebiyatın içinde var olmuş bir yazıcının kaleminden çıkmış olsun.


KAHRAMANI KADIN HİKAYELER

Asuman Güzelce imzalı Elini Kalbime Koy isimli hikâye kitabını okuyunca, sahih bir edebiyatın her durumda okuyucusuna ‘iyi’ce dokunduğuna olan inancım yinelendi. Elini Kalbime Koy’u oluşturan hikâyelerde onlarca insanın hallerine maruz kaldığım gibi, bize bu hikâyeleri anlatan Asuman Güzelce’nin evrenine de dâhil olmuş oldum. Şimdi onlarca hikâyenin kahramanı ve bu kahramanların etrafında yaşananlar bende yerlerini bulmuşken, Asuman Güzelce’nin de ülkemin bir yerinde yazarak hikâyesini kurduğunu biliyorum. Kitap için şu genel değerlendirmeyi yapabilirim: İrfani geleneğe, şiire, felsefeye, incelmiş bir duyarlığa yaslanan ve kendi hikâye dilini kurma noktasında epey yol yürümüş bir hikâyeciyle karşı karşıyayız. Elini Kalbime Koy; kurgu, dil ve muhteva açısından sağlam hikâyeleri ihtiva ediyor.

Kitabı oluşturan her bir hikâyenin hissettirdiği ve okuyucusunu alıp soktuğu hal üzerinde düşünürken şu insanlık durumlarının altını çizdim: İnsanın aşk, göçmenlik ve kadınlık halleri… Hiç şüphesiz yazar, Türkiyeli! Dolayısıyla hikâyeleri de, Türkiye’nin tarihine, sosyolojisi ve ontolojisine yaslanıyor. İşaret ettiğimiz insanlık durumları, Türkiye pratiğine düşen halleriyle anlatılıyor. Hikâyeler insanın aşk, vatan ve kadınlık hali etrafında toplansa da, hepsi kahramanlarının ‘ruh sürçmeleri’ etrafında gelişiyor. İnsanın aşk hali, en çok “Üç Harf Beş Nokta”, “Acemi Derviş” ve “Elini Kalbime Koy” isimli hikâyelerde kendini gösteriyor. Aşk ki, çarpar insanı! Onu düşürür durduğu yerden, konumundan eder. O güne kadar giyindiği ne ise, aşktan sonra üzerinde sakil durur.

Aşk, yeryüzüne artık oturamama halidir. Her bir yer, aşk ehline dar, küçük ve yabancı gelir. Neredeyse, oralı olmadığını hisseder âşık! İnsanın bir toprak parçasını ‘vatan’ bilmesi, ‘vatan’ etrafında bir aidiyet geliştirmesi etrafında yaşanan hallerin anlatıldığı hikâyelerde de ‘ruh sürçmesi’ne akraba ‘kopuş’un sancısı var. Balkan Harbi sonrasında yaşanan göçü konu edinen iki hikâyede bu çok yoğun hissediliyor. Asuman Güzelce imzalı hikâyelerin çoğunun kahramanı kadın. Bu hikâyeler de, yancağızı boş kalmış kadınların derinden yaşadıkları bir eksiklik durumunu mesele edinmişler.

Kırıklık, elleri yana düşüren o yetmezlik duygusu… Aşkın, vatanın ve kadınlık durumlarının etrafında gelişen bir hayatın çarpmasıyla bir ‘ruh sürçmesi’ yaşayan insanların hissettikleri boşluk, yetersizlik ve eksiklik duygusunun geliştirdiği tedirginlik hali… Hayır, tedirgin ve kaygılı insan bir olumsuzluğu işaretlemiyor, bir şekilde bu hali edinmiş insan ayaklanabilir ancak, bu insan iyicil olana dair bir umut geliştirebilir. Yeter ki bu halin peşine düşülsün, bir türlü yeryüzüne oturamayışın sebeb-i hikmetini öğrenmekten geri durulmasın. Çünkü bu tedirginlik ve kaygılı olma hali, insanın yurduna/ontolojisine işaret ediyor.

KAHRAMANLARIN TEDİRGİNLİĞİ

Jung, karşılaştığı ve tedavi etmek durumunda kaldığı o kadar nevroz sonrasında mealen şunu diyordu: “Nevrozların temelinde, asıl olandan kopuş vardır. Kopuş sonrasında düşülen yabancılıkta/gurbette/ayrılıkta ‘vatan’ı arayışın sancıları nevroz olarak belirir.” Asuman Güzelce’nin bir ‘çift göz’ ile gelen ve muhatabını çarpıp yerinden eden aşki tedirginlikler, ‘vatan’ından kopartılan göçmenin ruhundaki yırtılmalar, yaşananın ortasında yancağızı boş kalmış kadınların hissettikleri eksiklik duygusu, asıl olandan kopuşu, ona olan derin ihtiyacı işaretliyor. Neyse ki hikâyeci, kahramanlarını tedirginlik hali içinde bırakmıyor. Onları çatallanmış yollardan geçiriyor, yaralayıcı soruların karşısına bırakıyor; ama çatallanmış yolların tedirginliğiyle ve yaralayıcı sorularla açılan yaraların içinde hem istikamete hem de merheme dair ipuçları da veriyor. ‘Cüz’ün ‘Kül’e teslimiyetinden sonra içine düşülen kabullenmeyle yaşananlar anlamını buluyor, böylelikle hayat katlanılır oluyor.

İstanbul'da iken yazılmıyor!

Nihat Dağlı, İzmir’de ikamet ediyor. Bir müddet İstanbul’a geldi lakin fazla duramadı. Büyük Çamlıca’nın eteklerindeki binadan Avrupa yakasını seyretmek bile yetmedi ona. Tabii ben bu duruma hayret ettim, hatta yüzüne karşı söyledim. Bir seri bahane ile söze girdi. Hâlbuki “İstanbul işte var mı dahası!” demiş olsam bile yüzüme bakıp durdu.

İstanbul’da iken yazamıyormuş. Bahane işte. Ayda bir mi iki ayda bir mi yayınevinin toplantılarına katılmak için geliyor. Bazen de Beylerbeyine, Çengelköy’e kadar yolunu düşürüyor. Yazdıklarına bir isim bulamadığı da rivayetler arasında dolaşıyor. Değişik bir hikâyemsi tadı var yazdıklarında. Nihat Dağlı’ya sorduk bu ne iş, bu işleri nasıl oldu da başına sardın diye. O da söylemiş oldu sağ olsun…

Nasıl bir çocukluktu senin ki?

İnsan ‘ömrün yarısı’nın sonrasına vardığında ve bunu kabullendiğinde çocukluk dönemine doğru bir yolculuğa çıkar, bu dönemle ilgili arkeolojik bir kazı çalışmasına girişir. Okuduğum o kadar ‘yaşantı’ metinlerinde hep bunu gördüm. Son birkaç yıldır benim de yaptığım bu. Kimi yazar ve düşünürlerin yaşantılarına dair yazdıklarını okurken bir şey fark ettim. Benim böyle çerçevesi çizilebilecek, bir bütün halinde hatırlayabildiğim bir çocukluğum yokmuş. Çocukluk dönemime dair arkeolojik kazı çalışması olarak tanımladığım anlatılarımı yazarken şunu yapıyormuşum: Çocukluğumu değil, çocukluğuma dair ‘an’ları ve fotoğrafları hatırlamak… Hatırladığım şeyler; giriş, gelişme ve sonuç kısmı olan bir ‘bütün’ü oluşturamıyor.

Mesela şunlar: Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Duraklı köyü… 1970’li yıllar… Elektrik yok… Gaz lambasının ışığında geçen gecelerimde kısık konuşmalar, kavak ağaçlarının uğultusu... Gökyüzündeki bolca yıldız ışıldıyor. Evin üçüncü çocuğuyum. Benden sonrasına da birkaç kardeş eklenmiş. Evin nüfusu kalabalık! Sanki ben, yani çocukluğumun bütünü bu kalabalıkta görünmez olmuş. Kuytulara sinmiş o bütünden kimi fotoğraflar kalmış hafızamda. Yitik hazinemin artığı bu fotoğraflarda da ‘ben’imin kimi parçaları yok. Bu fotoğraflara dair yazarken, anladım ki fotoğrafa giremeyen kısımları tamamlamaya çalışıyorum. Benimkisi, Pavese’nin Yaşama Uğraşı’nda kurduğu şu cümleyi doğruluyor: “Biz sadece ‘an’ları hatırlarız.”

Hiç kitaplığım olmadı…

Hatırladığım ve tamamlamaya çalıştığım bu fotoğraflar beni şöyle konuşturuyor:

Paranteze alınmış dillerim ve bir hayatım varmış. O zaman fark etmediğim ama şimdi görebildiğim üç dille kuşatılmışım: İçine doğduğum dil, köyün camisinde sökmeye çalıştığım Elifba ve bir süre sonra okullu olduğumda karşılaştığım Türkçe. Annem ve babam Kürtçe’nin içinde belirmişler. Bir çocuk olarak ben de… Evde yazılı tek metin Allah’ın kelamından ibaret… Elifba temrinlerim küçücük bir parantezle, çocuksu bir dini duyarlılıkla sınırlı kalmış. Yırtılma, dolayısıyla çatışma okula adım attığım gün başlamış. Babam ve annemin bilmediği, benim de içine doğmadığım Türkçe’yi öğrenmek mecburiyetiyle karşı karşıya kalmışım.

Okul dışında Kürtçe konuşanları okulumuzun öğretmenine bildiren bir arkadaşım(ız) vardı. Kısa zamanda Türkçe’yi öğrenmemiz için yapılan bir uygulamaydı bu. Türkçe sadece konuşmaya çalıştığım bir dil değildi, aynı zamanda kendisinde yazmayı öğrendiğim bir dildi. Bu benim için ilkti… Farkında değildik ama içine doğduğumuz gerçekliğin içinde kurmaca bir gerçeklik kuruyorduk. Ve tabii ki, bu kurmacanın gerçekliğimizi paranteze alacağını bilmiyorduk. Okuduğum yazar ve düşünürlerin çocuklukları evlerindeki kitaplıkların gölgesinde ve ışığında geçmiş. Benim ise hiç kitaplığım olmadı. Çocukluğumda şu yazarları okudum diyemiyorum, diyemiyorum çünkü kendisiyle okuyabildiğim bir dilim yoktu. Anne dilim olan Kürtçe ile konuşabiliyordum ama bu dilde bir şeyler okumam mümkün değildi. Yazıdan sürgün olmuş bir dildi annemin dili. Okullu olan ben kendime başka bir dil ediniyordum; kendisiyle okumaya açılabileceği bir dil…

Okuma edimimin öznesi dili edindiğimde artık çocuk değil, gurbette biriydim. İçine doğduğum evden/köyden uzakta bir yurt arıyordum kendime. Tazecik kalbime ağır gelen gurbet hüznüne iyi gelecek bir kuytu… Sonra dile, Türkçe’de yazılmış kitaplara kaçtım, orda bulduğum hikâyelerin yanı başına oturup ağladım.

Çevrenizde sizi yazmaya veya okumaya teşvik edenler oldu mu?

Körebe oyununda gözünü açıp da kimsesiz kalmış biri gibiydim. Çevresizdim! Daha çocuk denecek yaşta anne ve babamdan, doğduğum köyden, mahalle arkadaşlarımdan yoksun kalmıştım. Vardığım yerlerde bir yabancıydım. Ortaokul için Diyarbakır’da teyzemde, lise için de Adana’da amcamda kalıyordum. Kendi başıma düşüyordum sokaklara ve hayata… Her bir şey yabanlığımın altını çiziyordu. Biteviye kendimle kalıyor, içime kaçıyordum.

Böylesi çevresiz kalınca, yaşayıp durduğum içimde bir çevre kurmanın alfabesini hecelemeye başlamıştım. Etrafımdaki insanların yönlendirmesiyle değil, içimin ıssızlığıyla arıyordum. Başka seçeneğim de yoktu. Uzaklarda öğrencisi olduğum okulların derslerine, kitaplarına gömülüyordum. Ve bir şekilde başka kitaplara yolum düşmüştü. Diyarbakır’dan Adana’ya liseyi okumak üzere giden on beşlik tıfılın çantasında Kutup’lar ve Benna’lar duruyordu. Bu kitaplardan zihnime çakılan cümlelerle hayatı okuyor, her seferinde ellerim yana düşüyordu. Durduğum kentin kaotik aurası, dibine kadar yaşadığım gurbetlik hissi, elimden tutup beni hayata iliştiremeyen kemkümlerim, o günlere dair hatırladığım her bir şey hala ağzımda kekremsi bir tat bırakır.

Hapishanemden firar etmeyi o Adanalı kızcağız öğretti bana

İlk okuduğunuz kitap, şiir, hikâye veya yazı; dergi veya gazete?

İyice sıkılmış bir düğüm gibiydim. Acele tarafından, hemencecik çözülemeyecek bir düğüm... Kendimi Adana’nın arabesk filmlerine vurmuştum. ‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım’ diyordum. Sabır, şefkat ve ihtimama aç yancağızıma bir Ademkızı düştü bir gün. Kentin kozmopolit lisesinin teneffüslerinde ağır havalara gömülen, gömüldükçe gerilen esmer çocuğa sınıftan arkadaşı bir kızcağız el verdi. ‘Bak bu kitabı çok sevdim’ diyerek elime bir kitap tutuşturulmuştu. Kerime Nadir’in Hıçkırık romanıydı bu. Hıçkırık; ince, narin, şefkatli, merhametli, ihtimamlı bir kadın eli oldu bana. Ben artık çözülmüş bir düğümdüm. Bir dağın zirvesine çıkarılmış, orada bağırarak içimdeki zehri dışarı bırakmıştım.

İlk kez bir roman okumuştum. Adı, sanı, ruhları olan kahramanların etrafında bir hikâye akıyordu. Artık bir yola yazılmıştım. Yancağızıma düşen o iyi kalpli kızdan aldığım onlarca roman bana bir yol olmuştu. Yazarına, ismine, içeriğine bakmadan hep roman okuyordum. Öylece kurtuldum hapishanemden. Derdim ‘yol’suz olmakmış! Yolsuz olunca ‘an’da öylece dikili kalmış(t)ım. Bir romandan diğerine giden bir serazad olunca anladım bunu.

Hapishanemden firar etmeyi o Adanalı kızcağız öğretti bana. Hıçkırık (roman) hapishanemin kilidini çözen anahtar oldu. Hayatın sahici ve hakikatli tarafına geçişim Adanalı kız ile Kerime Nadir üzerinden gerçekleşmişti. Galiba bu yüzden, kadınları erkeklerden daha fazla ‘insan’ görürüm.

Yazma eylemi nasıl başladı?

Bir yere varmak gibi bir düşüncem yoktu, çünkü ben yoktum. Çocuk yaşta maruz kaldıklarımla parçalanmış, bölünmüş, dağılmıştım. Her bir tarafım acı(tı)yordu. Bütün meselem acıtan taraflarımı görmek, onlara şifa olacak merhem bulmaktı. Bunun için okuyordum. Okumalarım buna yarıyordu. Çelimsiz kalmış bünyemin etrafa saçılmış parçalarını bir araya getiriyor, onarıyor, böylelikle bir ‘bütün’ oluyordum. Bir şey olmak değil, sadece ‘ol’mak derdindeydim. Bütünüyle yola/yolculuğa dönüşmüş hayatım hep böyle aktı, beni ‘ol’durmak üzere yaşandı. Niçin okuduysam yazılarım da o yüzden çıktılar.

Adana’da romanlara karışmışken, doğduğum köye, köydeki arkadaşlarıma, anne ve babama uzun mektuplar yazmaya başlamıştım. Acı çeken bir çocuğun, bir arkadaşın çığlıklarıydı mektuplarım. Okumaların eşliğinde çıktığım dağların zirvesinde dışarı bıraktığım bağırmalarımdı, içimde birikmiş zehirdiler. Bir de aklıma askerlik günlerim geliyor. Haki renkli çelikten günlerin zehri onlarca defter doldurmuştu. Uzun uzun yazıyordum defterlere. Tabii ki memlekete gönderdiğim mektuplara ve onlarca defteri dolduran yazılara yazı demiyordum, çünkü ‘yazı’dan haberim yoktu. Düşmemek için okumalara tutunuyor, tutunduğum bu daldan yazılar düşüyordu.

Her gün payıma bir serum bir de kitap düştü

Askere vardığım günün gecesinde katlanamayacağım günlerin beni beklendiğini hissetmiştim. Bir yolunu bulup askerlikten yırtmaya çalışıyordum. Ama olmuyordu, her geçen gün eksiliyordum. Silahtan hep nefret etmişimdir, askerken daha çok nefret ettim. Elime tutuşturulan silahtan çıkan mermiler hedefi bulmuyordu bir türlü. Bu sebeple bana kaldırılmış yıldızlı eller yüzümde patlıyordu. İlk dayağı askerde yedim ve ilk kez bir tugayda hasta düştüm. İki ay bir askeri hastanesinin intaniye koğuşunda yattım. Her gün payıma bir serum bir de kitap düştü. Bunun mükâfatı da üç ay hava değişimi oldu. Hastane günleri ve hava değişim izni bitince tugaya döndüm.

Yüzümde patlayan tokatların sahibi üsteğmenle yaptığım bir konuşma sonrasında tugay’ın girişinde, yani askeriyenin kıyısında durmam kararlaştırıldı. On bin askerin ziyaretçisiyle ilgilenecektim. Bir gün kaldığım nizamiyeye yakınını ziyarete gelen Rıfat Yörük isimli biriyle tanıştım. Terhisten sonra, o gün masamdaki kitap ve dergilerden beni tanıyan bu güzel adamı çalıştığı gazetede ziyaret etmeye başladım. O sıralar Zaman’da haftada bir edebi tatlar veren bir sayfa yayımlanıyordu. Rıfat Yörük ısrarla bu sayfada yazmamı istedi. Ve bir gün o muhteşem hadise yaşandı.

İlk yazdığınız yazı - şiir – hikâye - roman yayınlandığında ne hissettiniz?

Rıfat Yörük’e çocuksu bir metin bırakmıştım. Mevsim bahardı. Bir pazar günü sabahı, erkenden bayiden alınmış gazetenin sayfalarını hızlıca çevirmiş o sayfada durmuştum. Yazımın başlığı, başlığın altında imzam bana bakıyordu. Üzerinize yağmur düşer, arkasından bağrınızda rüzgâr patlar, sonra bir titreme tutar ya sizi, öyle olmuştum. Durduğum yerde değildim artık. Sanki mekânın dışında bir yere düşmüştüm. O gün bayiden aynı nüshadan birkaç gazete aldığımı hatırlıyorum. Gün boyu o sayfaya, yazımın başlığına, başlığın altında imzama bakıp durduğumu… Gizli gizli bunu tekrar ettiğimi…

O günün akşamında yeni bir yazıya oturmuştum. Yazıyı aceleden gazeteye bırakmış, hafta sonunu merakla beklemiş, bu ikinci yazıyı da sayfada bulunca kararı vermiştim: Yazıya devam! Bu böyle devam etti, gazetedeki o sayfanın devamlı yazarlarından biri olmuştum. Yazılar yayımlandıkça yazıların muhtevası da değişiyordu. Gazetenin yorum sayfasına geçmiştim. Büyük laflar eden uzun yazılar yazıyordum. Bir iki yıl sonra yazdıklarımı okuyan insanlarla tanışmaya başladım. Memurluktan istifa etmiş, bir yayın grubunda editör olarak çalışan biriydim artık. Yazılarımın okunduğunu düşünen yayın yönetmenimin arzusuyla yazılarımdan bir seçki oluşturdum. Bu seçki “İzdüşümler” ismiyle kitaplaşınca artık kitabı olan biriydim.

Okumalar devam etti, ediyor; yazılar ve kitaplar da… İzdüşümler’den sonra “Bu Kavga Kimin?, İnsanı Kitaba Çağırmak, Hiçkimseye Mektuplar, Hiç Yoktan İyidir, Elveda Oblomov, Çıkar Sokak ve Sılada Gurbet Tadı” yayımlandı. Yazdığım metinler deneme ve öykü olarak tanımlandı. Doğrusu ne deneme ne de öykü yazmak üzere masaya oturuyorum. İçimde duramadığım bir vakitte dışarı çıkmak istiyor, içimi açıyorum. İçimden dökülenler yazı oluyor.

Ben hâlâ yolda, bir tarafları acıyan, acılarına şifa arayan bir yolcuyum. ‘Anne dilim’ Kürtçe ile ‘ana dilim’ Türkçe arasında bir yeryüzü vatandaşıyım. Sosyolojinin dayattığı kimliklerin ve dünyanın insana vatan olmadığını fark etmiş bir Ademoğlu’yum. İnsan olmak ve insan kalmak derdindeyim.

Nurettin Duman'ın soruları...

22 Kasım 2010 Pazartesi

Şahsi bir Cemil Meriç okuması

“Benim düşüncelerim heteredokstur. Öyleyse ben neyim? Ben kendimim; hiçbir hizbe dâhil değilim, hakikate mensubum.”

(Cemil Meriç ile Sohbetler, Halil Açıkgöz)

Üniversite öğrencisiyken karşılaştığım, okumakla düşüncenin türlü hallerine açıldığım Meriç’i yirmi beş yıl sonra bir vesileyle yeniden okuma imkânı buldum. Kitaplığımda biriken, aralıklarla okunmuş Meriç külliyatını çalışma masama koyduğumda başka türlü bir okuma bekliyordu beni. Anlatmak ve yazmak üzere Cemil Meriç konusuna eğilecektim. Meriç’i çalışma konusu yapacağımı fark ettiğimde tereddüde düştüm. Çünkü hep içten bir insiyak ve derinden hissettiğim ihtiyaç ile konularla ilgili olmuş, yazarların okuyucusu olmuştum. İlgili olduklarımı okumuş, okuduklarımla ilgili olmuştum. Yazar ve kitaplar benim için ‘konu nesnesi’ değil, hayati şeylerdi. Meriç Külliyatı’na öylece bakarken şunu düşündüm: Bu vesile olmasaydı Meriç’i tam da şimdi yeniden okur muydum? Cevap, ‘hayır!’dı. O halde, anlatmak ve yazmak üzere bir okuma olacaktı benimkisi. ‘İş’ olsun diye okuyamazdım, okusam okuduğuma yabancılaşacaktım. Anlatmak ve yazmak üzere Meriç’i okumaktan vazgeçmek üzereyken kendisine dair hissettiğim minnet duygusu buna mani oldu. Üç ay kadar Meriç ile yatıp kalktım. Bir süre sonra ‘ben’ ve ‘Meriç’ ayırımı ortadan kalktı; savunmasız ve hesapsız bir kalple kendisine maruz kaldım. Meriç ile ilk karşılaşmamı, bu karşılaşmanın hikâyemi nasıl kurduğunu fark ettim. Meriç’e dair kaçırdığım o kadar şey olmuş ki… Şimdi daha net bir Cemil Meriç fotoğrafına sahibim. Ve bu metin, bu fotoğrafı vermek düşüncesiyle yazıldı.

Demem şu ki; yazılan veya konuşulan konu, kendi bütünlüğüyle değil yazanın veya konuşanın şahsiliğiyle ortaya çıkar. Anlatıcı veya yazıcı olduğu hal üzere konuya yaklaşır ve olduğu kadarıyla durumu kuşatabilir. Dolayısıyla konu, çoğu zaman anlatıcı ve yazıcının anlatımına ve yazısına sığmaz. Şimdi ben de bir yazıcı ve anlatıcı olarak ‘Meriç’e eğilecek, olduğum hal üzere ‘konu’yu buraya taşıyacağım. Meriç yazıda, içime vuran veya perspektifime sığdırdığım fotoğrafıyla görünecektir. Durum bu olunca, şu içtenliği ortaya koyma gereğini hissetmekteyim: Nasıl, kim olarak ve ne şekilde Cemil Meriç’e gittim?

Meriç ile karşılaşma

Başkalarının hikâyelerine doğarız. İçine doğulan mekân, tarih ve sosyoloji hikâyenin başlangıcını ve ana izleğini belirlese de her hikâye sonraki karşılaşmalarla kendi evrenini kurar. Bu ön kabul, hiç şüphesiz benim de hikâyemin mottosudur.

1970’li yıllar… Ebeveynim, yürüdüğüm sokaklar, yaşadığım köyde olup bitenler, başka bir dilin, Kürtçe’nin içinde döneniyordu. Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı köyümde yazıldığım ilkokulda, ebeveynimin ağzında olmayan Türkçe’nin kapısına bırakılmıştım. Yabancım olan bir dili yazmayı, okumayı ve konuşmayı öğrenecektim. Tek kelime Türkçe bilmiyor; kalem, defter ve kitapla ilk kez karşılaşıyordum. Beni uzaklara götürecek bir yolculuğa yazılmıştım. Kürtçe’den Türkçe’ye taşınacak, doğduğum dünyanın yanıbaşında/içinde başka bir dünya kurulacaktı. Hiç farkında değildim; ‘sıla’dan ‘gurbet’e çıkıyordum. ‘Anne’ dilimin yanında ‘ana’ bir dil edinecek, böylelikle ‘gurbet’i kendime ‘sıla’ kılacaktım. İçine bırakıldığım hikâyeden ve dilden sürgünlüğümün, bu sürgünlükte üzerime sinecek yabancılığın kıyıcılığına karşın hayatımın bir güvenlik arayışına dönüşeceğini bilmiyordum. Oldu bütün bunlar, her şey ben büyürken yaşandı. Kapılarını araladığım Türkçe’nin evrenine, kendi hikâyeme yürüdüm.

İlkokulu bitirmiş, Türkçe’yi öğrenmiş, Diyarbakır’da Ortaokul’a kaydımı yaptırmıştım. Kürtçe’den ve ailemden uzakta ‘yabancı’ biri olmuştum. Sıla biraz daha geride kalmış, gurbet biraz daha yakıcı olmuştu. Arkadaşlarım dediğim yaşıtlarımın arasında köylü bir çocuktum. Üzerimdeki kıyafetler, ağzımdaki Türkçe yabancılığıma işaretti. Ne geriye dönebiliyor, ne de vardığım yere yerleşebiliyordum. Ürkek, tedirgin ve huzursuzdum. Kaçtığım bir yer vardı: Dersler, ödevler ve kitaplar… Okul çıkışlarında çantasını omuzlayıp kentin dışına kaçan o çocuğu hiç unutmadım; dizlerine koyduğu kitaplara gömülerek gurbetten kurtuluyordu.

Ortaokul bitmiş, Adana’ya lise okumaya gidiyordum. Beni Adana’ya taşıyan otobüste okuduğum ve yıllarca kitaplığımda duran metinler, o sıra ne tür bir okumaya maruz kaldığıma işarettir. On beş yaşlarında bir çocuğun Seyyid Kutup, Said Havva, Hasan el Benna okuması ne demektir? Bu sorunun cevabını çok düşündüm. Gurbet duygusunun baskısından can havliyle kaçan o çocuk, kendisine sığınak olanın muhtevasına ve uygunluğuna bakacak durumda değildi. Kaçtığı yerden ve sığındığı kitaplardan kendisine bir dil, bir duyarlılık kalıyordu. Artık Müslüman, dindar biriydi. Bu sefer dili ve duyarlığıyla da bir yabancıydı. Yaşadığı yeni kentin, okuduğu lisenin kozmopolit havası onu ‘kıyı’ya itiyordu. Dışarısı içiyle çelişiyor, içini seçerek kendine gömülüyordu. Okuduğu kitap ve yazarların çoğalması sadece durumunun koyulaşmasına yarıyordu.

Çocukluktan çıkmış, liseyi bitirmiş, üniversiteyi okumak üzere İzmir’deydi. Yerleştiği öğrenci evinde, Said Nursi ve Risale-i Nur Külliyatı’nı okuyordu. Muhafazakâr ve dindar insanların hayat ve Türkiye tasavvurunu paylaşıyor, durumunu daha da muhkem kılacak metinlerin peşinden gidiyor, böylelikle başka türlü bir hikâyesi oluyordu. Edindiği yüzlerce kitabın kendisine armağan ettiği bu hikâyeyi sevmişti. İletişim Yayınları’ndan çıkan Cemil Meriç imzalı Bu Ülke ile o sıra karşılaşmıştı. O delikanlı yirmi beş yıl sonra, başka bir ben olarak bu yazıya oturunca, Bu Ülke’nin o nüshasına yeniden baktı. Kitaptan altını ve üstünü çizdiği yerleri okurken şunu fark etti: Bu ülkenin muhafazakâr ve dindar fotoğrafıyla kavgalı aydınların böğrüne yumruk indiren Meriç’in altını çizmiş, “Said Nursi, dağ başında va’z eden bir mürşit. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın” diyen Meriç’i alkışlamış, amentüsünün aydınlığına soru sokuşturan bir Meriç’i ise karalamıştır. Öyle yapmıştır zira, duyarlıkları yüzünden değerlerinin ve ülkesinin hakkının yenildiğine, dolayısıyla mağdur edildiğine inanmıştır. İlk kez okuduğu, üslubuna çarpıldığı, ama durduğu yere tam da oturmayan Meriç’in, kendisinden yana cümleler kurarak hakkı teslim ettiğini düşünmüştür.

Meriç’ten açılma

Meriç’in altını değil üzerini çizdiğim düşünceleri olsa da, şiire, felsefeye ve hakikate akraba üslubuyla kışkırtılmıştım. Bu Ülke’den hemen sonra Ötüken’den çıkmış Mağaradakiler’i okumuştum. Tabii ki, İletişim ile Ötüken arasındaki mesafeyi bilmiyordum. Altını çizerek okuduğum yazar elimden tutmuş, beni ‘kendimden dışarı’ya çıkarmıştı. Meriç, ‘yabancı’laşmış aydınlara benzemiyordu. Kimi sorularıyla oturduğum evi eksiltse de bir yabancılık duygusu hissettirmiyordu. Oturduğum inanca ve ait olduğum evrene dönük eleştirileri hınçtan çıkmıyor, hakkaniyet duygusu içinde sorularını soruyordu. Bu yakınlığın verdiği güvenle ona yöneldiğimi ve kendisini okuyarak kendimden dışarıya çıktığımı yıllar sonra anlayacaktım. Uzun Bir Adam’da İlhan Berk’in şu cümlelerinin altını çizmişim: “Gide, beni çileden çıkarmıştı. Bir Saul değildim ama, onu enikonu doğrulayandım da. Tohum Ölmezse’yi elimde çize çize eskitmiştim. Her satır beni deliye döndürüyordu. Sonunda Gide beni baştan çıkardı.” Berk’in Gide için hissettikleri, Cemil Meriç’e dair hissettiklerimle aynıydı: Meriç’ten önce küçük evimde tanıdık sesler arasında sükûnet içindeyken, Meriç’ten sonra her bir taraftan kulağıma çarpan sesler içindeydim. Meğerse Meriç’in evimdeki seslere güzelleme olan dilinin peşine takılmış, bilmeden başka evlerin kapılarından içeri girmişim. Kitaplığımda Nursi’nin yanı başına yerleşen Cemil Meriç, çok geçmeden Balzac’ı, Dostoyevski’yi, Nietzsche’yi de çekmişti. Vadideki Zambak, Goriot Baba, Suç ve Ceza, Karamazof Kardeşler, Böyle Buyurdu Zerdüst kütüphanemi çeşitlendiren kitaplar olmuştu.

Evine kapanmış biri değildim artık, uzak mahalle ve coğrafyalarda geziniyordum. Meriç üzerinden okuduğum yazarlar, karıştığım hikâyeler ve duyduğum sesler, beni yüzlerce ağacın, börtü-böceğin olduğu bir ormanda yürütüyordu. Meriç yetkin bir baba, bir üstad olmuştu bana; burunlarını ormanın içlerine doğru uzatan patikalara soktuktan sonra da kaybolmuştu. Asırlık ağaçların ve kadim uğultuların içinde, az yürünmüş yolların başındaydım. Kafam karışmıştı. Düşüncenin katmanlı ve çatışmalı evrenine karışmışken ‘ev’e de dönemezdim. Yapacağım tek şey vardı: patikalardan iz sürmek…

Hep bunu yaptım! Kıvrım kıvrım uzayan sayısız yolculuklar yaşadım, çatallaşan yolların ve yakamı bırakmayan tedirginliklerin içinde kendime yönler seçtim. Yoruldum, düştüm, kalktım, yine yürüdüm. Edebiyattan felsefeye, felsefeden edebiyata, yazardan yazara, kitaptan kitaba, bir ülkeden diğerine gittim. Öğrenciliğim bitti, kitaplarım çoğaldı, kütüphanemde yeni kitaplara yer kalmadı ama ben kitabevlerine gitmeye devam ettim. Beklediğim duraklarda, bindiğim otobüslerde, vardığım yerlerde bana eşlik eden hep kitap oldu. Hayatım; kelimelerin, cümlelerin, hikâyelerin, konuların koynunda geçti. Girdiğim yollar, vardığım isimler, içine düştüğüm hikâyeler, topladığım o kadar cümle ‘eski ben’imi yıktı, bana ‘yeni ben’ armağan etti. Daha doğrusu, doğarak eklendiğim hikâyeden alındım, kendi hikâyemin öznesi kılındım.

Yeniden Meriç

Başımı yaran, içimi deşen, beni yıkıp yeniden kuran her bir şey Meriç üzerinden gittiğim uzaklarda oldu. Kendisinden açılıp uzaklaşmış olsam da ondan bütünüyle habersiz değildim. İsminin geçtiği metinlerle, kitaplarıyla, etrafında yapılan tartışmalarla ilgili olmaya devam ediyordum. Mesela İstanbul’da kızı Ümit Meriç Hanımefendi’ye misafir olduğumda Cemil Meriç Kütüphanesi’ne girme, o cilt cilt sıralanan kitaplara dokunma talihini yaşadım. Yayımlanan her yeni kitabını edindim. Meriç bir imge olarak bana eşlik etmeye devam etti. Kendisiyle ilk karşılaşmamda edindiğim haline karşılık gelen bir şeydi bu. Benim için, Bu Ülke, Mağaradakiler, Jurnal’lerdeki yara(r)lı adamdı. Yeni ‘bir dünyanın eşiğinde’n sesleniyordu.

Çocukluk hikâyesinden firar etmiş, ‘anne dil’inden farklı bir ‘ana dil’de yaptığı yolculukların çoğulluğuyla hikâyesini kurmuş biriyken, bir kez daha Cemil Meriç’e gitme imkânı buldum. Yirmi beş yıl önce beni baştan çıkaran, düşüncenin uğultulu ormanına bırakan üstadımı ikinci kez okudum. Hayır, bu bir tekrar okuma olmadı. Zira yirmi beş yıl önceki delikanlı değildim ben, bir başka ben olarak Meriç’e düştüm. İlk karşılaşmamda onu oturduğum evin daracık penceresinden gözetlemiştim; kendisini, evime uygunluğu ve karşıtlığı içinde değerlendirmiştim. Öyle yapmıştım ama peşi sıra gitmeyi de bilmiştim. İşte geçen yılların ve bu yıllara doluşanların inşa ettiği heteredoksluğumla yeni okumayı yaptım. Onu bir çerçeveye oturtma kaygısı gütmeden, sadece bütünlüğü içinde anlamaya çalışarak…

Şimdi bu yeni okuma sayesinde, Cemil Meriç’in hakikatli bir okuru olduğumu söyleyebilirim. Okumamı bitirip bu yazıya oturduğumda hissettiğim şey, Meriç’i sevdiğim oldu. Okuru olduğum metinlerde diri bir kalp, vicdan ve yaşanmışlık hissetmişsem, o metinlerin sahipleri gelip kalbime yerleşmiş demektir. Bütünüyle kurgusal, bütünüyle kafa işi, alabildiğince sistematik metinlerde yazıcıyı, dolayısıyla bir hayatı değil ‘iş’i görürüm. Salt bilgi olan metinler bana bir hayat armağan etmezler. Oysa kalbimin konukları olan düşünür, filozof ve yazarlar, metinleriyle birlikte insani halleriyle de bana dokunurlar. Meriç Külliyatı’nı yeniden okuduktan sonra anladım ki Meriç de kalbimin ebedi konuğu yazarlardandır. Dilinde ve eylediklerinde yaşayan soy isimlerden biridir o. Sadece ansiklopedik bilgi yumağıyla okuyucunun karşısına çıkmıyor, çatışmalı bilgilerin evreni olan yara(r)lı bir hayat şeklinde de görünüyor. Metinlerinde bolca acı, duygu, türlü insan halleri yaşıyor. Meriç’te bilgi, yazarının içinden geçerek okuyucuya varıyor. Duygusu, öfkesi, coşkusu ve acısı olan bir bilgiye maruz kalınıyor, formel olanla değil hayatiyetle buluşuyorsunuz.

Ne kadar haklı! Bir insanı tanımak; onun acılarını, duygularını, yenilgilerini bilmekle mümkündür, kronoloji bize bir insan armağan etmez. “Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Anlıyorum ki, zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.” Bu satırlara sinmiş hal bana çok tanıdık geldi; yaşayan bir Meriç’e dokundum, kitaplara kaçmış kendimi gördüm. 38 yaşına kadar kendisine iyice görünmeyen bir hayata mahkûm gözlerini Paris’te bıraktıktan sonra yazdıkları ise canımı yaktı: “Gözlerimi, yani her şeyimi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci olarak arıyordum. Meselelerimi ancak o çözebilirdi, korkak olduğum için intihar etmedim. Körlük bir nevi ölüm. Hayır ölümden çok daha beter bir işkence. Öldükten sonra yaşamak gibi bir şey. Bir hortlak gibi yaşamak...”

Böyledir Cemil Meriç, baştan ayağa insan kesilmiştir. Kendisinde zoraki ‘büyük adam’ rolleri ve kibri yoktur. Ten ve ruhuyla ait olduğu hakikatin diliyle, yakıcı/yıkıcı/kurucu bir üslupla kendisini açıyor. Doğu, Batı, bu ülke, aydın, iman, inkâr, kadın, aşk konuştuğu ne ise, Meriç’in kalbindeki karşılıklarıyla görünüyor. Lamia Hanım’a yazdığı mektuplarda, kaygısızca ve hesapsızca soyunan bir adam görürsünüz; mağlubiyet, çaresizlik, türlü türlü açlık mektup halinde ete kemiğe bürünmüştür. Hakikatin taliplisi birinin kalp atışları duyulur metinlerinde. Zira vardığı duraklarda ilgili olduğu şeylerin kalbine düşen halleriyle konuşmuştur. İnsan ancak mahreminin önünde kaygısızca soyunur; Meriç, mahremi bildiği okuyucuya seslendiği için bu derece çıplak, bu derece insandır. Vakıf olduklarını, herhangi bir hizbin kabullerine uygun hale sokmadan ‘kamu’ya gösterir. Mensubu olduğu hakikatin gürleşmesi adına konuşur ve cümlelerini kurar. Teninde ve kalbinde hissettiği duruma dilden bir libas giydirmekten çekinmez. Bu yüzden efendi, smokinli bir dili yoktur; bıçkın, serseri, duygusu olan bir dil ile okuyucusuna çarpar.

Meriç okumak

Malum, aralıksız bir okumayı önemseriz. Bir kitaptan diğerine konmayı, yazardan yazara seyretmeyi, okumanın içinde geçen kesintisiz zamanları bir değer olarak biliriz. Schopenhauer, bizim için ‘değer’ olan bu duruma düşenlerin zehirlenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyler. İddiasını şöyle temellendirir: İnsan, yediği yemekleri hazmetmeden yeni bir sofraya oturup atıştırmaya devam ederse çok geçmeden mide fesadına uğrar. Yemek, kendisine nimet olması gerekirken zehir olur. Okuyucu da okudukları üzerinde düşünmeden, onları hazmetmeden, karşılaştığı bilgiyi eşip kendine ait kılmadan başka okumalara girişirse işlenmemiş ham bilgi deposuna dönüşür. Bu işlenmemiş birbirine karşıt bilgiler sahibini serseme dönüştürür. Dolayısıyla kesintisiz okuma sahibi okuyucu bir şey olmayan omurgasız biri olur.

Schopenhauer’in işaret ettiği tehlike, Meriç benzeri ‘sistematik’ olmayan yazarların okuyucuları için de geçerlidir. Metni ve yazarı derinden kavrama gibi bir çaba içinde değilseniz, Meriç tarzı çatışmalı dünyalarda kaybolursunuz. Maruz kaldığınız o çok renklilikte renksiz kalırsınız. Mesela kendinizi dindar biri olarak görüyorsanız, Meriç’in özelde İslam genelde inanıyor olmakla ilgili pozitif değerlendirmeleriyle doğrulanmanın hazzını yaşar, ancak aynı konularda ortaya bıraktığı kimi çatallı sorularla da rahatsız olursunuz. Rasyonel akla yaslanan Batı’ya veya başka türlü bir tasavvurun yurdu olan Doğu’ya yakınsanız, Meriç yine sizi hem sevindirir hem de kızdırır. Kendi içinde tutarlılığı esas alan sistematik düşünürlerin ölçerek oluşturdukları formları önemsiyorsanız, Meriç’in o azade üslubu, birbirine karşıt gibi görünen parçacı yaklaşımlarından oluşan ‘kırkambar’lık hali sizde ‘tutarsızlık’ hissi oluşturur.

Meriç’in sistematik olmayışına, birbiriyle yumruklaşıyor gibi görünen parçacı yaklaşımlarına dair yapılan değerlendirmelere katılmadığımı, bu durumunun yanlış görüldüğünü, bunun kusur değil artı bir değer olduğunu da belirtmek isterim. “Ben ezeli bir mağdurum, coğrafi kader, siyasi kader, biyolojik kader… Anlaşılmadım, anlaşılmadım, anlaşılmadım… Hayatım bir bozgunlar silsilesi. Hiçbir kavgam zaferle taçlanmadı. Ben ezeli bir mağlubum.” diyen Meriç gibi, kendisi de ‘ezeli mağlup’ olan Cioran’ın “Sistematik düşünce totaliterdir” başlığı altında yaptığı şu değerlendirmeye katılıyorum: “Kendi kendimize çizdiğimiz bir çemberin içinde kapalı kalırız. Bundan dolayıdır ki dürüst olalım derken sahteliğe düşeriz ve doğruluğumuz azalır. Bütün yapılandırılmış düşüncelerin faciası buradadır: Çelişkiye izin vermemek… Sahteliğe böyle düşülür, tutarlılığı korumak için kendi kendine yalan söylenir. Buna karşılık, eğer parçalar üretilirse, bir gün içinde hem bir şey hem de onun aksi söylenebilir. Niçin? Çünkü parça, farklı bir tecrübeden gelir ve hakiki tecrübelerdir bunlar: Esastırlar. Bunun sorumsuzluk olduğu söylenecek; ama eğer durum böyleyse, bizzat hayatın sorumsuz olması anlamında sorumsuzluktur. Parçalar halindeki bir düşünce, tecrübenizin bütün veçhelerini yansıtır; sistemli bir düşünce ise sadece bir veçheyi yansıtır, denetlenen veçheyi, bundan dolayı da yoksullaştırılan veçheyi… Nietzsche’de, Dostoyevski’de, ihtimal dâhilindeki bütün insanlık tipleri, bütün tecrübeler ifadelerini bulmuştur. Sistemde ise sadece denetleyici konuşur, şef konuşur. Sistem daima şefin sesidir: Bunun içindir ki sistem totaliterdir, oysa parça halindeki düşünce özgür kalır.”

Meriç’in Doğu, Batı, inanmak ve İslam gibi konularda yaptığı ve genellikle ‘birbirine karşıt’ olarak görülen değerlendirmelerini kusur ve çelişki değil, onun artı değeri olarak biliyorum. Zira sözkonusu değerlendirmeleri birbirini hükümsüzleştiren şeyler değil, ‘şeylerin’ artı ve eksiklerine işarettirler. Bana öyle geliyor ki, Meriç’in ayırıcı vasıflarından biri olan bu artı değeri, yanlış okunarak değersiz kılınmaktadır. Çünkü Meriç, cetvelleşmiş bir form ile konulara dokunmuyor veya durumları okumuyor. Dokunduğu yeri ve okuduğu durumu forma/cetvele uyarlamıyor. Meriç bakışı, birer kurgu olan Doğu ve Batı zaviyelerinden azadedir. Doğu ve Batı izleklerinin birlikte insanı tamladığını söyler, durduğu yerin kuşatıcılığı içinde konularına eğilir. Yitik hikmetin taliplisi bir arayıcı olarak Batı’dan, Doğu’dan, imandan, şüpheden, inkârdan ‘yitik’i toplamaktadır. Böyle olduğu için, Batı ve Doğu’ya iman ve inkâra dair geliştirdiği eleştiri, Batı ve Doğu’ya iman ve inkâra dair yaptığı güzellemeleri ortadan kaldırmıyor. Ait olduğu hakikat adına eleştiriyor, yine bu yerden güzellemelerini yapıyor. Batılı veya Doğulu olmayı kurmuyor, bir insan olarak hakikatli olmak çabasını gösteriyor. Bu yazının epigrafını hatırlayalım: “Benim düşüncelerim heteredokstur. Öyleyse ben neyim? Ben kendimim; hiçbir hizbe dâhil değilim, hakikate mensubum.”

İnsan çoğunlukla kendisine çizdiği çember ve içinde hapsolduğu forma, ideolojik veya sistematik düşünceye uygun doğrunun müridi olduğundan tersi okumalara yanlış der. Müride uygun doğru ve ters yorumların sahibi biri, mürit için çelişkili ve güvenilmezdir. Çünkü müridin kafası nettir; doğrunun hepsine sahipmiş zannı içindedir. Meriç’in farkı şuradadır: O bir hizbin müridi değil, Doğu’ya ve Batı’ya yayılmış hakikatin mensubudur. Kendisini okumaya başladığınızda hizbinizden düşmeniz kaçınılmazdır. Heteredoksiye maruz kalır, ‘yuva’nızın güvenliğini yitirir, huzurunuz kaçar, kafanız karışmaya başlar. Kışkırtıcı ve azade üslubunun peşine takıldığınızda hapsolduğunuz yurttan sürgün olur, bir firari olarak yaşamaya başlarsınız. Başınızı soktuğunuz her bir yer bir süre sonra size dar gelir, dahasını istersiniz. Firariliğin o sınırsızlığında bir yurt edinir, böylelikle Batılıların ve Doğuluların, inananların ve inanmayanların hem sevgilerinin hem de şüphelerinin öznesi olursunuz.

Benim Meriç’im

Rumeli sürgünü bir anne ve babanın çocuğu olması hasebiyle sürgünlük, hikâyesinin ayrıcalıklı vasfıdır. Ebeveyni, Rumeli’den yine sınırda olan bir yere, Antakya’ya göç etmiş. Fransızların idaresindeki şehirde, Araplarla komşu ve iç içe bir Türk olarak yaşamak onu ‘sürgün’le tanıştırmış. Bu duygu, daha çocuk denecek yaşta yakasına yapışır, Fransız ve Arap kültürüne maruz kalan bir Türk çocuk olur. Kütüphanesi olan bir eve doğması, onun için hem talih hem de talihsizliktir. Hür bir tercihle değil, maruz kaldığı gerçekliğin kıyıcılığından kitaplara kaçar. İnsan başta en yakınında duran etnisitesine bakar, orada durur. Meriç’in de yaptığı budur; kendisine iyilik yurduna ise kötülük etmiş Fransızlara karşı Türkçü olur. Sonra kocaman kocaman kitapların içine düşer; imandan şüpheye, şüpheden inkâra varır. Komünist olduğunu söylediğinde tek bir işçinin elini sıkmamıştır. İstanbul’a gelir. Batı’ya meftun ülkenin kültürel havasına açık halde okumalarını sürdürür. Batı’ya giden gemide bir yolcudur o; Balzac’tan, Dostoyevski’den haller edinir. Ruhu, türlü açlıklarla yaralanır. Ancak inanmakta zorlandığı bir şey gerçekleşir. Bir kadın kendisine evet der, evlenir. Elazığ’a öğretmen olarak atanır. Tutunmaz, İstanbul’a döner. Kendisine vazgeçilmez bir yoldaş olan gözlerini Paris’te bırakır. Sanki öldükten sonra yaşamaya mahkûm edilmiştir. Fevziye Hanım, bu ‘hortlağa’ kadın olur, vatan olur. Kendisine vatan olmuş bu kadına yaslanarak ‘hoca’lık yapar, Sosyoloji okutur. Kaderi baştan çizilmiş gibidir, hakikate/hikmete yazgılı olarak yaşar. Ne Türkçülük, ne de komünistlik yurdu olur. Çıktığı Konya yolculuğunda üniversiteli bir genç kendisine, “Sen bizden değilsin” der. Arkasından, kütüphanesini gezen bir Fransız romancının sorusuna muhatap olur: “Muhteşem bir Fransız kütüphanesiyle karşı karşıyayım. Ama siz Fransız değilsiniz, kütüphaneniz nerede?” Batı’da süren yolculukları onu Hind’e götürür. Hind’te varlığa içkin başka türlü bir dile kulak olur. Batı’ya gitmiş, ama Batı kurgusuna dâhil olmamıştır. Bu özelliğiyle, Sezai Karakoç’un Masal şiirindeki ‘Doğu’nun yedinci oğlu’dur. Batı ve Doğu okumaları başka bir kıvam alır. Hakikatin incitildiğini, Doğu’nun bir yalana kurban edildiğini ve dolaşımdaki düşüncenin de buna omuz verdiğini haykırır. Ortalıktaki kurgulara, Batı ve Doğu mitlerine biteviye yumruk salar; Batı ve Doğu’daki hikmete taraf, hastalıklara ise düşman olur.

Kıta ve hizipleri bütün olarak ‘evet’lemediği için kıyıda tutulur. Şöyle düşünür: “William Blake, ‘Hakikati söyle; bırak yalancı, alçak, hainler senden uzaklaşsınlar’ der. Bir düşünce tezatlarıyla bütündür. Bütün izmler ancak tenkitçi bir gözle okunduğu zaman size bir şeyler verecektir.” O ‘parça’nın ‘bütün’ü kuşatamadığını, ‘bütün’ün ‘parça’lardan oluştuğunu söyler. Coğrafyaya ‘öz’sel bir anlam yüklemez. Şöyle düşünür: Ne Batı bütünüyle ‘iyi’nin yurdudur, ne de Doğu bütünüyle ‘kötü’nün… Sağ ve sol, insan beyninin iki tarafını oluşturur; Doğu ve Batı da dünyanın… Şu satırlar onun: “Doğu, dış dünyayı değiştiremeyeceğini çok çabuk anladı, esrar dumanlarından ördüğü has bahçede şarkılar söylemeyi, kaderle boğuşmaya tercih etti. En yontulmamış sokak adamıyla Eflatun arasında sadece bir üslup farkı var. Batı ile Doğu’yu ayrı dünyalar gibi göstermeye kalkışanlar büyük bir gaflet içindedirler. Batı ile Doğu ancak haritada bir realite.” Bunu der ancak, kalbe kör bir akla iman etmiş Batı’nın vahşi kapitalizmi doğurduğunu da unutmaz. Rasyonel ve çıkarcı aklın kibriyle kıtaları, medeniyetleri ve kültürleri kesip biçen bir Batı’nın varlığını gösterir, bu Batı’nın inşa ettiği yalan ile kavgaya tutuşur. Onun ‘abartılı’ Doğuculuğu biraz da Doğu’nun mağdurluğundan kaynaklanır. Zira Doğu’nun hiç de sanıldığı gibi karanlık olmadığını, ışığın oradan doğduğunu düşünmektedir.

Biteviye tedirgin bir ruh olan Meriç, ‘sükûn’un yurdu olan imana varmış mıdır? Ümit Meriç’in şahadetiyle bildiğimiz son cümlesinden (Muhammed, sevgilim!) hareketle vakıf olduğunu düşündüğümüz sükûneti ruhen tatmış mıdır? Bildiğimiz şu ki, imanın bir talih olduğunu düşünür, iman etmiş biri olmak ister. Şu cümleleri o kurmuştur: “Din, aşk, şiir; boşlukta yuvarlanan insanın yıldıza attığı merdivenlerdir. İnanamayanların inananlara sataşmasında muhakkak bir parça kıskançlık da var. Keşke bütün insanlar aynı Tanrı’ya inanabilseydiler. O zaman cennet olurdu.

Sevmek yaşamaktır. Böceklerden kehkeşanlara kadar uzayan bir sevgi… Bütün kâinatı ve kâinattan daha büyük bir yaratıcıyı sevmek, hem de ruhun ölmezliğine inanarak. Yani ebediyet ölçüsünde bir sevgi. Dinsizlerin ölümü, insanı tahammül edilmez bir yalnızlığa sürüklemekten başka neye yarar? Mağarasının duvarları arasında meçhul kuvvetlere yalvaran iptidai insan, atom devrinin zındığından daha mı az akıllıydı, bilmiyorum, ama daha bahtsız değildi. İnanmayan adamın ebleh gururu! Hangi bilgimiz en iptidai dinin nasslarından daha sağlam?

İnanan bedbahtlığından bahsederse yalan söyler. İnanan için bedbahtlık yoktur. Bağlandığı ağaçta yamyam tamtamlarını dinleyen misyoner, Roma’nın bütün hunhar ve sadist imparatorluklarından daha mesuttur. Ey müminler, saadetinizi gölgeleyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalıdır.”

Meriç, eksiklik ve fazlalıklarından arınmış ansiklopedik bilginin öznesi bir akademisyen veya düşünür değildir. Bütün anlamıyla üniformasız bir bakış olduğundan, her zaman yeniden okunası bir külliyata sahiptir. Onu smokinli bir düşünür, sistematiği olan bir felsefeci veya bir türe karşılık gelen bir edebiyatçı gibi düşünemeyiz. Pijamalı bir zihindir; seyirleri, okumaları, notları kendincedir. Forma sokulmuş ağaçların oluşturduğu bir şehir parkı değil, hayatın türlü hallerine karşılık gelen enva-i çeşit börtü-böceğe evlik eden bir ormandır. Kendisi rahatsızdır ve yazdıklarıyla da rahatsız etmektedir.

Meriç sadece ayakta olan insanın hallerini barındırmıyor; düşen, acı çeken, yetmeyen, acz ile malul insanı da içeriyor. Ait olduğu hakikatten hareketle iddialı ve coşkuludur; vecd içinde, şiire yakın etkili bir dil ile seslenir. Olduğu hal üzere ‘sağ’ veya ‘sol’da Doğu veya Batı’da barınamadığı, inancın sükûnetine kavuşamadığı ve açlıklarını gideremediği için de kendini mağdur ve mazlum görür. Bu durumunu bütün açıklığıyla okuyucunun önüne koymaktan da çekinmez. Hiçbir dönem ‘güç’lü olmamış ve ‘iktidar’a eklenmemiştir. ‘Ezeli Mağlup’lardan biri olan Cioran’ın yaptığı şu değerlendirme Meriç için de geçerlidir: “İktidarın kötü, çok kötü olduğuna inanıyorum. Onun varlığı karşısında mütevekkil ve kaderciyim, ama bir musibet olduğunu düşünüyorum. Bakın, iktidara ulaşmış kimseler tanıdım ve bu korkunç bir şey. Üniformalı olmak gibi bir şey bu; üzerinizde bir üniforma varsa, artık aynı insan olamazsınız. İktidara ulaşmak da, daima aynı olan görünmez bir üniformayı giymektir. İktidar şeytanidir: Şeytan, iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir.”

Meriç’i toparlamak

Meriç gibi epey dağınık bir zihni tanımlamak ve toparlamak çok zor. Dolayısıyla bu yazının, onu bütünüyle tanımladığını veya toparladığını söyleyemem. Meriç’in üzerime düşen fotoğrafını okumaya çalışarak, kurucu bakışlarımdan birine minnet borcumu kısmen ödemek istedim. Bir form veya ‘taraf’tan hareketle değil, Meriç’e yakın bir ruh akrabalığı içinde kendimce bir okuma yaptım. Bu şahsi okuma, doğal olarak, ucu, sonu ve içeriği net bir metin ortaya koyamazdı. Durum böyle ama yazı da bir yerde bitmeli.

Ali Ural’ın Hece Dergisi’nin Cemil Meriç Özel Sayısı’nda belirttiği gibi, Meriç’in koltuğu boştur. Ural’ın aktardığına göre, koltuğunun sergilendiği sergide, kızı Ümit Meriç sergiyi gezenlere koltuğu işaret ederek, “Bakmayın öyle, oturabilirsiniz!” demiş. Oturanlar olmuş mudur bilmem, ama sanırım o koltuğa oturabilecek çok az sayıda insan vardır. Cemil Meriç’in kaderini paylaşmadan o koltuğa oturmak mümkün mü? Belki de Ümit Hanım o sergiyi gezenlere zımnen şunu demek istemiştir: Meriç’in koltuğuna oturmayı hak eden bir hayatınız olsun!

Dergah Dergisi, Eylül 2010 Sayısı

20 Kasım 2010 Cumartesi

Sarıl Kardeşine, Sarıl Kendine...

Kırkı aşan yaşımın otuz yılını hissederek yaşadım. Hissederek yaşadığım bu otuz yılın her karesine ise dokunabiliyor ve dokunabildiğimi okuyabiliyorum. Şüphesiz insan mekânda yaşar; her bir şey, dâhil olduğu mekânın rengini alarak insana dokunur. Bu yüzden şunu diyebiliyorum: Otuz yılıma doluşan her bir şey Türkiye denen gerçekliğin içinden geçerek yüreğime ve zihnime kazındı. Hayatımı Türkiye’de geçirdiğime göre, ne yaşamış ve yaşıyorsam bu biraz da ‘Türkiyece’ olmuştur. Ancak şunun da farkınday((d)ım; kendimi Türkiye’nin gerçekliğiyle baş başa bırakırsam, ‘can’ıma ihanet etmiş olacağım. Bu sebeple, Türkiye’den önce dünyaya doğmuş olduğumu hiç unutmadım. Doğduğum mekânın/Türkiye’nin çapını ve gerçekliğini merkeze almadım, ‘mekân’ımı epeyce dar ve yetersiz gördüm. Sonra, daha geniş zemin ve bağlamlar aradım ‘can’ıma, Türkiye’nin bana zindan olmasına müsaade etmedim. ‘Yerel’den ‘evrensel’e doğru yürüdüm; Kürt veya Türk olmaktan çıkıp insan olmaya vardım.

‘İç’teki bu uzun ve katmanlı yolculuk sayesinde kendimdeki insanı açığa çıkardım ama bedenimle, doğduğum mekânın/ülkenin gerçekliğiyle beraber olmaya devam ediyorum. Bu şu demektir: ‘İç’imle ‘dış’ım akraba değil, düşman kardeşler gibiler. Ve hayatım bu iki karşıtlığın çatışması üzerine akıyor. Dolayısıyla biteviye gergin ve kaygılıyım. Yaşadığım ülkede, dolaştığım kentin caddelerinde başım öne eğik, zihnim, dâhil olduğum çatışmanın yüreğime kazdığı soru(n)ların cevaplarıyla meşgul. Başım önde dolaştığım için ensem güneşe açık, dolayısıyla esmerim. Tiril tiril, hayat değmemiş, ‘beyaz’ bir vatandaş değilim. Türkiye’nin rengini alarak bana dokunan hayatla el ele, kol kola yaşamıyorum. Zira içinde olduğum, üzerinde dolaştığım ‘mekân’ın büyüttüğü, şekillendirdiği hayatın yaralı ve hastalıklı olduğunu düşünüyorum.

Böyle düşünmem için çok sebep var. Kitaplığımda biriken, üzerlerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen barındırdıkları dile halel gelmeyen, hayatın ve varlığın hakikatini en çıplak haliyle görebilen onca kitabın penceresinden bakıyorum. Ki bu kitapların ayırıcı vasfı, bir ‘mekân’a ve ‘zaman’a hapsolmamalarıdır. Mekân ve zamanüstülükte varlıklarını tescil etmiş kitaplardır bunlar. Kim, Homeros’un ve Mevlana’nın ‘mekân-zaman içi’ konuştuklarını söyleyebilir? İnsan denen varlığa, hayat denen gerçekliğe esastan anlamlar kuran bu üstatların rehberliğinde kendimi tanır ve bulurken, sadece hakikate akraba olmuş disiplinlerin inşa ettiği kavramlarla da yaşadığım mekânı/ülkeyi ve zamanı okuyorum. Ülkemin/mekânımın gerçekliğinden hareketle bir dil kurmuyorum kendime, bana ve insan kardeşime yararı olsun diye inşa ettiğim dilden hareketle ülkemin kavramsal karşılıklarını buluyorum.

Kırkı aşan yaşımın otuz yılını çok iyi bildiğimi söylemiştim. Bu çok iyi bildiğim otuz yıla düşen Türkiye fotoğrafları hiç ‘olağan’ değildir. Dinleri, kadim anlatıları, felsefeyi, sosyal bilimi, adaleti ve hak’ı esas alan hukuku, hakikate ayarlı yolculuklar yapmış arifleri, düşünürleri ve yazarları merkeze alırsak, bugün de can’ımızı boğan Türkiye fotoğraflarını ‘olağan’ görmemiz mümkün değildir. Türkiye’deki yaşam ve insan manzaraları Türkiye’nin ‘olağandışı’ olduğunu gösteriyor. Köpürtülmüş, şişirilmiş, kurgulanmış ‘beyaz’ ama epeyce ‘kanlı’, dolayısıyla ‘kirli’ bir iktidarın sürekliği adına hukukun canına okuyan bir yargı; hakikatte vazifesi hakikati açmak iken hakikati örten bir medya; ‘iktidar’a ve ‘güç’e karşıt olması gerekirken ‘iktidar’a ve ‘güç’e omuz veren bir yazın dünyası Türkiye’nin ‘olağandışı’lığına birer karinedirler. Otuz yıl boyunca, ilkel ve çocuksu kibir/gurur/nev-i şahsına münhasır haller adına kırkbin çocuğunu öldüren bir ülke asla ve kat’a ‘olağan’ olamaz, olsa olsa, çıldırmış hasta bir ülke olur.

İki gözüm, canım kardeşim okuyucu! Ben, sen ve diğerleri… ‘Olağandışı’nın ‘olağan’laştırıldığı bir ülkede yaşıyoruz. İşte bu yüzden, günün erken saatlerinde daha yüzlerimizi yıkamadan televizyon ekranların alt yazılarında geçen onlarca ölümü okuyoruz. Bir ovanın daha basıldığını, bir dağa daha bomba yağdırıldığını, bir kentin daha ‘Gazze’leştiğini, onlarca/yüzlerce evin daha ateşin düştüğü yer olduğunu görüyoruz. Hukuk dışına çıkmış onlarca kudretli adamın yine hukuk dışına çıkan onlarca yargıç tarafından aramıza salındığını öğreniyor, ellerinden her şeyleri alındığı için taşlara tutunmuş binlerce çocuğun ise hapislerde tutulmaya devam ettiğini fark ediyoruz. Ülkenin kudretlileri kendilerinden yana çalışıyor, bize az mı az bir hayat aralığı bırakıyor ve çokça ölüm hazırlıyorlar.

İnsan olanın kalbine bir yumruk, bir zıpkın gibi düşen bu kahredici gerçeklik yetmiyormuş gibi, bu ‘kör’lükten beslenen onlarca yeni ölüm sebebiyle ülkenin biraz daha ‘olağandışı’laşmasını isteyen ‘kara siyasetçi’ adamların bağırışlarıyla cezalandırılıyoruz. Farkında değil misiniz; ‘olağandışı’lığı ‘olağan’laştırılmış ülke, derecesi daha da yükseltilmiş bir ‘olağandışı’lıkla hapishaneye, ‘büyük kapatılma’ya dönüştürülmek isteniyor. Anlamıyor musunuz, hepimizi boğmak istiyorlar! Türkiye büyük bir hapishane olmakla karşı karşıya, yani ölümle… Ne ben, ne siz, ne de diğerleri artık hür değiliz! Meydan artık savaş baronlarının, kalbi körleşmiş elleri kanlı muktedirlerin, kanın orta yerinde masalarını kurup orda kurum kurum oturmaya devam eden ‘küçük’ adamların ve önlerine atılan kemiklerle hayata tutunan aşağılık gardiyanlarındır.

İki gözüm, canım kardeşim okuyucu! Etrafında kurulmak istenen çitleri tekmele, kır onları, çık dışarı! Kalbine sahip çık, kendinden çık, insan kardeşine git! Kalbini ortaya koy; rengine, diline, cinsiyetine bakmadan komşunu kalbine çağır! Sarıl kardeşine, sarıl kendine… Hayır, sana Türk veya Kürt olmaktan vaçgeç demiyorum. Diyorum ki gün, daha çok Türk veya daha çok Kürt olma günü değildir! Gün, Türk veya Kürt oluşu da içeren ‘daha fazla insan’ olduğumuzu hatırlama günüdür. Ve unutmamak gerekiyor; Türk veya Kürt olmanın imkânsızlaştığı demlerde ‘insan’ da kalamayız.

Bayramı Gördüm!

Çocukluğum, eski bir tarih!

Şimdi, tarihimden sürgün bir sayfa gibiyim. ‘Sağlı sollu park etmiş evler’den müteşekkil kentlere konup göçüyorum. Misafire hazırlıksız yakalanmış bir evin dağınıklığı içinde karşılıyorum bayramı.

Kabullendim artık!

Bayramı en iyi çocuklar karşılıyor. Bayram çıkıp geldiğinde, yalnız çocukları hazır buluyor kendine.

Bu bayramda açıkçası gizlendim. Sabahın köründe telefonu ve kendimi kapattım çağrılara, mesajlara.

Asuman Güzelce’den aşk, vatan ve kadınlık hallerine dair hikâyeler okumuştum. Gazetenin kitap eki, Elini Kalbime Koy için benden yazı bekliyordu. Bayramın birinci gününü bu yazıya verdim.

Gecenin bir vakti yazıyı bitirip telefonu açtığımda mekanik bir sesin ortasında kaldım. Onlarca mesaj bildirisi, gün içindeki sessiz kalışımı imliyordu.

Geçtim hepsini, kendimi İbrahim Tenekeci’nin şiirlerine vurdum. Bütün gece Uçuş Denemeleri’nde kaldım, altını çizdiklerim altımı çizdi.

Sabaha, yağmurla uyandım. İzmir’de ‘yağmur o kadar çok yağıyor ki, su bile sırılsıklam oluyor.’

Bir yere varmam gerekiyor, bunun için Karşıyaka otobüsündeyim. Elimde şiir, altını çiziyorum: ‘Beceriksiz kent,/Sen busun, insanların/Üstünde tepindiği.’

Yağmur dindi. Islak caddelerden ve onlarca siluet arasından vapura geçiyorum. Altımı çizen şiirin şairine, Tenekici’ye telefon açmak istiyorum. Mümkün olmuyor, içinde kaldığım kalabalığın uğultusu kulaklarımı işgal ediyor. Mümkün değil başka bir sesi duymak. İçimdeki seslerin arasına oturuyorum öylece. Gözlerim, vapurun içine doluşan yüzlerde geziniyor.

Hayır, bu yüzler bu hatın yolcuları değil. Kentin periferisinde tutuklu kalmış ne kadar esmer ve kavruk yüz varsa sanki bayram zincirlerini kırmış, öyle çıkmışlar evlerinden. Yaşamadıkları bir ‘kıyı’ya kendilerini atma imkanı bulmuş, sere serpe dolaşıyorlar.

Çocuklar zaten hep böyledir, hayat onlar için bir lunapark. Anne ve babaları ilk kez vapura binmiş gibiler. Deniz, martılar, gerisinde köpüklü bir beyazlık bırakan vapur gözlerindeki bayramı çoğaltıyor. Bir bayram gününde bu vapur, bu yolculuk, içinde kaldığım esmer yolcuları biraz çocuk yapmış. Büyüklerin de çocuklardan farkı kalmamış.

Vapur sanki tam da şimdi yolculuk yapmayı beceren bir topluluğu taşıyor. Çocuklarına bayram elbiselerini alabilmiş yolcular Konak’a varmak üzere bu vapura binmiş gibi değiller. Gözleri Konak İskelesi’ne değil, şu an içinden geçtikleri denize, vapura eşlik eden martılara, denize ve martılara sevinçlerini atan çocuklarına çevrili.

Yolculuğumuz, peyzajdan geçmemiş bir heyecan içinde geçiyor. Vapur da bu çocuksu sevincin içinden yüzüyor. Denizi, martıları, dalgaların bedeninde bıraktığı köpüksü sesi alışkanlıkları içinde görünmez kılan her zamanki yolcularının ağırlığından kurtulmuş gibi.

Vapur da haklı; önceki yolcularının gözünde, ne deniz ne de vapur kalmıştır. Düşündükleri tek şey, inecekleri iskeleye varmak. Hem deniz hem vapur onlar için birer araç olmuştur; varacakları iskele, yetişecekleri işleri ise amaç.

Kentin varoşlarından kopup gelmiş şimdiki yolcuları öyle mi?

Hayır, bakışları dipdiri, heyecanları taptaze, sevinçleri formsuz… Varacakları iskeleyle ilgili değiller, şu an yaptıkları yolculuğa gömülmüşler. Vapurun içinde oturuyor ama dışında yaşıyor gibiler. Kendileri içeride, bakışları ve kalpleri denizde, martıda, dalgalarda…

Evet, bayram en çok çocukları hazır bulur kendine. Sonra kentlerin yoksullarını…

İçlerinde kaldığım şu çocuk, şu esmer, şu yoksul yüzler bunu gösteriyor bana. Kentin ışıltılı imkânları, çocukların ve yoksulların bayramında kullanılıyor.

Kentin varsılları ise ‘tatil’e kaçmışlar. Bayramı, çocuklara ve yoksullara bırakarak…

19 Ağustos 2010 Perşembe

Bir yurt, bir vatan, bir medeniyet…

Birkaç yıl öncesine kadar, daha üç ayların başlarında tedirgin olmaya başlardım. Gelen her bir kandille biraz daha Ramazan’a yaklaştığımızı hisseder, bu tedirginliğim artardı. Çünkü Ramazan, çünkü oruç ile aram iyi değildi. Ya mecburiyet ve vazife duygusuyla tutmuş olduğum oruca açık bir içten yoksun olurdum, ya da tutmamışsam ‘tutamamış’ olmakla dışarıda kalır, üşürdüm. Oruç günleri uzar, derinleşir, genişler, bitmek bilmezdi. Otuz oruç günü koca bir mevsim olurdu. ‘Oyuna giremeyen çocuğun’ iç kırıklarını yaşar, iftar vaktinde sokaklarda ‘oruçsuz’ insanın yabancılığını yaşar ve bunu yazardım. Ramazan’ın öncesi ve sonrası benim için ‘mübarek on bir aylar’dı.

Öyleydim çünkü orucun üzerini çizdiği her ne idiyse bunlara dâhildim. En çok, dışarıda, sokakta sere serpe akan hayatın içinde olmak isterdim. Orucun beni tutması, tutup ‘hayatın’ içinden çekmesi bana ağır geliyordu. Yaşanan hayatın parçası olmaktan çıkıyor, onun seyircisi oluyordum. Yaşamadığım, katılmadığım, seyircisi olduğum bir hayatın gözlerimin önünden akıp gitmesi beni üzüyordu. Dahası… Oruç ile çekildiğim ‘kıyı’da kendimle kalıyordum; içime düşüyor, kendimi görüyordum. Düştüğüm içim, gördüğüm kendim katlanılası bir şey değildi. Yara bere içinde bir haldi benimkisi… Cevaplanmamış sorular, doyurulmamış arzular, çok yetersiz imkânlar, baştan ayağa bir acziyet… Her bir şey gürültüyle sesleniyordu bana. Duyduklarım, insan oluşumu, yüklendiğimi, uyuyakalmış ‘öz’mü hatırlatıyordu. Bir yola işaret ediliyor, bu yola kışkırtılıyordum.

Bir yola çıkmam gerektiğini fark ediyordum ama buna takatim yoktu. Çünkü bu yola karar verebilmem için, çok şeye sırt dönmem gerekiyordu. Yola çıkmaya evet dediğimde, beni çağırıp duranlara hayır diyecektim. Hâlbuki ‘hayır’ denecek şeylere hayır diyecek biri değildim. Yığınla arzu, istek ve beklenti paçalarımdan çekiyor, yola çıkamıyordum.

Böyle bir hayatım oldu, böylesi zamanlardan geçtim. Şükür olsun ki, oldu böyle bir zamanım. Tarihimin bu aralığını lanetlemiyorum. Çünkü bu aralık sayesinde soğukları biliyorum, oyuna giremeyen çocuğu tanıyorum, iftar vaktinde sokaklarda oruçsuz kalmanın yabancılığına aşinayım. Arafta, arada kalmanın yersiz ve yurtsuzluğunu yaşadığım için, nereden nasıl bir yere vardığımı fark edebiliyorum. Şimdi oruç bana bir yurt, bir iklim, bir medeniyettir.

Oruç insanı tutar, insan oruç ile tutulur. Orucun tuttuğu insan bilir ki, maruz kaldığı hayat onu hep kendisinden sürgün eder. Oruç öncesi ve sonrasında insan hep kendinden dışarı kaçar; sokağa, hız’a, başarıya, yetişmeye, yetmeye çalışırken kendisini unutur. Karıştığı kalabalıkta, parçası olduğu gürültüde kalbi altlara düşer; kalbinin sesleri, kalbinin sözleri, kalbinin beklediği tatmin duyulmaz ve görülmez olur. Çok şeymiş gibi tafra yapan bir akla kilitlenir, doyurulmakla doyulacağı sanılan çocuk kılıklı arzuların peşine takılır, yazıldığı yolun kenar süsü olan ayrıntıları yolun kendisinden daha fazla önemser, zamanla öncesiz ve sonrasız bir ‘ara’yla yetinir. Yola nasıl ve niçin çıktığını, bu yolun varacağı yerde nasıl bir neticeyle karşılaşacağını unuttuğu için doğmamış, olmamış, dolayısıyla tüketilmiş bir şey olur.

Hiç şüphesiz oruç her kapıyı çalmaz; orucun vardığı ve çaldığı kapılar azdır. Oysa oruç büyük bir imkândır; bu imkâna, bu medeniyete karşılık gelen insanlardan olmak ise bir ihsandır. Bu ihsanı derinden hissedenler bilir ki, oruç her seferinde gelip kendilerini tutmuştur. Dışarıda, serseri bir gürültüde akıp giden hayatta yitmek üzereyken oruç gelip kendilerini çekmiştir oradan. Tutup çekmiş, yaşananın nasıl bir şey olduğunu görebilecek bir kıyıya bırakmıştır.

Evet oruç, kıyıya düşmektir; kıyıda, yaşananı bütün halinde görebilmektir. Oruç, ‘kıyı’ gibi bir yurt, bir vatan, bir iklim armağan eder sahibine. Bu bir medeniyettir! Zira ehl-i oruç, bırakıldığı kıyıda, yaşananı hakkıyla görür, olması gerekenin böyle bir şey olmadığını anlar, dolayısıyla yaşantının başka türlüsüne açık hale gelir.

6 Ağustos 2010 Cuma

İnanmış insanın romanı mümkündür

Evet, roman Batı’da gelişmiş, içi doldurulmuş bir türdür. Üzerlerinden yüzyıllar geçmesine rağmen okunmaya devam eden romanların hepsi ‘buralı’ değildir. Daha çok Batı’nın tarihi ve zihni tecrübesine yaslanan bu romanların konu ve kahramanlarıyla bir akrabalık içinde olmamız da düşünülemez. Birer anıt gibi duran bu romanların ustalıkla gösterdikleri insan ve bu insanın etrafında yaşananlar da, Batı’daki tarihi ve zihni evirilmenin bilinmesiyle anlaşılabilir. Romanın tarihini ve eleştirisini yapanlar şunu der: Romanın (şüphesiz bu Batı’daki romandır) konusu ve kahramanı, trajedinin yakınlığında kurulur; romancı, daha çok insanın kötücül olan ile karşılaşması ve sonrasıyla ilgilidir. Bu anlamda Batı, roman için mümbit bir yerdir. Zira Batı’da sınıfların kavgası vardır, din bütünüyle ‘kavga’nın nesnesi ve öznesidir. Savaşların sebep olduğu tahribat; dini ve Tanrı’yı hayattan kovan zihni dönüşümün kurduğu ve yalnız başına bıraktığı ‘birey’in çıplaklığı, güvensizliği ve nihilizmi Batı romanının vazgeçilmezleridir.

‘Roman’a dair bu gerçeklik sebebiyle Doğu(lu)’nun romanının olamayacağı, olsa bile hep ‘eksiklikle’ malul olacağı söylenmiştir. Bu yorum, Batı romanının yaslandığı unsurlar merkez alınarak yapılmıştır. Trajedi, çatışma ve kötücüllük olmazsa olmaz görülüyor; Doğu’nun ise trajedi, çatışma ve kötücül olanla mesafeli, dolayısıyla roman için bir yeterlilikten yoksun olduğu düşünülüyor. Hiç şüphesiz bu değerlendirmenin haklı tarafları vardır. Aşkın olan ile mesafesizlikte görünür olan Doğu’nun Batı’dakine benzer/akraba bir trajedisi, çatışması ve kötücüllüğü yoktur. Doğu’da yazılacak bir romanın konu ve kahramanı da doğal olarak Batı’dakine benzer şekilde trajik ve kötücül olamaz. Ancak şu sorulabilir: Doğu’da yazılacak romanın konu ve kahramanı niçin Batı romanının benzeri olsun? Bir bağlam olarak Batı kendince bir insan inşa etmiş ve doğal olarak bu insanın romanını yazmıştır. Batı’dan farklı bir bağlam olan Doğu’nun inşa ettiği insan ise şüphesiz başka türlüdür. Soruları, kaygıları, içinde olup bitenlerle bu insan niçin başkaca bir romanın konusu olmasın? Kendini ve varlığı Batılı bireyden farklı konumlandırması onun büsbütün ‘kaygı’dan uzak olduğu anlamına gelmiyor ki!? Hem Doğu’nun inanmış insanının etrafında, duyuların ve güdülerin ötesinde aşkın bir evren yaşanabiliyor. Bu insanın aklı aşan halleri niçin daha oylumlu bir romanın imkânı olarak okunmasın? Güdülerin ve duyuların saldırısı karşısında ‘ol’makla mükellef bu insanın düşmesi, bu düşüşün ‘iç’inde kurdukları, yeniden ayaklanma çabası, düşme ve kalkma arasında yaşanan soluksuz kaygı bir romanı besleyecek kıratta değil mi?

Evet, Doğu’da yazılacak romanın Batı’dakine benzemesi gerekmiyor. Ve Doğu’nun romanı da mümkündür. Ki bu mümkünlük iddiası, büsbütün teorik izahatlara yaslanmıyor, yaşanan ve yazılan da bunun haklılığını ortaya koyuyor. Mesela yenilerde, Kaynak Yayınları arasında yayımlanan Seyit N. Erkal imzalı “Geç Kalınmış Bir Gün” romanı, Doğu’da romanın mümkün olduğuna mütevazı bir işarettir. Bu roman, konu ve kahramanlarıyla okuyucuyu başka bir gerçekliğe çekebiliyor. İnsan olma imkânıyla doğan insanın kendindeki insanı, insan-ı kâmili gerçekleştirme adına ‘yol’a yazılması ve bu ‘yolda’ yaşadığı haller, inanmış insanın içinde ve etrafında yaşananların bir romanı kurabileceğini gösteriyor. Bir ‘üçleme’nin ilk kitabı olan Geç Kalınmış Bir Gün’e yakından bakalım:

İbrahim Müşfik, hayatın türlü hallerine başkentlik eden İstanbul’da sahneye çıkmış, beğeni, ilgi ve alkış toplamış meşhur bir yazardır. İlgi, beğeni, sahne ve alkış İbrahim Müşfik’e, haddini aşmaya açık ve teşne ‘ben’in varlığını, insanın varlığına işaret ederek onu yok eden bu ben’in hallerini göstermiştir. Tatlandırılmış zehirli bir bal olan ben’in açtığı çukurların başında uyanan meşhur yazar eyledikleri üzerinde yeniden düşünür, muhakemeleri içinde muhasebeye tutar kendini. Yanı başında bir yol arkadaşı, can’ına akraba sahaf Hikmet bulunmaktadır. Böylesi dost, her dem bir tarafı eksik insana koltuk değneğidir, yüklendiğine yetemeyen omuza güç verendir. İbrahim Müşfik ve Sahaf Hikmet’in beraberliğine/yolculuklarına biri daha katılır: Hakikatin taliplisi bu ikilinin yolculuğunu süsleyen, İbrahim Müşfik’e eş olan Hale Hanım… Hakikatin keşfi adına yola çıkılınca bir yol göstericiyle nasiplenmemek mümkün değildir. Ciğerci İlyas Efendi yolculara rehberlik eder, onları kalplerine çağırır. Kalpleri açılır bu yolda ve rehberlikte… Malum, hayat her dem yeniden yaratılmakta, Allah hayata her an müdahale etmektedir. Hale Hanım ve Ciğerci İlyas Efendi’nin vefatı İbrahim Müşfik’i ‘dil’den dışarıya, sözün taşıyamadığı hallere taşır. O artık Akhisar’ın bir dağında inzivaya çekilmiş bir münzevidir. Toprağın, börtü-böceğin, sessizliğin içinde duyulmayanı duymaya kilitlenir. İnsanların etrafında kurulan ve insanları içinde eriten hayatla, haftanın belli günlerinde kendisine süt getiren İsmail üzerinden münasebetini devam ettirir. Bu sırada İstanbul’da yazı’ya, yani söz’e taze yazılmış Musa Sadık, İbrahim Müşfik’in peşine düşer. Şiir ve filmlere taşınmış romanları üzerinden tanıdığı yetkin yazar İbrahim Müşfik’i yazmış, kitabının konusu yaptığı önemli yazara bizatihi dokunmak ister. Cevabı alınmamış onlarca mektup ve Akhisar’a yapılan ama sonuçsuz kalan yolculuktan sonra büsbütün ümidini keser. Heyecanlı genç yazar Musa Sadık beklemediği bir anda üstad bildiği yazardan mektup alınca yeniden ümitlenir. Akhisar ile İstanbul arasında mektuplar gidip gelmeye başlar. Bu mektuplar bize İbrahim Müşfik’i, Sahaf Hikmet Bey’i, Hale Hanım ve ailesini, Ciğerci İlyas Efendi’yi, Hızır’ı içine alan ‘yol’u ve ‘yolda olma’ halini anlatır. Kitap, İbrahim Müşfik’in Akhisar’dan İstanbul’a dönme arifesinde biter.

İkinci ve üçüncü kitabı da gelecek olan “Geç Kalınmış Bir Gün” romanı; insanın, varlığın ve hayatın hakikatini keşfetme adına okuyucuyu yolculuğa çıkarırken, insanın yazarlık (eylediğimiz her ne ise onun) halleri içinde görünen ve beliren hastalıklı durumlara da işaret ediyor.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Kalbimizin ibresi neyi gösteriyor?

Göğsün sol tarafında bulunan ve vücudun bütününe kan/canlılık pompalayan kalbin önemiyle insanın bir sorunu yok, gereken ehemmiyet gösteriliyor. Ancak edebiyatın, felsefenin ve dinin resmini çizdiği başka türlü bir şey olan kalb için aynı şeyi söyleyemiyoruz; bu kalbe, insanın bu tarafına dair hayati sıkıntılarımız var. Bugünün dünyasını ve insanını inşa eden uygarlığın özü, bu kalbe körleşmesi, onu önemsizleştirmesi, bütünüyle akla iman etmesi ve yaslanmasıdır. ‘Batı’ ismini alan bu uygarlık biçimi insanı ve varlığı Allah’tan bağımsız okuması, insanı ve varlığı Allah’a karşıt bir yerde anlamlandırması insanı ve varlığı kalbsiz kılmıştır. İnsan ve varlık, görünenden, ele avuca gelenden, deney masasına getirilebilen kısmından öte bir şey değildir. Allah inkâr edildiğinden insanın ve varlığın ‘gaybi’ tarafı da yok sayılmıştır. İnsan salt kendisi olarak merkezi bir nokta görülmüş ve böyle belirlenmiştir. Hümanizma’nın özü budur! Buna göre insanın üstünde bir güç yoktur; kendisi ve çevresine dair bütün belirlemeler, onun tercihlerine dâhildir. Evet, hümanizmanın insanında, edebiyatın, felsefenin, hikmetin ve dinin işaret ettiği kalbi yön yoktur; o bütünüyle cismaniyetten ve güdülerinden ibarettir.

Allah’tan, dolayısıyla kendisini başka türlü bir yere yükselten kalbi tarafından düşen, görülebilir ve dokunulabilir ‘küçük bir şey’ halini alarak ‘şeyleşen’ insan ‘dünya’ya ve ‘kendisi’ne hapsolmuştur. Varlığın ve şeylerin hepsi olan ‘bütün’den kopuk ‘küçük’ bir parça olmuş, dışındaki ‘bütün’ü düşman görmüş, bu ‘bütün’e karşıtlık içinde varlığını ikame etmeye çalışmıştır. Doğru’nun, iyi’nin, güzel’in kaynağı kendisi olunca ve kendisi de güdülerinden öte bir şey olmayınca ‘savaş’ın hem nesnesi hem de öznesi olmuştur. Her bir şey savaşılacak bir unsur ve düşmanı da böylesi çok ve yenilmez olunca yenilmek, değersizleşmek, anlamsızlaşmak ve hiçleşmek bu insan için kaçınılmaz olmuş. Dışındaki her bir şeyi düşman görerek onları ‘kötü’nün içine çekmiş, kendisi de, böylesi anlamsız bir savaşın öznesi olduğundan çürümüştür.

İçine doğduğumuz ve şükür vesilesi olan ‘ihsan’ ile hemhal olduğumuz dinin, İslam’ın tasavvuru böyle bir insan, böyle bir hayat ve varlık okuması, kavga ve savaş içinde görünür olan böyle bir uygarlık öngörmüyor. Daha başta insanın dikkatini bir ‘bütün’ün varlığına çekiyor. İnsan; evren, kozmos, kâinat denen bu ‘bütün’ içinde ayrıcalıklarla anılsa da, ‘bütün’ün sahibi değil şahidi olarak belirleniyor. İnsana şu deniyor: ‘Bütün’, sayısız şifreyi muhteva eden bir kitap, bir kitaptır ve sen de bu şifreleri çözecek bir anahtar, bir okuyucusun. Başta kendini tanımakla mükellefsin, bir anahtar olduğunu fark etmekle... Kendini tanıdığın ve bir anahtar olduğunu fark ettiğinde ‘bütün’ün şifrelerini çözecek ve hazineye kavuşacaksın. O hazine sana gösterecektir ki, sen ‘bütün’den bağımsız ve gayrı değil, ona dâhilsin. Ki sen ve varlık ‘şuhudat’tan ibaret değildir, bir de hikmetin ve hakikatin yurdu olan ‘gaybi’ tarafınız vardır. Yapman gereken, ‘bütün’e içkin ruha teslim olmandır; ‘bütün’le birlikte Sahibi’n, Allah’ın muradını tefekkür ve tezekkür etmenizdir. Gaybi tarafına açık ve akraba bir şuhudatın olmalı. Sen insan! Cesedini ruhuna ve aklını kalbine muti kılarak ‘kalb ve ruhun derece-i hayatı’na yükselmelisin. Kendini ‘bütün’den kopartır, ‘bütün’e içkin manaya yabancılaşıp ona düşman olursan büyük bir zulme imza atmış olursun. Bütün bir varlık karanlıklaşır, karanlıkta geçen korkunç bir hayat belirir ve sen de elem içinde bir ömür geçirirsin. Bunun nihayeti ise ağır bir ceza olur.

Allah, ‘bütün’ü bu zulmetten insanı da bu ağır cezadan uzak tutmak için kitaplar göndermiş, insanı ve varlığı bu kitapların ruhuyla hemhal kılmak adına peygamberler vazifelendirmiştir. Ne kadar şükretsek azdır, varlıklarını peygamberlerin ayak izinde ikame eden kalb ve gönül ehli insanlar da insana çalışmış, Allah’ın muradını murat etmiştir. Fethullah Gülen Hocaefendi bu gönül ehli insanlardan biridir; ömrünün bütün demleri buna şehadet ediyor. Vesile olduğu hizmetler, konuşmaları ve onlarca kitabı insan ve varlık kalbsiz kalmasın diyedir. Kalbin Zümrüt Tepeleri isimli kitabı bile tek başına bu hakikate işarettir. Biz bu eserde, insanın bütününe dair oylumlu hakikatler görüyoruz. Her kitabı böyledir, ancak şimdi bir kez da dikkatimizi ‘kalbe’ çekiyor, bu yaralı çağda kalb ibremizin seyrini gösteriyor. Yaraya şifa bir kitaptır bu, çünkü kalbimizin sıhhatine ve yönelimine göre mahiyet değiştiririz. Bizden çıkan her fiil, sahip olduğumuz her arzu ve fikir kalbimizin boyasını alır. Biz kalbimiz kadarız; kalbimizin ibresi neyi gösteriyorsa biz oyuz. Allah buyuruyor: “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma.” Ve Hz Peygamber’in sabah akşam ettiği dua şöyledir: “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle.”

Hocaefendi’nin ‘ikindi sohbetleri’nden oluşturulan Kalb İbresi kitabı, insan ve hayat ve varlık için böylesi hayati olan bir durumdan bizi haberdar ediyor. Unutmamak lazım; haberdar olmamak neticeyi değiştirmez ve ancak haberdar olanlar neticeye tesir edebilirler.

15 Temmuz 2010 Perşembe

‘Bütün’e işaret kardeşliğe çağrı

Gasset, “İnsan çaresiz mekânın tutsağıdır” der. Öyledir, ancak insan doğduğu mekândan, kendisine zindan olabilecek sosyolojinin tutsağı olmaktan çıkabilir. Bu durumu hayatımdan biliyorum. Doğduğum mekânın ve sosyolojinin içinde Kürtçe’den Türkçe’ye, ‘sıla’dan ‘gurbet’e çıktım. Hayatım ‘gurbet’te, Türkçe’nin içinde kuruldu. Kürtçe ‘anne dili’m olarak kalırken, Türkçe bana ‘ana dil’ oldu. Annemden, dilinden ve doğduğum ‘hikâye’den uzakta yalnız başımaydım. Gerçekliğin kıyıcılığından kitaplara kaçtım, okumayı sığınak bildim. Kaçtığım kitaplardan edindiğim şudur: Ebeveynimin hikâyesinin kurduğu bir ‘ben’ değilim artık; sosyolojimin dışında öznel bir hikâye ve dil edinmişim. Tarihim, sosyolojim, anne dilim ve etnisitem bana dâhil olsa da bunların içinde hapis yatmıyorum. Bunlar sahip olduğum şeyler, ben onlara ait değilim.

Türk, Kürt, Arap veya başka bir şey olarak doğmadığımızı, sadece insan doğduğumuzu düşünüyorum. İnsanın sonradan Türk, Kürt, Arap veya başka bir şey olması sosyolojik ve tarihseldir diyorum. Dolayısıyla, insan olarak doğuşuma içkin sorularla ilgili olmayı daha çok önemsiyor, ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ni imleyen ‘bütün’ fikrini paylaşıyorum. Hakikatin ve hikmetin peşinde olan felsefenin, kadim anlatıların, kutsal metinlerin işaret ettiği ‘anlam’ın içinden bakınca; tarihin, sosyolojinin ve seküler zihnin inşa ettiği modern tanım ve belirlemelerin ‘bütün’ü parçaladığını, ‘parça’yı ‘bütün’ gibi sunduklarını görüyorum. Bunun bir yanılsama olduğunu, ‘parça’yı ‘bütün’ görmenin bizi hakikatsiz kıldığını düşünürüm. Bu yüzden, siyasi sınırlarla belirlenmiş ‘vatan’ ve sonradan inşa olmuş etnisiteler adına köpürtülen kavgalara adımı yazdırmıyorum.

Hayır, altını çizdiğim ‘bütün’, büsbütün homojenliği değil, farklılıkların beraberliğinde oluşan ‘bir’liğe işaret ediyor. Bir ülke veya etnisiteden önce hayata, dünyaya doğarız, dünya ise, doğu ve batısıyla, kuzeyi ve güneyiyle Allah’ındır. Etnisite ve siyasi vatanlara dair meseleler dünyaya dairken, dünyanın kendisi, mümine vatan olamayacak kadar, bir süreliğine oturulabilen kısa bir gölgeliktir. Bu sebeple etnik olarak Kürt olduğum için değil, ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ne inandığım için Kürt Meselesi’yle ilgiliyim. Müslümanlığımdan hareketle değil, adalete ve hakkaniyete inandığımdan İsrail devletinin zulmüne karşı Filistinlilerden yanayım. Yeryüzünün kuytularında hakkı yenmiş her bir varlığın acısını paylaşıyor, her bir şeyin kendi hakkı üzere yaşamasını savunurum. Herhangi bir ‘parça’nın ‘bütün’den bir ‘parça’ veya ‘bütün’ün hepsine egemen olmasını haksızca bulurum. Adalet esas olmalı; her bir şey hak ettiği üzere yaşamalı, böyle yaşanırken de ‘bütün’le kardeşlik incitilmemeli.

Tasavvurum böyle, ama ne yazık ki yaşananlar başka türlü; her bir ‘parça’, ‘bütün’den farklılığı üzerinden ontoloji ediniyor. Mesela Türkiye’deki ulus devlete içkin etnik milliyetçiliğin büyüttüğü Kürt Meselesi’nde ‘kardeşliğin dili’ epey yaralanmıştır. Türkler’in Kürtler’e kardeşliği bir retorikten öte gitmezken, Kürtler, ‘kardeşliği’ değil ‘eşitliği’ talep ediyorlar. Türklerin kardeşlik retoriğinde hakları teslim edilmiş Kürtler yokken, Kürt milliyetçilerinin geliştirdikleri dilde, ‘parça’lar arasındaki ortak paydaları gözetmeyen, dolayısıyla ‘bütün’ün ruhunu inciten pür bir eşitlik öngörülüyor. Oysa ortak coğrafyada Türklerin, Kürtlerin, Arapların ve Farsların bir ‘meta hikâyesi’ vardır. ‘Parça’lar bu meta hikâyenin içinde özgül hikâyelerini bütün halinde yaşamışlar. Yunus Emre, Hz Mevlana Mele Ceziri ve Şirazli Sadi aynı hikâyenin müellifidirler. Türkler, Kürtler, Araplar ve Farslar bu hikâyenin içinde ve hakkaniyet üzere kardeş olmuşlar.

Cihan Aktaş’ın İz Yayıncılık’tan çıkan “Kardeşliğin Dili” kitabı, bütünüyle siyaset, sosyoloji ve yasaların soğuk dilinin işaret ettiği bir çözüme değil, ‘bütün’ü oluşturan ‘parça’ların akrabalığıyla yaşanan kardeşliğe vurgu yapıyor. Haklı olarak şu soruları soruyor: “Neler oldu da sanki en fazla bir yüzyıl içinde bu coğrafyada kardeş kardeşi anlamaz, dinlemez hale geldi? Birileri belirgin şekilde üstünlük, ayrıcalık ve tahakküm bildiren, diğerleri öfke ve isyan dolu, ayrılıkçı bir dil kullanmaya başladı? Neler yaşandı, uzun kardeşlik yüzyıllarının süreğinde sohbetler yerini yas toplantılarına terk etti?” Kitabı oluşturan yazılarda, ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ni esas alan bir ruhun, bir vicdanın, bir zihnin dokunuşlarını hissediyorsunuz. İsrail bombalarına hedef olmuş Gazzeli çocukların başlarını okşarken, İsrail’in şahsında Yahudilerin hepsini lanetlemenin yanlışlığına da işaret ediyor. Yazar başörtülü öğrencilerin çığlıklarına kulak olurken, katledilen Hrant Dink’in ve ülkesinden uzakta ölen Ahmet Kaya’nın işaret ettiği vicdansızlığa da işaret ediyor. Kirli savaşta oğullarını kaybetmiş Türk ve Kürt annelerini ayrıştırmıyor, nasıl bir acı içinde benzeştiğimizi ve çürüdüğümüzü dillendiriyor. Evet, savaşın dili ayrıştırıp öldürürken, kardeşliğin dili bütünleştirip yaşatır. Cihan Aktaş bu farkı ortaya koyuyor; yitirdiğimiz ‘bütün’e işaret ederken, kardeşliğe, dolayısıyla hayata da çağırıyor.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Kayıp Ruhlar Kıraathanesi’ne bekleniyorsunuz

Hz Peygamber’in ‘büyük cihad’ı tanımlayan hadis-i şerifi, insanın ‘büyük düşman’ına da işarettir: İnsanın kendi nefsine… Bu hakikatli işarete sırtımızı yaslayarak diyebiliriz ki, insanın büyük zindanı çoğu zaman kendisi olmaktadır. Kendisini kendisine yeter görmesi, insanın kendine hapsolması anlamına gelir. Sağırlık, başka seslere kulak olmayış demektir; kendi sesi içinde kalması veya yitmesi… İnsanın kendi hikâyesinden gayrı hikâyelerde de hakikatin olabileceğine inanmaması da bir tür sağırlıktır. Sağırdır çünkü başka hikâyelere kulak değildir; kendini, bu hikâyelerde olması muhtemel hakikatlerden yoksun bırakır. Sahih ve hakikatli bir edebiyat ise, insanı başta kendi içinde gezdirerek kendisini fark ettirir, sonra da başka hikâyelere açık kulak kılar. İyisinden bir roman, hikâye ve şiir, insanı açan ve gösteren bir ayna olur. İnsanda var olan ve olup bitenler, en çok edebiyata yansır. Zira edebiyat bütünüyle insanı çalışır, onu gösterir. Romanın, hikâyenin ve şiirin konusu şu veya bu olabilir, fark etmez; her ne ise konu, o insana dair bir şeydir. Edebiyat okuyucusu, içine düştüğü metinde ucundan tuttuğu izi takip ederek kendisine varır. Edebiyatın merkezinde duran hikâyelere maruz kalarak hikâyesinden çıkar, içine düştüğü hikâyeleri kendi hikâyesi kılarak çoğalır. Başkalarının hikâyelerine karıştığı ve kulak olduğu için de, kendi zindanında bir mahkûm ve sağır olmaktan çıkar.

Yakın bir zaman önce Sütun Yayınları’ndan çıkan Recep Şükrü Güngör imzalı Kayıp Ruhlar Kıraathanesi isimli hikâye kitabı zihnime bunları düşürürken, bir hikâye toplayıcısı/anlatıcısı olan ‘hikayeci’nin aslında ne yaptığı konusunda da düşündürttü. Derdim; hikâyecinin dil, teknik ve kurgudaki ustalığı hakkında çözümlemeler yapmak değil, insanın hikâyeci hali üzerinde düşünmektir. Kayıp Ruhlar Kıraathanesi’ni okurken kendimi iyi çekilmiş fotoğrafların sergilendiği bir salonda hissettim, hikâyeler anlatan hikâyeciyi de usta bir fotoğrafçı olarak karşıladım. Hikâyeciyi niye fotoğrafçıya benzetiyorum? Fotoğrafçı, dünyanın bir yerinde bir kez yaşanan ve çok az kişinin tanık olduğu ‘an’ları çeker. Uzaklarda yaşanmış ‘an’ların fotoğraflanmış hali olan kareler önümüze geldiğinde, kendilerine uzun uzun bakıp düşünürüz. Çünkü o tek an’a düşen şey, bize fotoğraf karesine giremeyeni de anlatır. Göğsüne silah dayanmış bir çocuğun fotoğrafında sadece eli silahlı adamları ve çocuğun çaresizliğini görmeyiz, fotoğraf karesinde görünmese de dünyanın ve insanın türlü hallerini de okuruz. Hikâyeciler de fotoğrafçılar gibidir! Şahid olmadığımız ve yaşamadığımız kimi yaşanmışlıklar zihinlerine düşer, kendilerinde biriken bu şeylerin yalnız şahidi kalmak istemedikleri için bunları yazarak paylaşırlar. Hikâyeciler sayesinde yığınlarca yaşanmışlığa ve insani hallere vakıf oluruz. Her fotoğraf karesi ve her bir hikâyeyle insanlık ailesinin yaşanmışlığı üzerinden insan hallerimizi öğreniriz. Dolayısıyla şu denebilir: İyi ki fotoğrafçılar var, böylelikle gözlerimiz ‘başkası’nı da görmüş oluyor. İyi ki hikâyeciler var, topladıkları ve paylaştıkları hikâyeler sayesinde hikâyemize hapsolmuyor, başka hikâyelere de açılıyoruz.

Recep Şükrü Güngör’ü uzun zamandır tanıyorum, hikâyeyle kurduğu varoluşsal bağın tanığıyım. Fotoğraf makinesini boynundan çıkarmayan usta fotoğrafçılar gibi, o da hayatın ortasında kalem ve defterleriyle birlikte yaşıyor. Karşılaştığı her bir insan yüzünde uzun yaşanmışlıkların izini arıyor. Ucundan tuttuğu iplikleri takip ederek yaşanmışlığın özüne varmak istiyor. Recep Şükrü Güngör’ün hikâyeciliğinde altını çizdiğim husus şudur: Derdi olan bir hikâyecidir o; dünden bugüne dünyanın aldığı hal, insanın gelip vardığı nokta, yaşadığı ülkenin evrilmeleri ‘can’ına dokunabiliyor. Ağrısı olan bir can ile hikâyeler yazıyor. Hikâyelerinde; insanın, varlığın ve hayatın hakikati adına gördüğü yitiğe ve yaşanan sahihliğe işaret ediyor.


Özelde roman, hikâye ve şiir, genelde edebiyat insanı çalışır, insana seslenir. Ama ne yazık ki, edebiyat gençlik döneminde geçirmemiz gereken bir hastalıkmış gibi muamele görüyor. Büyümüş hissederek kendimize hapsoluyor, şiir, hikâye ve romana rağbet etmiyoruz. Böylelikle hem edebiyata hem de kendimize haksızlık ediyoruz. Nasıl bir değerden yoksun kaldığımızın farkında değiliz. Demem o ki, Kayıp Ruhlar Kıraathanesi’ne bekleniyorsunuz.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Büyük Kopuş!

Yaratıcı için varlık, ‘bütün’ halinde ‘bir şey’dir; bir bütün olarak, ‘bir şey’ için yaratılmıştır. Bunu şuradan anlıyoruz: İnsanı konuşmak, bütün bir varlığı konuşmayı gerektiriyor. Çünkü insan her bir şey ile ilgilidir, insanın gerçekleşebilmesi için her bir şeyin var olması gerekiyor. Bütün bir varlık da, kendisini oluşturan her bir şeyin katılımıyla mümkün olabilmektedir. Bu anlamda küçük, ayrıntı bir şey yoktur; küçük ve ayrıntı olarak bilinenlerin yokluğu ‘bütün’ü yaralar, eksiltir, varlığını çözer. Hayatiyet, ‘bütün’ün her bir şeyiyle birlikte devamına bağlıdır. Parça bütünü kurarken, bütün parçanın hayatiyetini imkânlı kılar. Parçasız bir bütünden bahsedilemeyeceği gibi, bütünden uzak düşmüş parçaların sıhhatinden de bahsedilemez.

Evet, böyledir! Ancak ve ne yazık ki, korkulan olmuştur. Bütün parçalanmış, parça bütünden uzak düşmüştür. Görünen o ki, bugün ve şimdi her insan teki, varlığı oluşturan her bir cüz, sadece bir çığlık olarak beliriyor. Bu çığlık, derinden kopuşu, acıyı, gurbeti ve hasreti duyuruyor. Kendini derinden duyuran kopuş, acı, gurbet ve hasret, ‘bütün’den uzak düşmüşlüğü vurguluyor. Sanki büyük bir patlama olmuş, sonrasında sert bir rüzgâr esmiş, her bir şey bir yana fırlamış. Bütün parçalanmış, her parça bu yırtılmayla uzaklara savrulmuş. Büyük kopuş gerçekleşmiştir. Parçalar, yırtılmanın acısı ve ağrısıyla yalnız başına kalmışlar. Bu öyle bir acı ve ağrı ki, ancak ‘bütün’e dâhil olmakla giderilecekken, bu mümkün olmamış; parçalar gayr-ı mümkün bir yola, kendileriyle kalarak bunun üzerinden gelmeye çalışmışlar. Varoluşu bir bütün halinde karşılamak ve yaşamak varken, her bir parça kendini bir bütün görme yanlışına düşmüş. Bütünün parçalanması sonrasında parçanın kendini bir bütün gibi sunması günahı işlenmiştir.

Tabi ki bu kendiliğinden, ızdırari, ‘doğal’lık içinde gerçekleşmemiş. Büyük patlamaların, sert rüzgârların oluşturduğu derin, büyük bir kopuştan bahsedebiliriz. Yaratıcı Varlık’ı bir bütün olarak yaratırken, onun ‘bütün halinde bir şey’ olduğunu da bildirmiştir, Varlık’a bir anlam vererek onu anlamlı kılmıştır. Bütün bir vahiy medeniyeti, Yaratıcı’nın Varlık’a verdiği anlamın açılımı olarak okunabilir. Vahiy Varlık’ı Varlık’a verilmiş anlam içinde okur ve insanı böyle kurarken, vahyin dışına düşen vahye mugayir akıl Varlık’a verilmiş anlama yabancılaşarak kendisi Varlık’a bir anlam bulma yoluna girmiş. Büyük patlama ve sert rüzgâr bu noktada patlayarak, bütünün parçalanması, kopuş gerçekleşmiş. İnsan bütünden bir parçayken, bütünün merkezi olmuş; akıl insanın bir şeyiyken, insanın her şeyi olmuş. İnsan bütün içinde kendi anlamını bulur iken, bütüne anlam vermek durumunda olan bir konuma sokulmuş. Olduğundan fazla bir şey yapılan bu insan, Varlık’ın, yani ‘bütün’ün sahibi ve anlamı yokmuş gibi, Varlık ve ‘bütün’ üzerinde tasarrufa gitmiş. Yaratıcı’nın üzeri çizilmiş, insan tanrı konumuna çıkarılmış.

Hayır, bu insanın hayrına olmamış. O güne kadar insan ‘bütün’ ve bütüne verilmiş anlam içinde kaldırabileceği yükümlülükleriyle yaşarken, bütün’ün üstüne/dışına çıkarılarak ‘bütün’ün sorumluluğunu yüklenir olmuş. Yaratıcı’ya karşı sorumluluktan imtina ederek özgürleştiğini sanırken, bir yığın sorumluluk ve kaygının esaretine girmiş. Özgürlüğü başına bela olmuştur. Sığınabileceği Tanrı’yı öldürmüş, özgür kalışının bütün sorumlulukları, kaygı ve korkularıyla yalnız başına kalmış. Ama gelin görün ki, kendisinin tanrı konumuna sokulması onu Tanrılaştırmamış, çünkü o Varlık karşısında yine o küçük ve yetersiz varlık olarak kalmıştır. Varlık’ın her bir şeyi olarak görülmüş ama kendisinde merkezi bir yerde duran akıl, Varlık’ı kendisi için düşman olarak görmüş, bu düşmanın üzerinden gelmeyi de kendisine biricik vazife olarak inşa etmiştir.

Şimdi, bu seküler/batı aklının çocuğu uygarlığın inşa ettiği şimdiki zaman içinde her bir şey bütünden kopuşun acısı ve ağrısı içinde eriyor. Varlık’a verilmiş anlamı kabullenmeyerek inşaya koyulduğu her bir anlam Varlık’ı bir bütüne kavuşturamamış, Varlık, birbirine karşıt unsurların boğuşması içinde hayatiyetini kaybediyor. Bu durum, koca bir iddianın yalanlanmasıdır; gururlu, kibirli araçsal aklın iflasıdır. Dünyayı ve hayatı yaşanmaz kılan bu araçsal seküler aklın kurduğu uygarlık, yüreği genişletecek, insana inşirah verecek tek bir cümleden dahi yoksundur. Zira hayat(iyet) ‘bütün’dedir; Yaratıcı’nın Varlık’a verdiği anlam içinde nefes verir, orada çiçeklenebilir.

Yusuf Kaplan yıllardır, dünyanın ve hayatın yaşanabilirliği için başka türlü bir medeniyete işaret eder, bu medeniyetin adresini verir. Bu medeniyet, insanı Varlık’tan koparmayan, onu Varlık’ın içine dâhil ederek ‘bütün’ü kuran bir medeniyettir. Hiç şüphesiz bu, en son Osmanlı pratiğiyle insanlık için yaşanılabilir bir ada olduğunu test etmiş İslam’a yaslanan bir medeniyet perspektifidir. İslam dışındaki kadim anlatıların bunu yapabilir olmaktan çıktığını, neo-paganist uygarlığa karşı sadece İslam’ın yaşanabilir bütüncül bir anlam kurabileceğini söylüyor. Kaplan, bu tezini şimdilerde Külliyat Yayınları üzerinden veriyor. “Külliyat olmadan fikriyat, fikriyat olmadan medeniyet inşa edilemez” ilkesiyle yola çıkan Külliyat Yayınları'nın yayımladığı ilk kitaplardan biri olan Whitehead imzalı Düşüncelerin Serüvenleri’nin merkezi konusu da ‘bütün’ fikridir. Kaplan, Düşüncelerin Serüveni kitabının önsözünde ‘bütün’den kopuşu ve Whitehead’i şöyle değerlendiriyor: “Sokrates’le birlikte, büyük ve kuşatıcı varlık tasavvurunun bir parçası olan insan ve insanın tabiatının bir parçası olan ‘akıl’, ‘bütün’ (her şeyi açıklama ve belirleme gücüne ve kudretine sahip tek aktif varlık) katına yükseltilmiştir. Bütün (asli olan), bir şekilde devre dışı bırakılarak, parça (arizi) olan, bütün (asıl) olarak konumlandırılmıştır. İşte, Whitehead ve eseri, tam bu noktada, bize esaslı şeyler söyler: Kendi terimlerimle ifade edecek olursam, Whitehead, ‘bütün’ kavran(a)madığı sürece, parça’nın her şeyi paramparça ve tarumar edeceğini haykırır bize. Whitehead’in düşüncesinin ve eserinin özeti olabilecek tez, bu parça-bütün ilişkisine ilişkin yaptığı, bugün bütün dünya için hayati önem taşıyan bu önemli tespitte gizlidir.”

Yusuf Kaplan, son yıllarda kulak kesildiğim çok önemli düşünür ve yazarlardan biridir. Yazdığı her metnin bir okuyucusuyum. Ve şimdi, Külliyat Yayınları üzerinden daha gür bir şekilde sesleniyor. Çevirdiği/yayımladığı her metin, yaslanabileceğim, içinde yaşayabileceğim güvenli bir ada inşa ediyor. Demem o ki, Yusuf Kaplan’a kulak olun; yazdığı/çevirdiği/yayımladığı her metne okuyucu olmakta ‘iyi’lik vardır. Zira Kaplan’ın işaret ettiği, görünür kıldığı medeniyet perspektifi insana ve hayata çalışıyor.