31 Ağustos 2009 Pazartesi

Sen öl, ben yaşayayım!

Ordu! Haki, lacivert ve beyaz üniformalar, ışıltılı yıldızlar, alımlı kordonlar, daha teknik ve daha çok öldüren silahlar, yirmi yaşına gelen her Türkiye vatandaşının ve binlerle ifade edilen sayıda ‘memur’un oluşturduğu ‘milyonluk’ güç! Denmiştir ki, bu güç Türkiye’nin kurucusudur, ülkenin kurucu ruhu kendisinde ete kemiğe bürünmüştür! Türkiye ordudur! Türkiye’nin varlığı ona bağlıdır, onun varlığı Türkiye’ye işarettir!
ORDU KENDİNDEN BEKLENENİ VERMİŞ MİDİR
Böyle dendiği ve kabullenildiği için ordu ülkenin ‘gözbebeği’ olmuştur. Ülkenin gören gözü yani... Bu sebeple gözbebeğini parlatmış, onu iyice besleyerek diri tutmuştur. Ülkeye doğan her erkek çocuğu ‘gözbebeği’ne taze kuvvet olmuş, ülkenin toplam kazancından büyük pay kendisine gitmiş. Karakol, bölük, alay, tugay ve tümenleriyle ülkenin dört bir yanına yayılmış. İnsan gücü, silah gücü, para gücü eksiksiz sağlanmış. Türkiye zor yaşanan bir hayata yazılsa da, ‘gözbebeği’ni rahat yaşatmış. Rahatı için kentlerin alımlı yerlerine yapılar, kamplar ve evler kurmuş. Hayat ‘dışarı’da pahalıyken ordu içinde kaliteli ve ucuz olmuş.
Durum buyken, itiraz konusu olmamıştır ‘gözbebeği’. Doğru ya, insan gözbebeğine neyi feda etmez ki! Yeter ki görebilsin, karanlıkta kalmasın. Değil mi yani, karanlık korku demek, türlü tehlike demek... Sınır boyunca ‘düşman’ gözetleyen, her an düşman olabilecek iç unsurları da gözden kaçırmayan ‘gözbebeği’ diri ve güçlü olmalı ki ‘güvenli’ bir hayat mümkün olabilsin.
Türkiye bu hal üzre silik bir fotoğraf verirken, ordusu güç, kudret ve ışıltılar içinde boy göstermiş. Buna razı olmuş Türkiye. Güveninin karşılığında ağır bir bedel göğüslemiş. Üzerindeki ceketi satıp çocuğunu okutan baba olmuş Türkiye, ordu ise, ceketsiz babanın takım elbiseli evladı...
Niçin?
Ordu kendisine, hayatına, güvenliğine bekçilik yapsın diye... Öyle ya, uğruna ceket satılan evlattan dönüp babasının hayatını kolaylaştırması beklenir. Peki, babanın satılmış ceketi karşılığında takım elbise giymiş evlat, yani ordu, kendisinden bekleneni vermiş mi ve veriyor mu? Kısmen evet, ‘sınırlardaki düşman’lar alımlı ve kudretli varlığından hareketle durup düşünmüş veya düşünüyorlardır.
TÜRKİYE ORDUSU ‘İÇE’DÖNÜKTÜR
Bir ‘Kıbrıs Çıkarması’ndan bahsedilebilir, son otuz yıldır Güneydoğu’daki duruşu değerlendirilebilir (Ki bunlar da sorunsuz değildir). Diyebiliriz ki orduların ‘birincil vazifeleri’ konusunda Türkiye ordusuna çok da fazla görev düşmemiştir. İyi ki de düşmemiştir.
Dışa doğru az görünür olmuş Türkiye ordusu, daha çok içe doğru konum almıştır. Nöbetinde dışa değil daha çok içe bakmıştır. Kurtuluş Mücadelesi olarak tanımladığı tarihten çıkardığı ve kendince kurguladığı ‘ulus-devlet’e itiraz edebilecek durumda olan unsurlar ‘iç düşman’ olarak işaretlenmiş, buraya yoğunlaşmıştır. Kendisini, duruşunu ve dilini bu noktada ikame etmiştir. Olan bir Türkiye’nin değil, olmasını istediği bir Türkiye’nin bekçiliğine oynamıştır. Zira ‘olan Türkiye’ çoğulken, ‘istediği Türkiye’ tekildir. Çoğulu ‘tek’e sığdırmak, zihninde tamamladığı bu ‘tek’in bekasını sağlamak istemiştir. Bunu istemiş, bunu yapmıştır!
‘Tek’in darlığında nefessiz kalan, burada yaşama imkânı bulmayıp kendilerini bir soru(n) olarak öne sürenlerin üzerine gidilmiş ve bunlar bir şekilde bastırılmışlardır. Azınlıklar, komünistler ve dindarlar, ‘çekiç’leşmiş ordunun ‘çivi’si olmuştur. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti tarihi, bir anlamda darbelerin tarihi olmuştur.
Türkiye ordusu ‘iç’e bakmaya devam ediyor. ‘Tek’te ısrar ediyor, biteviye ‘çivi’leri gösteriyor ve birilerinin tepesine inme isteğinden vazgeçmiyor. ‘Tek’in yaşanamaz hale gelişine işaret olan her belirtiyi, ‘iç düşman’ın saldırısı olarak okuyor. Geçen zamanın ve bugün yaşananın, hayatı ve ülkeyi nasıl bir şeye dönüştürdüğünden habersiz, onlarca yıl öncesindeki konumundan vazgeçmiyor. Koca bir zaman geçmişmiş, hayat ve ülke artık ‘tek’e sığamayacak bir şekil almışmış, umurunda değil! Konumunu hayatın kendisi olarak görüyor, ülkeye “Hiç değişme, öylece dur! Ne demiş ve diyorsam, doğru odur!” diyor.
ORDU ‘KORUNMAK’ İSTİYOR
Hayır, bu kabullenilecek bir şey değildir. Kara kışta çocuğuna yazlık elbise dayatan bir babaya ne kadar katlanılabilir? Veya artık kocaman olmuş kızına bebe muamelesi yapan anneye... Yaşanan zamanın ve hayatın dilini edinmek durumundasınız. Her bir şeyi dilinize sığandan ibaret görürseniz, hayatı kaçırmış, kendinizi de yoksullaştırmış olursunuz. Türkiye işte buna hayır diyor! Hayatın kendisini esas aldığından, bütün bir hayatı talep ediyor. Bu yüzden sınırlarla yetinmeyip, evrensel olanla yakınlık kuruyor. Yüzünü AB’ye çevirmiş bir Türkiye, ‘olan Türkiye’nin etrafındaki çitleri kırışı anlamına geliyor.
Bu Türkiye, ‘istenen Türkiye’de ısrar eden bir ordu biçimine itiraz ediyor. Ordu ise bu itirazı ‘asimetrik savaş’ olarak okuyor ve ‘korunma’yı talep ediyor. Vazifesi ‘korumak’ olan ordu, ‘korunma’yı bekliyor. Farkında değil, aslında şunu diyor: “Beni olduğum şekilde koru. Koru ki senin rağmına yaşayayım. Sen bir yığın sorun içinde nefessiz kal ki, ben zirvede bol oksijen alayım. Sen öl, ben yaşayayım!”

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Derdin sana dermandır

Bir ara, önemsediğim psikiyatrlara, hayat ve psikiyatri okumalarımdan hareketle geliştirdiğim soruları sormayı, bu sorulara aldığım cevapları “Psikiyatri Odasında” başlığıyla yayımlamayı düşünmüştüm. Hazırladığım yirmi kadar sorudan biri şöyleydi: Doktorun odasına girildiğinde, insanlar mutlak bir teslimiyet gösterip, kendilerini hekime altın tepsi içinde sunuyorlar. Doktorlar sanki bedenin hâkimidirler. Söyledikleri tartışılmaz bir gerçek, reçeteleri mutlak surette uyulması gereken yazılı metinler gibi algılanıyor. Oysa doktor da insanî durumun dışında olmadığına göre, böylesi bir iktidar gücü problemli değil mi, yanlışlık üretmiyor mu? Sahi, doktor bizim neyimizdir, neyimiz olabilir? Ofisinize gelen her biri, hikâyesini bırakıp gidiyor. Çalışma mekânınızda hikâyeler çınlıyordur. Zihniniz, bir hikâye antolojisine dönüşmüştür. Bu kadar çok hikâyeyi fark etmiş, bu hikâyelere bir yerden bulaşmış biri olarak, kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Sorudan da anlaşılacağı gibi, doktor-hasta ilişkisi üzerinden modern tıbba itirazım vardı. Bu soruyu sorduğum sıralarda, kendince bir ‘ben’ kurmuş arkadaşım, kurduğu ‘ben’ ile hayatın gerçekliği arasındaki boşluk ve çatışmadan rahatsızlık duyduğundan, psikiyatra gitme gereğini hissediyordu. Bunu bana açtığında, psikiyatrin derdine derman olamayacağını söylemiştim. Biyolojiye batmış psikiyatrinin, önüne geleni, tamir edilecek bir aygıt gibi gördüğünü, ‘hasta’yı aşıp ‘insan’a varamadığını, dolayısıyla, ‘insan’ı var kılmayanın ‘hastalığı’ yok edemeyeceğini belirtmiştim. “Tıp ahlaktan soyulduğunda yeryüzünün en soysuz ticari vasıtalarından biri olmaya adaydır. Ancak merhamet, hemhal oluş ve ahlak ile uygulanmasıdır ki onu kutsal bir meslek kılar.” diyen Kemal Sayar gibi düşünüyordum. Bunu düşünürken, kültürel psikiyatri yaklaşımının öncüsü olan Arthur Kleinman’ın ilk hastasıyla yaşadığı tecrübeyi önemsiyordum. Kleinman ilk hastasıyla yaşadığını şöyle anlatıyordu: “İlk hastam yedi yaşında duygulu bir kız çocuğuydu. Bedeninin neredeyse tamamı çok kötü bir biçimde yanmıştı ve ölü dokuların bir pansuman işlemiyle her gün yeniden çıkarılması, derinin her seferinde soyulması gerekiyordu. Bu yaşantı ona çok büyük acı veriyordu. Ağlıyor, çığlık atıyor, kendisini incitmemeleri için tedavi ekibine yalvarıyordu. Benim görevim yeni bir klinik öğrencisi olarak onun hasar görmemiş elinden tutmak ve cerrah onu temizlerken onu sakinleştirmeye çalışmaktan ibaretti. Bütün pansuman boyunca onunla bir ilgi kurmaya çalışıyor, ailesinden ve evinden bahsetmeye çalışıyordum, bütün bunların onun dikkatini pansumandan alacağını sanıyordum. Onun yaşadığı dehşete doğrusu ben de zor tahammül ediyordum. Ama bir gün aramızda bir ilişki kuruldu. Kendi yetersizliğime ve bilgisizliğime hayıflandığım ve onun elini tutmaktan başka bir şey yapamadığıma yazıklandığım bir sıra ona bütün bunlara nasıl tahammül ettiğini sordum. Böylesine berbat biçimde yanmış olmak ona ne hissettiriyordu? Gün be gün bu berbat cerrahi ritüele maruz kalmak nasıl bir şeydi? Birden durdu, şaşırmıştı, sonra belirsiz bir yüz ifadesi ve doğrudan ve basit cümlelerle anlattı. Konuşurken elimi giderek daha sıkı tutuyor, ne çığlık atıyor ne de cerrah ya da hemşireyi uzaklaştırmaya çalışıyordu. O günden sonra bana güveni giderek pekişti ve bana neler yaşadığıyla ilgili duyguyu daha çok anlatmaya, hissettirmeye çalıştı. Bu rehabilitasyon birimindeki eğitimim sona erdiğinde ufak yanık hastası pansuman işlemine daha iyi katlanır olmuştu. Ancak onun benim üzerimdeki etkisi çok daha büyüktü: bana hasta bakımıyla ilgili bir ders vermişti, hastalarla konuşmak mümkündü, en sıkıntılı olanlarıyla dahi hastalığın yaşanma biçimi üzerine konuşabilirdiniz ve bunun tedavi edici bir değeri olabilirdi.”
Evet, psikiyatra giderek iyileşmeyi düşünen arkadaşıma itirazımı söylemiştim ancak biotıbbın yetmezliğini görmüş, hayatın yaşattığı acılara ve sordurduğu sorulara başka yerden cevaplar geliştiren psikiyatrlara da dikkat çekmiştim. Mustafa Ulusoy, “Psikiyatri Odasında” kendisiyle konuşmak istediğim doktorlardan biriydi. Zira o da, insansızlaşan tıbbın iktidarına rağmen kalb(in)e yaslanarak kendi dilini kuran bir hekimdi. Kapısını çalan, ofisinde kalbini açan hikâye sahiplerine kalbini açan bir insan-doktordu. Daha çok kalbi acılardan muzdarip hikâye sahipleri, Ulusoy’un ofisinde kalp taşıyan bir hekim buluyorlardı. Bunu Ulusoy’un yazdıklarından keşfediyordum. Ay Terapisi, Aynalar Koridorunda Aşk, Nietzsche ve Babaannem isimli kitapları, biotıbbın yetmezliğini fark etmiş, hayatın dertlerinin ilaçlarla tedavi edilemeyeceğini görmüş bir hekimden haber veriyordu. Ulusoy, insanın temel acılarının peşine düşmüş bir hekimdi. Yazdığı yazı ve kitaplarla, bu acıların nasıl bir boşlukta uç verdiğini gösteriyordu.
İnsanın Temel Acıları Üçlemesi’nin birinci kitabı Aynalar Koridorunda Aşk’ta insanın aşk hallerini konuşan Ulusoy, şimdi serinin ikinci kitabı “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” ile ölüme yoğunlaşıyor. Aşka düşmüşseniz ölüme de yakalanırsınız; ölümle birlikte var oluşu, ayrılığı, yok oluşu düşünürsünüz. Ölüm!... Ne muhteşem bir uyarıcıdır o! Bakmayın siz hayata. Hayatın çekiciliğini, buyurganlığını, cazibesini, kışkırtıcılığını bir de ölüm üzerinden okuyun! Pul pul döküldüğünü göreceksiniz, afili elbiselerinden soyunduğunu. Çıplak, en sahih ve doğru yüzüyle görünecektir. Varlığı, hayatı ve insanı ölüm belirler. Bu yüzden ölüme vurulmamış her bir şey doğru tartılmamış sayılır. Ancak ölümün doğruladığı şey ve hayatlar yaşanasıdır. Ölüm hayatın orta yerinde duran, durması gereken aydınlıktır. Ölümün yanı başında kurulmuş insan ve medeniyetler yaşatırken, ölüme yabancılaşmış insan ve yapılanmalar ise öldürür. Hayat ölüme yakınlıkta kurulur. Ölümü örtmekle, kuytulara sürmekle daha iyi bir hayatın mümkün olabileceği sanısı, büyük bir yalandır.
Kur’an, “Ölüm dahi, hayat gibi mahlûktur, hem bir nimettir” diyor. Saramogo, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş romanında, ölümün olmadığı yok bir ülkede ölümsüzlüğün nasıl bir bela olduğunu anlatır. Ölümün olmadığı o yok ülkede, hayat yaşanmaz hale gelir. Bir türlü ölmek bilmeyen yaralılarla, hastalarla, yaşlılarla dolu ev, hastane ve kurumlarda kokuşma ve çürüme başlar. Başta nimet gibi görünen ölümsüzlüğün aslında afet olduğunu gören ülke insanları, ölümün kıyısına kadar gelip ama bir türlü ölemeyen yakınlarını ölsünler diye komşu ülkeye taşımak zorunda kalırlar. Romanın sonunda anlarsınız ki, ölüm de hayat gibi insana çalışır. Oysa görünene kilitlenmiş nefs ve akıl bunu kabul edemiyor, ölümü yokluk olarak görüyor; insanın, her bir şeyin ölümle birlikte tefessüh ettiğini, söndüğünü, çürüdüğünü düşünür. İşte bu nefs ve akıl soruyor: Lezzetin ve hazzın bitimi olan ölüm, nasıl mahlûk ve nimet olabilir? Nefs ve akıldan mürekkep insanın temel sorusu budur. Bu soruya cevap bulmadan, hayatın tadını/tuzunu bilmez. Ölümü konuşmak zorundadır zira yaşamak için ölümü konuşmaya ihtiyacı var. Ölüm konuşulmaya başlandığında ise hayatın her bir hali ortaya dökülür. Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle anlatısında bunu yapıyor. Ölümü konuşmaya girişirken hayatın alfabesini söküyor. Artık şu çok açık ve nettir: Bir hayatperest olan pozitivizmde (seküler modern algıda) ölüm; korkunç, dekadans ve kötücül olandır. Pozitivizme yaslanan edebiyat ve sinemada, bu edebiyat ve sinemanın hem kaynağı hem de sonucu olan hayatlarda ölüm ‘korkunç’ olarak karşımıza çıkar. Buna karşın aşkın anlatılarda, bu anlatılardan beslenen algı ve hayatlarda ölüm, hem munis hem de iyileştirici bir şey olarak belirir. Ulusoy’un anlatısında karşımıza çıkan ölüm, hayatın boğazını sıkan değil, hayatın önünü açan, ona ışık düşüren bir şeydir. İslam’ın varlık ve hayat tasavvurundan beslenen bir nazarla, modern ve popüler algıların ölüme giydirdiği kara elbiseler yırtılıyor, ölüm çıplak, aydınlık yüzüyle görünür oluyor. Karalara bürünmüş ölümün kararttığı hayatların sahipleri renkleniyor. Dr Mavi, Beyaz’ın aydınlığında Eflatun’a, Kırmızı’ya, Kahverengi’ye, Eflatun’a, Yeşil’e el uzatıyor. Renklere düşmüş ölümün, ölümde kümelenmiş kaygıların, acıların, ayrılıkların diplerine bakılıyor, oralardan ışık, daha fazla bir ışıkla çıkılıyor.
İnsan nerede yaşar, konaklar? İnsan dalıp gider, dalıp gittiği yerde konaklar ve yaşar. İnsan niçin dalar? Dalar çünkü ‘şimdi’nin dayanılmaz bir ağırlığı vardır; dalarak, şimdiden geleceğe sarkarak rahatlar. An’ın kaskatılığından muhayyilenin sınırsızlığına sığınır. Kendisini kuşatan kaskatı an’dan firar eder, gider, kendince kurguladığı bir muhayyilede yaşar. Dalar, muhayyilesinde oturur ama geri de döner. An, yani şimdi, yani gerçeklik onu paçasından tutup kendine çeker. Dalıp gittiği yer onu tutamaz. O yorgun renklerin, dalıp giden, muhayyileye tutunan o fersiz bakışların yolları Dr Mavi’nin ofisinde kesişir. Dalıp gitmenin, kaçışın, muhayyilede tutunmanın çözüm olmadığıyla yüzleşirler. Ölümü çıplak, en sahici yüzüyle görürler. Yüzlerine, gözlerine ölüm aynası tutulur; aynada kendilerini görürler. Gözleri ve bakışları ölümle temizlenir, daha bir aydınlık bakarlar. Dr Mavi, her bir renge özen gösterir, çünkü ahlakın varlığa özen göstermek olduğunu bilir. Renkleri bozmadan, kırmadan, dökmeden kendilerine dokunur. Kendisine kalplerini açmış renklere kalbini açar.
Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle ile, ölümün içinden geçen renklerin geride bıraktıkları hayatları/hikayeleri/sözleri paylaşır bizimle. Hayat gibi ölümün de, hem mahlûk hem de nimet olduğunu anlatır. Feridüddin Attar, derdine derman arayan bülbül gibi değil, derdini seven âşıklar gibi şöyle diyordu: ‘Gıdan muradsızlık olmadıkça gafil gönlün nasıl uyansın? Dert sahibi ol ki derdin sana derman olsun. Ey yol eri, kitabıma şiir gözüyle ya da ululukla bakma. Kitabıma dertle bak da hiç olmazsa bendeki yüz dertten birine inan. İnsana dert lazımdır asıl, iş düşkünlüktedir. Kimin derdi varsa dilerim derman bulmasın. Kim derde düştükten sonra derman ararsa toprağın altına girsin, yaşamasın!’ Ulusoy, Attar gibi düşünüyor: Derdini sev; teslim ol ve kurtul, diyor.

25 Ağustos 2009 Salı

Yeryüzünde Şairane Oturanın Öyküsü

Çok garip… Sadık Yalsızuçanlar’dan öykü, anlatı, deneme, makale, metin okudukça yalnızlığım artıyor. Ne kadar fazlalık varsa üzerimden düşüyor, seyreliyorum.Kalbim giysilerinden sıyrılıyor; kalbim ile hayat arasına giren, kalbimi hayattan koruyan, hayatı kalbimden uzakta tutan ne kadar korunak varsa aradan çekiliyor, çöküyor. Hayat kalbime geliyor, kalbim hayata gidiyor. Birbirlerine akan iki nehir gibi birleşiyorlar. Kalbim hayatla, hayat kalbimle öpüşüyor. Bütün aidiyetlerim, kimliklerim, korunaklarım, sahip olduklarım yokmuş gibi oluyor; ben, yalnız ben kalıyorum. Ben ve hayat, ben ve ebediyet, ben ve acziyet, ben ve aşk, ben ve ayrılık, ben ve ölüm, ben ve doyumsuzluk baş başa kalıyoruz. Hayatın çetin soruları, hayatın şuh yüzleri beliriyor karşımda. Kalbimin dili çözülüyor, içimin ağzı açılıyor. Ve öylece, bir çelimsiz olarak kalıyorum.Onu okumak, yalnızlaşmakBen ne çok Sadık Yalsızuçanlar okuyorum. Yakaza’dan beri yazarım ne çok mektupla kapımı çalıveriyor. Daha dün gibi, Gezgin’in peşine düşüp gitmiştim, Cam ve Elmas ile içime doğru yürümüştü, Şey’de Hayyam’ın hikâyesine davet etmişti. Gariptir, şimdi de Garip ile çıkageldi. Ve ben de şimdi Garip’ten, gurbetin resmi garip bir hayattan çıkıp geliyorum.Sadık Yalsızuçanlar ne çok yazıyor ve onu okumakla yalnızlığım ne çok tebellür ediyor. O kadar okumadan sonra diyorum ki, Yalsızuçanlar çok yaşadığı için çokça yazıyor. Ve ekliyorum: Gecenin, soğuğun, acının, aşkın, vuslatın, ayrılığın, hayal kırıklığının, acziyetin, ebediyet arzusunun içinden geçen bir hayatın zihne, gönle ve vicdana attığı çentiklerden sızan can ağrısının bir iteklemesidir bunca öykü, bunca anlatı, bunca metin… Kitapları bir bilgi nesnesi olarak görmeyen ve bilginin tıkıştırıldığı kitaplara imza atmayan bir yazarla karşı karşıyayız. Bilgilen(dir)mek için değil, hayatın ve ‘kendi oluş’ mesuliyetinin gönlüne bindirdiği ağrılara şifa niyetine kitap ve yazıyla ‘olan’ bir ‘yazıcı’dan bahsediyoruz. Hayatın onca çekilmezliğine maruz kalırsanız, bu derece yaşarsanız yani, yazmayıp da ne yaparsınız?Yalsızuçanlar imzalı her öykü ve anlatıda dibine kadar bir yaşanmışlık hissediyorum. Bu derece yoğun bir yaşanmışlık var ki bu derece yazmak zorunda kalıyor. İçe atılan paket paket hapların üzerine boşaltılan fincan fincan acı kahvelerin dindiremediği ağrılardan sonra gelen öykü ve anlatıları okuyoruz kendisinden.Yalsızuçanlar okuyucuları bilir. Kendisi Hölderlin ile akraba bir gönül taşır. Bu yüzden çoğu yerde şairin, ‘Erdemle dolu, yine de ozanca barınır/İnsan bu yeryüzünde’ dizelerine vurgu yapar. ‘İnsan dünyada şairane oturur’ diyerek, ‘oturmalıdır, oturması gerekir’ şeklinde bir mesuliyeti hatırlatır. Biliyoruz ki, insan şairane bir gönül ve hassasiyet taşımadan yeryüzünde şairane oturamaz. Şairane bir gönül ve hassasiyet taşımak ise, çekilesi epey zor bir hayata yazılmak demektir. Örtülerinden kurtarılmış, tozları silinmiş ve parlatılmış bir kalp ile hayata gittiğinizde, olabildiğince etkilenmeye açıksınız demektir. Hayatın her bir şeyinden etkilenen kalpte hayret duygusu dirilir; tedirginlik, kaygı ve ürperti basar o kalbi. İnsan, dikey ve yatay bir yoğunluk ve derinlikte hayatı karşılamaya çalıştıkça, hayatta oturamaz hale gelir. Oturur kalkar biteviye. Kalkar, oturur, yine kalkar. Aralıksız yürüyemez de, durup durup düşünür. Düşünce onu kalkmaya zorlarken, yürümesinin bir noktasında içinde uçuşan ve çarpışan düşünceler yüzünden durmak zorunda kalır. Bu sebeple ‘yeryüzünde şairane oturmak’, aslında ‘oturamamak’tır. Çünkü içine bırakıldığımız yer, yani yeryüzü, yani dünya, derdi kendisi olan insana gurbettir. Bir diğer ifadeyle, ‘acı’nın yurdu… Öykücü haklı! ‘Acılardan büyük bir yer yok!’ Bundan olsa gerek ki, yeryüzünde şairane oturan (oturamayan) birinin öyküsü olan ve kitaba da ismini veren Garip öyküsü şöyle başlar: “Seni gecenin, soğuğun ve kalabalığın içinde görünce dilime gelen bu oldu: Garip. Sen garipsin. Görüyorum. Şimdi bu kanepede otururken gözlerine, onlardaki gurbete bakıyorum. Gurbetin bir resmisin sen. Seni sadece bu sözcük anlatabilir. Gurbet kimi insana hal, kimisine mekân olurmuş. Senin halin garip. Garip bir mekânda duruyorsun. Sessiz, öylece, saatlerce…”Evet, Yalsızuçanlar’ın son öykülerinden oluşan Garip isimli kitabı; aşkın, vuslatın, ayrılığın, hayal kırıklığının, can ağrısının, acının yurdu olan yeryüzünde şairane oturan (daha doğrusu, oturamayan) bir kalbe düşen gölgelerden oluşuyor. Kitabı oluşturan her bir öyküde; dünyaya düşen gölgesiyle dünyanın kendisine düşen gölgesi arasında uzlaşma arayan bir gönlün yaşadığı aşkı, çektiği acıyı ve maruz kaldığı parçalanmayı okuyoruz. Garip, çok garip öykülerle karşı karşıyayız. Başka ne olabilirdi ki!? Gezgin’de, Şey’de, Cam ve Elmas’ta ağrılarına şifa olsun diye arif gönüllerin ayak izlerinden giden bir yazıcının öyküleri kaçınılmaz olarak ‘garip’ olacaktır. Evet, Garip; yeryüzünde şairane oturmak gibi bir kaygıyla yaşayanın neticede oturamayışının öyküsüdür.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Nihat Dağlı ile “Türkiye’de Ötekilik” üzerine

Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?*
Durkheim’in tezi şuydu: “İnsan toplumsalın içine doğar. İçine doğduğu toplumsal gerçeklik; tercihlerini, beğenilerini, kendisini kurar.” Bu tezi doğru kabul edersek, insan tekleri yoktur! İnsan tekleri olarak karşımıza çıkan, toplumsalın tekte görünürlüğünden ibarettir.
Kişisel hikâyeme baktığımda şunu söyleyebilirim: Okuma yazma bilmeyen, Sünni-Müslüman Kürt bir anne ve babanın çocuğu olarak doğmuşum. Çocukluğum bu ebeveynin evreninde kurulmuş. Sonra eğitim süreci içinde bu gerçeklikten kısmen uzaklaşmış, kendilerini dindar olarak tanımlayan çevrelerde bulunmuşum. Okul denen formun dikte ettiği okumaların dışında ‘sivil okuma’ olarak adlandırdığım okumalarım başlamış. Edebiyat, sosyal bilim okumaları… Zamanla fark etmişim ki, ebeveynimin ve içinde bulunduğum dindar çevrenin tasavvurları beni tutamamış, daha öznel bir tasavvurun peşine düşmüşüm. Bugün itibarıyla, Durkheim’in altını çizdiği ‘toplumsal’dan çıkabilmiş, bir insan teki olarak insana, varlığa ve hayata gidebiliyorum. Kendimi ne Kürt olarak, ne de içine doğduğum mekânın sosyolojisinin/tarihinin kurduğu bir dindarlıkla tanımlıyorum. İnsan oluşumu başa, başlığa çıkartarak kuruyorum. Etnik kimliklerin ve dolaşımda olan dindarlık tasavvurlarının ‘öz’sel olmadığını, kurmaca olduğunu düşünüyorum. Artık şuna inanıyorum: İçine doğduğumuz ve Durkheim’in tarif ettiği toplumsalın kurmaca kimliklerinden düşüp öznel seslerimizi bulmadığımız sürece insan olamıyoruz, toplumsalın tek’te görünürlüğünden ibaret kalıyoruz. Kendimi bir ‘insan teki’ olarak görüyorum. Ve elbette ki, bu insan tekinin varlığa ve toplumsallığa dair kanaatleri vardır. Benim de öyle; insana, varlığa, hayata, toplumsala bakışımla ontolojimi kuruyorum.
Doğrusu kendimi tanımlamaktan da çekiniyorum. Zira kendimi tanımladığımda başkasını da tanımlamış oluyorum. Kendimi tanımlarken ne olmadığımı söylemiş oluyor, dolayısıyla olmadığım şeyleri de belirlemiş oluyorum. Tanımlama hakkına sahip olma hissinin otoriteryenlik içerdiğini düşünüyorum. Bu sebeple, ‘kendinizi nasıl tanımlıyor ve hangi toplumsal gruba ait hissediyorsunuz?’ sorusuna verebileceğim net bir cevabım yok.

Kendinizi tanımlama biçiminiz diğer toplumsal kesimler ve devlet tarafından kabul ediliyor mu?
Hayır. Ne içine doğduğum toplumsal gerçeklik, ne de bugün maruz kaldığımız devlet biçimi bu halimle barışıktır. Genelde mi böyledir, yoksa bu ülkeye mi mahsustur bilmiyorum. Aile, toplum ve devlet modellerimiz, kendisine doğan insan teklerine kendilerini dayatmakta beka arıyorlar. Ebeveyn, doğurduğu çocuğa kendisini taşımayı ‘terbiye’ olarak değerlendiriyor; toplum, içinde dolaşır dorumda olan insanda önkabullerini görmeyi ‘hak’, bu önkabullere oturmayanları kabul edilemez buluyor; devlet ise, ‘vatandaş’ı, resmi ideolojiyi pratize eden bir aygıt olarak görüyor. Ailenin, toplumun ve devletin kabulleri dışında yollar bulmuş insan tekleri, en hafifinden sevimsiz ve rahatsızlık verici bulunuyorlar. İçine doğulanın dışında nefeslenip kendini kuranlar birer ‘sapık’ olarak tanımlanıyor. Bu ‘sapıklar’ rahatsız ediyor, doğal olarak da rahatsız ediliyorlar.

Size göre Türkiye’deki en önemli sorun alanları nelerdir?
Türkiye pratiği, bir sorunlar alanından oluşuyor. İçinde yaraların olduğu, çığlıkların koptuğu, boğuşmaların yaşandığı bir cıngılda yaşıyor gibiyiz. Türkiye, sanki bir ‘büyük kapatılma’! Ülkenin egemenleri, ülkeye sahiplik duygusuyla hükmedenler aynalardan nefret ediyor, yüzleşmekten kaçınıyorlar. Öyle egemenler ki, ülkenin gerçeğiyle değil, zihinlerindeki ülkeyle yaşıyorlar. Mesela bu ülkede kendilerini dindar olarak tanımlayanlar, Kürtler, Ermeniler, İslam’ın dışındaki dini gruplar mevcut durumdan epey şikâyetçidirler. Mevcut yapının tekçi otoriterliği kendileri için can yakıcıdır. Devletin tekçi otoriter yapısı ülkenin gerçeğini karşılamaya yetmiyor, hakikatini parçalayıp zehirliyor.
Sorunlu alan çok, bu kadar sorunlu alanın sebebi ise tektir. Ki bu da, devletin bu tekçi otoriter yapısıdır. Hakikatten hareketle oluşmuş bir devletten çok, kendinden menkul hakikatine uygun gerçeklik inşa eden bir devletle karşı karşıyayız. Devlet hiç kimseyi görmüyor, hepimizin kendimizden vazgeçerek görmek istediği şey olmamızı istiyor. Bizden, artık aşkın bir din mertebesine çıkardığı resmi ideolojinin muti kulları olmamızı bekliyor. Bütün sorunlu alanlar, işte devletin bu sorunlu bakışından kaynaklanıyor.

T.C. Anayasasında geçerli olan vatandaşlık tanımını yeterli buluyor musunuz? (ilgili madde okunsun) T.C Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesinde Türklüğün herkes için bir üst kimlik olarak ifade edilmesinin bazılarını rahatsız etmesi anlaşılabilir mi?
Yeterli bulmak mümkün mü? Herkes Türk değil ki! ‘Yüce devlet’in buyruklarıyla cisimleşmiş Türklük, farklılardan oluşmuş çoğunluğa yurt olması mümkün değildir. Devletin kurduğu bir tanımın içine kendimi niye sokayım? Bu tanım herkesi kuşatabilseydi, farklılığımla kendimi içinde rahat hissetseydim şikâyetçi olmazdım. Ama görülüyor ki, bu otoriter teklik her bir farklılığın canını yakıyor.

Türkiye’deki etnik, kültürel ve dini unsurların anayasal güvence altına alınması ulusal bütünlük açısından tehlikeli midir?
Devlet, bildiği bildik bir baba gibi davranıyor. Bu baba ne anneyi, ne de çocukları dinliyor. Bir şey söylüyor, sonra herkesten söylediğine uygunluk bekliyor. Ve babanın söylediği, ne yazık ki ile fertlerini olumsuzlayan, kabul edilemez şeyler oluyor. Bu durumda, aile fertlerinin itirazı ve istekleri değil babanın dayatması bölücü oluyor. Babanın süreklilik kazanan dayatmaları neticesinde fertler aile ile olan aidiyetlerini yitiriyor, başka türlü yerlerde huzur aramaya koyuluyorlar. Oysa baba, itirazlara kulak olup ortak isteğe gelse, fertler ‘beraber’ yaşamaya devam edecekler.
Türkiye’deki etnik, kültürel ve dini unsurların anayasal güvence altına alınması da bölünmeyi değil, beraberliği devam ettirecektir. Aksi takdirde bunlar, bildiği bildik bir baba gibi davranan devletten kaçmaya, mesafe açmaya devam edeceklerdir.

Devletin TRT 6 ile başlattığı çok dilli ve kültürlü yayıncılık hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bunun diğer etnik gruplara da uzatılması gerekiyor mu?
TRT 6’ın açıldığı gece evimizdeki durum, daha doğrusu Kürtçe dışında bir dil bilmeyen annemin televizyon karşısındaki durumu sorunuza cevaptır. Annem öylece kalmıştı. TRT’nin diliyle yayına başlayan kanalda sanki kendisi vardı. Hani çok yakınınız kanalın birinde yayına katılır ve siz o saat yakınınızı izlemek için televizyonun karşısına geçersiniz ya… Sanki açılan bir kanal değil de, annemin kendisi televizyona çıkmıştı o akşam. Olan şuydu: Bugüne kadar görülmeyen ve inkâr edilen Kürtler, TRT Şeş ile görülmüş ve kabul görmüşlerdi. Devlet, görmediği, görmek istemediği, kabul etmediği Kürtleri görmüş, kabul etmişti. Annem, varlığının altı çizildiği hissi içindeydi. Elbette ki, annem vardı, bunu hissediyordu. Ancak varlığını derinden hissedebilmek için, vatandaşı olduğu devletin de onu görmesini bekliyordu. Öyle değil midir? Varlığımızı, başkasının kabulleriyle daha çok hissetmez miyiz? Birinin bizi bilmesi ve sevmesi altımızı çizmez mi, bizi daha görünür kılmaz mı? Annem için olan buydu.
TRT Şeş’in içeriğine dönük çok şey söyleyebilirim, ancak ben bu kanalı annemin duygusu üzerinden değerlendirmeyi daha doğru bulurum. Ve elbette ki, annem için iyi bulduğum ve istediğim bir şeyi, başka etnisiteden anneler için de iyi bulur ve isterim. Annelerin ırkı yoktur, onları ayıramayız. Anneler ne istiyorsa, karşılanmalıdır diye düşünüyorum.

Farklı etnik unsurlara yönelik anadilde eğitim hakkının tanınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Farklı etnik unsurlara anadilde eğitim hakkını, güneşin her sabah doğudan doğması kadar doğal bulurum. Aksi olan bir sapmadır, doğal olmayandır. Ki doğal olmayanı, varlıkla ve olguyla çatışma olarak görürüm. Her bir anne ağzına ait diller bize başka türlü dünyalar armağan eder. Ülkeyi tek bir annenin diline mahkûm etmek, o ülkeyi yoksullaştırır. Bir ülkede ne kadar farklı anne varsa o kadar dil olmalıdır. Farklı annelerin farklı dilleriyle oluşmuş sesler bütünü, ülkeyi bir senfoni kılar. Birden fazla sesin ve tınının oluşturduğu melodi, ne muhteşemdir!

Size göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı laik sistem açısından bir çelişki oluşturuyor mu?
Diyanet İşleri Başkanlığı; ağzını doldura doldura ‘laik’ olduğunu, ebediyen böyle kalmak istediğini söyleyen devletimizin, resmi olmasa da hakikatte sahip olduğu ‘din’in üst kurumudur. Bu şu anlama geliyor: devletimizin bir dini, bu dinin de bir başkanlığı vardır. Devlet bu dinin hem misyonerliğini yapmakta, hem de onu ‘kullanmaktadır’. Farklı dinlerden vatandaşların inançları arasında bir ayırım yapmakta, bu inançlardan birinden yana tercih koymaktadır. Ve çok iyi biliyoruz ki bu, laikliğin canına okumaktır. Ama gelin görün ki, hem laikliğin canına okuyan hem de laiklik adına canlar yakan bir devletimiz var.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcut yapısını ve temsil potansiyelini yeterli buluyor musunuz?
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varoluş biçimini ve nedenini problemli buluyorum. Devletin herhangi bir dinden yana tavır almasını doğru bulmam. Laik devlet, vatandaşına din misyonerliği yapmaz, vatandaşlarının inançlarını serbest biçimde yaşamalarına imkân sağlar. Diyanet İşleri Başkanlığı olacaksa, bir inanç biçiminin koordinasyonu için değil, farklı inançların serbestçe yaşamasının koordinasyonu için olmalı. Bu haliyle, hem yetersiz hem problemli.

Zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersi eğitimi azınlıkta kalan farklı inanç grupları için bir baskı ve ayrımcılık oluşturur mu? Oluşturuyorsa, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin tamamen kaldırılması sizce sorunu çözer mi? Bu durumda, insanların herhangi bir din hakkında hiçbir kültürel bilgiye sahip olmadan yetişmeleri arzulanabilir mi?
Özellikle belirtmek isterim ki, zorunlu eğitimi problemli buluyorum. Ayrıca önceki soruya cevaben dediğim gibi, laik devletin, bir dinin misyonerliğini yapma hakkı yoktur. Zorunlu din dersi uygulamasını doğru bulmuyorum. Olsa olsa, bir ‘dinler bilgisi’ dersi olabilir. Zira dini tasavvur, insanın varoluşunda önemli bir müracaat kaynağıdır. Bunları belirttikten sonra, ‘zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi’ dersi elbette ki, azınlıktaki inanç grupları için kabul edilemez bir uygulamadır. Bu durum, farklı inançtan insanları ‘öteki’leştiriyor, dahası ‘tehlike’nin bir işareti olarak algılanmalarına sebep oluyor.

Uygulamadaki din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde Sünniliğin Alevilere zorla empoze edilmesi gibi bir durum söz konusu mu? Sizce dersin kapsamında başka içerikler de olmalı mı? Yeniden kapsayıcı bir programa ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?
Devletin kabul edilebilir bulduğu bir dini yorum, mevcut haliyle bu ders üzerinden empoze ediliyor. Devletin ‘Sünni İslamı’, sadece diğer inanç gruplarına dayatılmıyor, İslam’ı başka türlü yorumlayan insanlara da dayatılıyor. Tanımlanarak kabul edilebilir bir hal almış bu din aslında kimsenin değil, devletin dinidir. Bu haliyle herkesimden insan bu dersi kabul edilir bulmamalı. Ne kadar din ve inanç sistematiği varsa hepsinin kendisine yer bulduğu bir ders olmalı bu. Ve bu dersin adı, ‘İnançlar ve Ahlak Tezleri’ dersi şeklinde olmalı. Öğrenci okumak istiyorsa, bütün inanç sistematikleri ve ahlak tezleri hakkında toparlanmış bilgiler görmeli. Bir dine veya inanç sistematiğine zorlanmamalılar.

Cemevleri ibadethane midir? Cemevlerinin ibadethane statüsünde açılmasının Alevilerle Sünnileri birbirinden daha da fazla mı koparacağını düşünürsünüz?
Demiştim, kendimi tanımlamaktan bile çekinirim. Durum buyken başkasını ve başkası için önemli olan bir durumu tanımlama hakkını kendimde bulmam. Alevi değilim. Bu durumda, ben Cemevlerinin ibadethane olmadığını nasıl söyleyebilirim. Aleviler cemevlerini ibadethane olarak görüyorsa ibadethanedir, görmüyorlarsa değildir. Ne Diyanet İşleri Başkanı’nın ne de bir başkasının bunun aksini söylemeye hakkı yoktur.
Hayır, cemevlerinin ibadethane statüsünde açılması bir ayrışmaya sebebiyet vermeyecek, Aleviler bu sayede kendilerini daha mutlu hissedeceklerdir. Büyük bir aile olan bu ülkenin bir grubu biraz daha mutlu olacaktır. Ülkenin diğer bir grubu Sünniler, bir kardeş grubun mutluluğuyla mutlu olur, olmaları gerekir. Kim ailesinde huzursuz bir kardeş ister? Ben istemem! Bu ülkede, Alevilerin, Kürtlerin, Türklerin, Ermenilerin, her kimse herkesin gönlünce yaşamasını isterim.

Türk eğitim sisteminde farklı kültürlere sahip insanların birbirlerine yaklaşımlarını olumsuz yönde etkileyen programların veya söylemlerin olduğunu düşünüyor musunuz? Bunlar nelerdir? Neden böyle düşünüyorsunuz? (Ermeniler, dindarlar, hocalar, Aleviler, Rumlar, Araplar hakkında).
Ulus devletin eğitim sistemi olur da, ‘tehlikeli’ gördüğü bir ‘öteki’si olmaz mı? Kendini merkezde konumlandıran Savunma Bakanı ne demişti, hatırlayalım. Ulus devleti başka türlü nasıl oluşturulabilir ki, demişti. Ulus devletlerde, daha çocuk yaşta nelere maruz kalınmaz ki? Bu devletler; kötüler, her durumda hainlik yapabilecek düşmanlarla çevrilen adalardır. Ülkelerin iç ve dış düşmanları olur. Merkezi ideolojiyi benimsememiş, başka türlü dillerin de mümkün olabileceğini, olması gerektiğini söyleme istidadında olan herkesin altı, gerektiğinde de üstleri çizilir. Stefan Zweig, Yarının Tarihi kitabında, dünya savaşlarının okullarda öğretilen tarih derslerinden beslendiğini söylüyor. Haklı, okutulan derslerle ötekiler ve düşmanlar yaratılıyor.
Bu ülkede de aynı şey yapılıyor. Dikte edilen iyi vatandaşın dışında herkes ‘kaka’lanmıştır. Daha öznel yorumlarla inşa edilmiş inanç biçimleri, Kürtler, Ermeniler, azınlıklar, Yunanlılar, Araplar, Avrupa, Amerika birer tehlike olarak belirlenmiştir.

Katsayı sorunu ile meslek liselilerin üniversiteye girmelerinin neredeyse imkânsız hale getirildiğini düşünüyor musunuz? Özellikle İmam-Hatip Lisesi okuyanların okudukları mesleğe devam etmeleri ve alan değiştirmemeleri gerektiğini düşünüyor musunuz? Bunun için İHL ile diğer meslek liseleri arasında bir ayırım yapılabilir mi?
Evet, düşünüyorum. Otoriter ve tekçi devlet, kabul edilebilirin dışında gördüğü İmam Hatip Liseleri’ni etkisizleştirmek için böyle bir cinlik düşünmüştür. Başta kendine yarar bularak açtığı bu okulların sonradan farklı sonuçlar doğurmasıyla bu uygulamaya gitmiştir. Bu, devletin ne kadar tekçi, statik ve çıkarcı olduğunu gösteriyor.
Doğrusu, İmam Hatip Liseleri’ni de çok sağlıklı bulmuyorum. Sonuçta bu okullar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hizmetini görmek üzere kurulmuşlar. Dindar insanların kaygı ve beklentilerine cevap olsun diye değil. Ayrıca dinin okullarda öğrenilmesini ve öğretilmesini de problemli görüyorum. Kişi dinini, varoluşsal soru(n)larından hareketle kurar. Devletin sınırlarını belirlediği formlara sığdırılmış bir din kişinin varoluşsal soru(n)larını karşılayamaz. Ama bu durum yine de bugün devletin İmam Hatip Liseleri’ne müdahale biçimini haklı kılmaz. Bu okullarda okuyan çocuklara yazık ediliyor.
İmam Hatip Liseleri dışındaki meslek liselerini farklı değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki, İmam Hatip Liseleri’nin kurban edilişine kurban olmuşlardır.

Ruhban Okulunun açılması ve Fener Rum Patrikliğinin ekümenik sıfatının kabul edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ulus devletten veya yerel tasavvurlardan hareketle bakışımı kurmadığım için, Ruhban Okulu’nun açılamayışını haksızlık olarak değerlendiriyorum. Bu durum, hem adalet duygumu hem de özgür ve demokrat ruhumu incitiyor. Fener Rum Patrikliğinin Ekümenik sıfatı konusunu, teknik olarak bunun neye tekabül ettiğini doğrusu çok bilmiyorum. Kendimi özgürlük, hakkaniyet ve adalet bağlamında kurduğum için, bu bağlamda da kendim için istediğimi herkes için istediğimi söyleyim. Fener Rum Patrikliğinin Ekümenik sıfatının tanınmamasından doğan bir haksızlık durumu varsa bu mutlaka giderilmelidir.

Laiklikten ne anlıyorsunuz? Yapılan tartışmaları göz önünde bulundurarak yaşanan sıkıntıları değerlendirebilir misiniz?
Aydınlanma düşüncesindeki felsefi karşılığını bir yana bırakıyorum. Devlet denen yapılanmanın laik olmasını çok doğru, hakikatli buluyorum. Ki bu şu anlama geliyor: Laik devlet, çok farklı inançlardan olan vatandaşlarının inançlarını serbestçe yaşamasını imkânlı kılar. Bir inancı paylaşmaz, bir inançtan yana tavır almaz, her inançtan insanın ihtiyacı neyse bunun karşılanmasına çalışır. İnanç gruplarının birbirleriyle münasebetlerde gözetmenlik yapar, hak ihlallerine mani olur.
Peki, Türkiye böyle bir yerde mi duruyor? Türkiye’nin hiç de laik olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden, ‘Türkiye laiktir, laik kalacaktır!’ sloganını çocuksu buluyorum. Türkiye hiç laik olmadı, ama bundan sonra kendini laik kılabilir. Fakat ne acıdır ki, Türkiye’nin laik olmasını imkânsız kılanlar, işaret edilen insanlar değil bu sloganın sahipleri oluyor. Bu sloganın altında boy gösterenler, Türkiye’nin laikliğine değil laik olmayışına çalışıyorlar.
Evet, Türkiye laik olmak zorundadır. Faklı inanç gruplarından oluşan insanına kendi dinini dayatmaktan vazgeçmeli, inançların ruhuna müdahale etmemeli, tanımlamaktan vazgeçmeli.

Başörtüsünün yasak olması sizce laik bir devlet olmanın gereği midir? Bu yasağın sınırları ne ölçüde daraltılabilir? Üniversitelerde, okullarda ve çalışma hayatında devam eden başörtüsü yasağı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Başörtü yasağı, laik devlet olma gereği değil, devletin laik olmama halidir. Devlet, insanının inançtan doğan hakkı karşısında alan oluşturmakla yükümlüdür, alan kapatmakla değil. Bu yasak, bir insan hakkı ihlalidir, ülkeyi zehirleyen bir uygulamadır. Bu ülkenin bir kısım kadınını ve bu kadınların ailelerini ağır yaralamaktadır. Başörtü yasağını hiçbir alan için doğru bulmuyorum. Başkasının hakkına halel getirmeden kim nasıl inanıyorsa inanabilmeli, nasıl giyinerek huzurlu olabiliyorsa öyle giyinmelidir.

Başörtüsünün yasak olması, Kur’an kurslarına izin verilmemesi vb. uygulamalar nedeniyle ayrımcılığa uğradığını düşünen ve ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Müslüman inanç gruplarının Türkiye’nin “büyük ötekisi”ni oluşturduğu söylenebilir mi?
Hiç şüphesiz öyledir! Bu yasak ve yan uygulamaları sonrasında ülkenin nasıl bir şeye dönüştüğünün tanığıyım. Başörtüsü ile görünür olan Türkiye fotoğrafı olumlu bir şey iken, yasak ile birlikte zehirleyen bir şeye dönüşmüştür. Bu ülkenin kimi kadınları başörtüleriyle hayata giderlerken, yasakla önleri kapatılmış, hayattan dışarı çürütücü bir yere mahkûm edilmişlerdir. Başörtü ve başörtülüler tanımlanarak cinayet işlenmiş, işlenmektedir.

Yaşam biçimleri açısından Türkiye’deki en önemli sorun nedir?
Ben de o yalın hakikatin altını çizeceğim. Çoğulculuğun kendisi olan imparatorluğun bakiyesi bir ülkeye doğmuşuz. Türkiye, homojen bir tarihten doğmadı ve homojen olma şansı da yoktur. Bu tam da hayata karşılık gelen bir imkândır. Hayat, çoğul bir şeydir; farklılıkların beraberliğinde yaşanıyor, yaşanılası bir şey olabiliyor. Ama ne yazık ki Türkiye bekasını homojen olmaya bağladı; çoğul olana karşılık gelmeyen Türklüğü üst başlığa çıkardı; ‘tek’e demirlendi. Zamanla bu ‘tek’in zencileri, kabul edilemezleri oldu. Farklı yaşam biçimleri ‘tek’e indirgenmek istendi, başarılamadı. Doğal olarak bu farklılıklar yaralandı. Her birine acılar yaşatıldı.
Farklı yaşam biçimlerine acılar yaşatılırken, onlar da birbirlerini göremez ve bilemez oldular. Her biri üzerine kapandı, kendini kendine yeter buldu. Merkezi yapının kendilerine dönük kullandığı dili edindiler. Sonuçta bugün Türkiye’de insanlar, yaşam biçimlerinin merkezileşmesine çalışıyor, başka türlü de yaşanabileceğine pek sıcak bakmıyorlar. Oysa başka türlü yaşam biçimlerini savunmadan kendi yaşam biçimimizi savunamayız.

Etnik, kültürel ya da dini kimliğinizden ötürü özel ya da kamusal alanda herhangi bir ayrımcılığa uğradığınızı düşünüyor musunuz?
Yaşanan bir şeydir bu. Ortalamanın dışında olan herkes bir şekilde tanımlanıp dışlanıyor. Siz özelinizde hikâyenizi özelleştirseniz de, dışınızda birileri kimi göstergeler üzerinden sizi genel bir tanımın içine hapsediyor. Kurduğunuz dille içine doğduğunuz tarihin ve sosyolojinin dışına çıkmış olsanız da tarihinizle yargılanıyorsunuz. Merkezi kimliğin ve dilin dışında daha farklı bir dil ve kimlik içinde kendinizi (mesela Türk değil Kürt, Müslüman değil Hıristiyan) sunmanız durumunda bu daha da keskinleşiyor. Ve elbette ki, merkezde olmayan bir kimlikte olan herkes gibi ben de türlü şekillerde dışlandığımı hissediyorum.

Türkiye’de bir mahalle baskısı, değişik kültürel, etnik ve inanç grupları arasında herhangi bir dayatma ve baskı var mı? Varsa, nelerdir?
Şerif Mardin’in kavramsallaştırdığı şeyden fazla bir şey söylüyorum. Türkiye’nin Ankara isimli büyük bir mahallesi var. Bu yetmiyor gibi, Ankara formunda yığınlarca küçük mahallesi de bulunuyor. Ankara Mahallesi tanımlayıp dayatıyor, Ankara’nın formunu tekrarlayan daha küçük mahaller de aynı şeyi tekrarlıyor. Büyükten küçüğe sarkan bir şeydir bu. Baskı hisseden baskı yapmaya başlıyor. Devletin baskısına isyan eden PKK formu, aynı baskıyı kendisine katılmayanlara uyguluyor. ‘Türkiye laiktir, laik kalacaktır!’ sloganının baskısına maruz kalanlar, başka türlü yaşam biçimlerine bir şekilde baskı yapabileceklerini hissettiriyorlar.
Her kesim, hakikatin kendisiymiş gibi konuşan otoriter dili bırakmalı. Tanımlama hakkı konusunda tereddütler yaşanmalı. İnsan, başkasını savunmadan kendini savunamayacağını düşünmeli. Baskı görmemek için baskı kullanmamalı. Baskıya karşı baskı, sadece baskıyı çoğaltır. Ölmemek için öldürenler hayata değil ölüme çalışırlar.

Türkiye bir “kültürel mozaik” olarak tanımlanabilir mi? Böyle tanımlanması veya böyle bir görüntünün ortaya çıkması zaman zaman sizi ürkütüyor, bir bölünme veya iç gerilim korkusu oluşturuyor mu?
Mardin doğumluyum. Mardin denen şeyin neye karşılık geldiğini biliyor, bu beni mutlu kılıyor. Türkiye’de görme şansı bulduğum ve çok sevdiğim şehirlerden biri Hatay’dır. İstanbul İstiklal Caddesi’nde yürümek beni heyecanlandırır. Ama artık birer ‘kale’ hükmüne geçen şehirlerin aurası ise beni korkutuyor. Mesela Diyarbakır’ın, mesela İzmir’in halleri… Yüzde bilmem kaç ile gidip tek bir rengin içine oturan, dahası bundan gurur duyan şehirlerde yaşamanın çekilemez olduğunu bilirim. İzmir’de yaşıyor, bunu hissediyorum.
Türkiye, keşke sahip olduğu farklılar için iyi şeyler düşünebilseydi, keşke kendinde bu farklılara yer açabilseydi! Kim kendisini ne olarak ve nasıl hissediyorsa öyle yaşayabilseydi. Kürtlerin, Ermenilerin, dindarların kendilerini mutlu ve huzurlu hissettiği Türkiye’de beni korkutmazdı, aksine bu Türkiye’yi çok severdim. ‘Birlik’ olmayı değil ‘beraber’liği önemsiyorum. Farklılıkların bir potada eriyerek oluşturacağı birlik bana ölüm gibi gelirken, farklılıkların beraberliğinde ortaya çıkan gerilim ve bu gerilimin bir sonucu olan hareketlik bana hayatın kendisi gelir.

Mozaik yapıdan doğan bu dağınıklığın üstesinden siyaset içinde daha gerçekçi ve adil düzenlemelerle gelinebilir mi? Sizce hangi düzenlemeler gerçekleştirilebilir?
Devlet, bir taraftan olabildiğince ağır ve büyük bir payeye konmuşken, diğer taraftan bu büyüklüğe yakışmayan çocuksu bir gurur ve korkular edinmiştir. Devletin, tekçi ve otoriter yapısından vazgeçmesi gerekiyor. Bu, korkularından ve cesametine ters istikamette gelişen çocuksu gururundan sıyrılmasıyla mümkündür. Bunun için sivil, farklılıkların kabulüne yaslanan bir anayasaya kavuşması lazım. Daha kuşatıcı bir üst başlık kaçınılmazdır. Herhangi bir etnisiteyi çağrıştırmayan, tek bir yaşam biçimini dayatmayan çoğulculuğu esas alan bir düzenleme…

Size göre, Türkiye’de değişik kültürel etnik ve inanç grupları arasındaki “ötekilik” ve “başkalık” parametreleri nelerdir?
Başkalığı ve ötekiliği belirleyen şey, dil ve dindir. Başka dilden ve dinden geliyorsanız, kendi dil ve dininizi önceliyorsanız, aynı vatanda ama biraz öteki ve başkasınız. Ayrıca grupların dışında, daha bireysel diller kurarak da ayrışabilirsiniz. Kendinizi bir dinin veya etnisitenin içinde kurmayabilirseniz de. Kürtlüğünüzü veya Türklüğünüzü değil insan oluşunuzu başa alabilir, kendinizi ateist, agnostik veya dindar olarak görebilirsiniz. Veya mevcut dini paradigmaların dışında daha öznel bir dini tasavvura sahip olabilirsiniz. Bu anlaşılabilir bir şeydir. Ötekiliğinizi ve başkalığınızı merkezileştirmediğiniz sürece, bu durumunuz problem teşkil etmemeli.

Size göre Türkiye’nin bir üst kimlik inşa etme ihtiyacı var mı? Türkiye’deki mevcut politikalar, sosyal entegrasyon ve ortak bir üst kimlik oluşturma açısından başarılı mıdır?
Kesinlikle vardır. Türkiye, bir üst kimlikten yoksundur. Mevcut kimliği, bütünleştirmiyor ayrıştırıyor. Türklüğün dışındaki etnisitelere, tanımladığı dine çok da yakın durmayan başka türlü dindarlıklara ve diğer dinlerin muntesiplerine yaşam alanı tanımıyor. Bu ayrıştırma ve kabullenmeme, kimlikleri yaralayıp zehirliyor. Baskı gören kimlikler şiddet içermeye başlıyorlar.

Türkiye’deki siyasi partilerin ve STK’ların sizi temsil ettiğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’deki garabetin bir başka veçhesi de burada beliriyor. Çevrenin beklentilerini ve ihtiyaçlarını merkeze taşımak gibi bir misyonları olan siyasi partiler ve STK’lar, bir şekilde ve bir süre sonra ‘merkez’in yakınına düşüyorlar. ‘Çevreci’ olmaları beklenirken ‘merkezci’ olmaya başlıyorlar. Mesela siyasi partiler, Ankara’da Ankara’ya benzeyerek hükümsüz kalıyorlar. Ankara’da oyunu aldıkları insanları savunmaları gerekirken, Ankara’yı bu insanlardan korumaya çalışıyorlar. Ankara’nın mecburiyetlerinin ve kendine has şartlarının kabulünü bekliyorlar. Bir türlü Ankara’yı milletin hizmetine koşturamıyor, insanları Ankara’nın hizmetine koşturuyorlar.

AB süreci Türkiye’deki sosyal entegrasyon sürecini nasıl etkilemektedir?
AB’nin temel felsefesini esas alırsak, Türklüğü veya Kürtlüğü öncelemiyor, Müslümanlığı veya Hıristiyanlığı başlığa çıkarmıyor. Evrensel anlamda ‘insan’ı merkeze alıyor, önce insan sonra Türk veya Kürt olmayı öngörüyor. İnsanın hakları bağlamında alt kimliklere alan açmayı savunuyor. İnsanı başlığa çıkaran, haklar bağlamında alt kimliklere yaşam alanı açan bir AB sürecinin Türkiye için kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bu sürecin gerekliliklerini hayata taşıdığımız kadarıyla yaşanılır bir Türkiye’yi inşa edebileceğimize inanıyorum. Değilse üzerine kapanmış, kapanarak boğulmaya giden, farklılıklarını da boğarak ölüme yaklaşan bir Türkiye olacaktır.

Size göre, Türkiye’deki farklı etnik, inanç ve kültür gruplarının ortak paydasını ne oluşturmaktadır?
Ortak tarih, ortak hikâye ve aynı topraklar… Her farklılığın farklı bir hikâyesi olsa da, beraber yaşanmış tarih sebebiyle ortak oldukları meta bir hikâyeleri bulunuyor. Türkleri, Kürtleri, Ermenileri; Müslümanları, diğer farklı dinlerden insanları kuşatan meta bir hikâyedir bu. Farklı hikâyelerden oluşmuş büyük bir hikâye… Ortak tarihin içinde oluşmuş bu meta hikâye, farklılıkların hepsine bu toprakları ‘vatan’ kılmış. Aynı tarih, aynı vatan ve herkesi kucaklayan meta hikâye ortak paydamızdır.

Türkiye’deki herhangi bir etnik, inanç ya da kültür grubunun varlığı diğerleri için bir tehlike oluşturmakta mıdır?
‘Beni bir benzerim öldürebilir’ diyordu yazar. Farklı olan, varlığım için tehlike değil varlığımın bekası anlamına gelir. Ona, farklılığına bakarak kendimi ve farklılığımı fark ederim. Benzerime bakmak kendime bakmak gibidir. Durmadan aynada kendine bakan adamın durumu da tehlike içerir. Bu ülkede daha çok Ermeni, daha çok Süryani, daha çok dil, daha çok hikâye olsaydı inanın çok daha cıvıltılı bir hayatımız olurdu.

Ergenekon davası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Anlatmaya çalıştığımız otoriter tekçi devletin kaçınılmaz olarak doğurduğu bir sonuç olarak görüyorum. Ergenekon soruşturması, böylesi otoriter ve tekçi olmanın nasıl da öldürücü olabileceğini gösterdi bize. Türkiye için bir ilktir diye düşünüyorum. Tövbe için dahi olsa günahlarla yüzleşmek gerekiyor. Ergenekon soruşturması, devletin günahlarını günah olarak görmesi oluyor ki, bu iyi bir şeydir. Ve bu, sıklıkla yaşadığımız bir şey değildir. Devletin dokunulabilir olduğunu yaşıyoruz. Hep kutsanmış, aşkın bir yere oturtulmuş devlete dokunuluyor, böylelikle yeryüzüne indiriliyor. Bu sürecin hukuk içinde ve adalet duygularını incitmeden sonlanmasını isterim.

Türkiye’deki değişik kültürel, etnik ve inanç grupları arasında mevcut olan ötekileştirmenin temelinde bir kısım önyargılar bulunmakta mıdır? Varsa sizce bu önyargılar nelerdir?
Önceki sorularda anlatmaya çalıştım. Otoriter ve tekçi devletin uygulamaları sonrasında hepimiz bir şekilde yaralanmış, bu yaradan mülhem sakatlıklar edinmişiz. Kendi zalimimizin diliyle birbirimizi görüyor veya tanımlıyoruz. Sonuçta hepimiz yıllarca aynı eğitimden geçtik; okuduğumuz derslerle, hafiften zorba öğretmenlerle şekillendik. Öteki kimdir, kötü nasıl bir şeydir, vatan nedir veya neresidir? Sormadığımız soruların cevaplarını edindik. Bize ait olmayan soruların cevapları zihnimizde ve yüreğimizde izler bıraktı. Dindarları, Kürtleri, Ermenileri, başka dinlerin mensuplarını bu izlerden takip ediyoruz. Ebeveynlerin, okulların, öğretilen dillerin dışında diller edinmezsek bu hastalıklı durumdan kurtulamayız. Öğretilmiş bir dilden öğrenilen bir dile firar etmeliyiz. Kendimizin sorduğu soruların bizim bulduğumuz cevapları olmalı. Bütünüyle bize ait soruların ve cevapların izini takip etmeye başlarsak, kendi dindarlarımızı, Kürtlerimizi, Ermenilerimizi ve başka dinlerden insanlarımızı bulacağız.

Türkiye’nin yoğun bir şekilde göç alan metropol şehirlerinde orta ve uzun vadede milliyetçilik eksenli bir iç çatışma ihtimali görüyor musunuz?
Ne yazık ki, hayır böyle ihtimal yok diyemiyorum. Nerdeyse bu durum korkulan bir şey değil, istenen bir şey gibidir. Kendilerini ilk önce Kürt veya Türk olarak tanımlayan insanların hayatlarımıza müdahale etmelerini tehlikeli buluyorum. Bu insanların bizdeki ‘insan’ı görünmez kıldığını düşünüyorum. ‘Bütün’e işaret olan ‘insan’ı ‘parça’ya sığdıran, insanı parçalayarak toplumsalı bölen milliyetçilik, bu ülke için depremden çok daha yakıcı ve yıkıcıdır. Farklılığın doğal ve anlaşılır bir şey olduğunu, hiç kimsenin başkasının yokluğu üzerinde var olamayacağını görmek, bilmek ve bunun gereğini yapmak zorundayız.

*) Sorular: Selvet Çetin

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Şiir yazmayan bir şairin otobiyografisi

Kırmızı bir gül goncasını koklarken toprağın hakkını teslim etmek gerek. Gül goncasının yanında, toprağın soluk ve mütevazı yüzü bize o güzel kokunun kaynağını işaret eder. Fidanın köklerini şefkatle saran topraktır. Her toprak da kendi kabiliyetine göre gül yetiştirir.
Farklı toprakların gülü farklı kokar. Edebiyat eserlerini okurken onun parlaklığı, güzelliği onun köklerini saran toprağı getiriyor aklımıza. Araştırmacılar ve eleştirmenler için eseri ortaya çıktığı muhit ile açıklamak, anlamaya çalışmak önemli bir yöntem. Çünkü eser ne yazarının psikolojik derinliğinden ne de onun yetiştiği sosyal ortamdan bağımsız değil. Bu gerçeğin yazarlar da bilincinde bugün. Eserlerinde psikolojik ve sosyolojik şartlarla ilgili de ipuçları veriyorlar. Bazen de hatıra, günlük, otobiyografi gibi türlerin imkânlarını kullanarak kendi eserlerine ışık tutuyorlar.

Nihat Dağlı, nasıl yazdığını, yazdıklarıyla anlatıyor. Daha önceki kitaplarından yazarlık serüveniyle ilgili bilgiler edinmek mümkün. Fakat yazar, son kitabı ‘Çıkar Sokak’ta bir ‘iç dökümü’ gerçekleştiriyor. Çıkar Sokak’a bir biyografi demek mümkün. Sıradan biyografilerden ayrılan, çok önemli özellikleri olan bir kitap bu. Bir biyografiden ait olduğu kişinin hayatıyla ilgili bilgiler vermesi beklenir. Tarih çizgisi içinde işaretlenen yerlerin vurgulanması da önemli bir özelliktir. Çıkar Sokak, yazarın yaşadığı olayları bir çizgi halinde anlatmıyor. Zamanı enlemesine genişleterek, bu genişliğe yayılan durumları, kesitleri, o andaki düşüncelerin hayatını anlatıyor. Kitabın başlığının hemen altındaki ‘iç döküm’ ifadesi zaten bizi buna hazırlıyor. Bu iç döküm mantığı, kitabı sıradan bir biyografi olmaktan çıkarıyor.
Kitabın önsözünün son cümlesinde şunu söylüyor Dağlı: “Demem o ki, Çıkar Sokak, bir Nihat Dağlı kitabıdır.” Gerçekten öyle mi! Nihat Dağlı eserlerinde ortaya koyduğu kendisiyle bir örnek aslında. Doğu’dan batıya göç eden binlerce aile var. Çoğunun yaşadığı sıkıntılar birbirine benziyor. Aynı sosyal travmaları yaşıyor, aynı psikolojik durumlarla karşılaşıyorlar. Onların içinde bir Nihat Dağlı olmadığı için biz onların serüvenlerine yabancıyız bugün. Ama konuya şöyle bakalım, Nihat Dağlı benzer özelliklere sahip binlerce insanın sözcüsü. Batıya göç eden Doğulu bir ailenin yaşadığı serüvenin tipik örneği. Onun diğerlerinden ayrılan özelliği, ufkunu okuma ile aydınlatmış olması ve olaylara öyle bakması. Ve tabii ki bunları yazması…
Okumayla aydınlanmış, donanmış insanların insanla ilgili değerlendirmeleri önemlidir. Yaşadığı şartlara göre oluşmuş bir insana itiraz etmeden onu anlamaya, şartların oluşturduğu kendi’ni çözümlemeye çalışmış Nihat Dağlı bu kitabında. Hayatı soru sorarak anlamaya çalışan bir yazar, bulduğu kimi cevapları bizimle paylaşıyor. Çıkar Sokak kitabını okunmaya değer kılan özelliklerden biri de okuma tutkunu bir insanın ‘ne okuduğunu’ bildirmesi. Hangi kitapları ya da yazarları okumalıyım, sorusuna cevap arayan okuma sevdalıları, Çıkar Sokak’ta bu sorularına epeyce cevap bulabilirler. Orada geçen kitap isimlerini alt alta yazdığınızda, nitelikli bir okuma listesi de elde etmiş olur okur. Bu konuda edineceklerimiz, bununla sınırlı da değil ayrıca. Dağlı, kitapların içeriğiyle ilgili de oldukça ilginç bilgiler veriyor. Onları yorumluyor, açıklıyor, değerlendiriyor. Bu, kimi zaman bir roman kahramanıyla karşılıklı konuşuyormuş havasına da bürünebiliyor. Kitaba bu açıdan baktığımızda, ‘nasıl okumalıyım’ sorusunun cevabını da içerdiğini söyleyebiliriz.
Kitap okumak, hayatı değiştiren bir eylem midir! Bazılarımız için böyle olabilir. Bir kitap okuyup hayatı değişebilir insanın. Nihat Dağlı, Çıkar Sokak’ta okumayı, hayatı değiştiren değil, anlamlandıran bir eylem olarak tanımlıyor. Kitap okumak hayata uyandırıyor insanı. Hayata uyanmış bir insan olarak, hayatı anlama, anlamlandırma ve çözümleme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Ve kitapların ışığında ortaya çıkan sorular yine kitaplarla cevabını buluyor. Çıkar Sokak’ta bir bölümün başlığı, Biyografi/Poetik notlar. Bu belki de eserin tamamına teşmil edilecek bir belirleme. Eserde hem yazarın biyografisi hem edebiyat, sanat, şiir hakkındaki görüşleri yer alıyor. Bu yönüyle de bu nitelemeyi fazlasıyla hak ediyor kitap. Söylenecek şeylerden biri de şu belki: Hangi gözle okursanız size o yüzünü döndürebilir bu kitap. Günlük gibi okuyabilirsiniz, içinde zamanın akış çizgisine uygun düşen anlatımlar var. Bir otobiyografi gibi okuyabilirsiniz: Bir yazar, kendi hayatını dünyasının kapılarını açıyor bize. Bir roman gibi okuyabilirsiniz. Bir insanın doğuda/toprakta başlayan ve batıda/denizde devam eden hayatının romanı…
Çıkar Sokak’ı okurken kitabın kenarına şöyle bir not iliştirmişim: Şiir yazmayan şair! İnsanın şair olması için gereken her şey var Nihat Dağlı’nın hayatında. Göç, zihin acısı, dil… Kitapta gördüğümüz yoğun yaşantı, bir şairi akla getiriyor. Ortada bir şiir var; ama o yazıya değil, yaşantıya dönüşmüş belki de. Hayatın içine hüzün olarak sinmiş. Okur dikkatli bakınca, satırların arkasından kendine gülümseyen hüzünlü bir şiir perisi görebilir.


MUSA GÜNER
Kitap Zamanı
Sayı 10

14 Ağustos 2009 Cuma

Firar Mevsimidir

Yaşadığınız ve bildiğiniz üzere kent ve hayat, yaz mevsiminde sarı, nemli ve ağır sıcaklarda vıcık bir eriyiğe dönüyor. Bu mevsimde ev içleri hayata evlik edemiyor. Doğal olarak evlerden dışarıya firar oluyor; balkonlara, kentin serin mekânlarına, kıyılara kaçış...

'Dışarı'ya çıkabilmek bir imkândır. 'Ev'in dirilere kabir de olabileceğini, en çok dışarıya çıkamayanlar, yatalak hastalar bilir. Dışarıya çıkıldığı, başka yerlerde zaman geçirildiği için evler özlenebiliyor ve kendilerine dönülüyor. 'Ev'in ne mene bir şey olduğunu 'dışarı'da öğreniyoruz. Evlerimizin eksiğini veya fazlasını başka evleri görerek fark ediyoruz. Evlerimiz(d)e mahkûmsak, hiç şüphesiz o bize hapistir.
Sınırları iyice çizilmiş siyasi vatanları ve sosyolojik kimlikleri de böylesi bir ev gibi düşünürüm. Bir gün olsun sınırlarından dışarıya, başka ülkelere gidememiş 'vatandaş', ülkesin(d)e mahkûm biri gibi gelir bana. Başka bir ülkeyi görmediği için ülkesini her şey görmeye başlar ki, bu kendisi için yoksulluk alameti olur. Her ne olursa olsun ülkesinden çıkamadığı için de ülkesi ona zindan olur.
Yirmi birinci yüzyılın Misak-ı Milli Türkiye'si biraz böyledir. Artık bütün bir Türkiye'yi ifade edemediğini, bu yüzden ülkesini çizilmiş sınırlar içinde okuyan ve yaşayan 'vatandaş' bana yoksullaşmış bir mahkûm gibi gelir. Keskin hatlarla çizilmiş ve mayınlarla döşenmiş Misak-ı Milli sınırları kadar düşünen ve yaşayan 'vatandaş', sanki sarı sıcaklarda ev içlerinde yaşamak zorunda kalmış yatalak bir hastadır.
Çok renkten oluşmuş 'Büyük Türkiye'nin mevcut sınırlara mahkûm edildiğini, oysa Türkiye'yi ayrıcalıklı kılan unsurların dışarıda bırakıldığını biliyorum. Bunu, her yıl bu mevsimde bir grup arkadaşla bugünkü Türkiye'den 'Büyük Türkiye'ye yaptığım seyahatlerden biliyorum. İlk kez yurtdışına çıktığımda, Özbekistan'da Taşkent'i, Semerkant'ı, Buhara'yı gezdiğimde Türkiye'nin kuşatıcı müşfik ruhuyla karşılaştım. Sonra Suriye'de Halep'i, Hums'u, Hama'yı ve Şam'ı gezdiğimde; Balkanlar'da Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Kosova'yı gördüğümde Türkiye'nin küçüldüğünü, bir darlığa düştüğünü anladım. 'Çok şey'den 'bir şey'e düşmüş bir Türkiye'ye dönüyor olmanın hüznü içinde oldum.
Ve içine doğduğumuz sosyolojik kimlikler... Etnik ve kültürel adlandırmalar, 'çok şey' olma imkânıyla doğan insanı 'tek şey' yapıyorlar. Bu kimlikler içinde sadece Kürt, sadece Türk, sadece şu veya bu olunuyor. Hayata, insan gibi değil de bir Kürt veya bir Türk gibi gidiliyor. Böylesi yaşam 'insan'ı yaralayıp küçültüyor. Zira kendisini kuran alt kimlikle tutuluyor, böylelikle başka türlü kimliklerle karşılaşması ve tanışması engelleniyor. Tutuklu kaldığı kurmaca kimliğin dar pencerelerinden bakan insan, bu pencerelere sığmayan ne kadar şey/farklılık varsa, hepsi kendisi için dışarıda ve hükümsüz kalıyor.
Evet, ev içleri bir kez daha sarı sıcaklara teslim olmuş durumda. Hayat şimdi güneş görmeyen serin balkonlarda, denizin usulca sokulduğu koylarda, ovalara bakan dağ yamaçlarında, ağaç gölgeliklerinde... Mevsim, evlerden dışarıya uzanma vaktidir. Bugünkü Türkiye için de aynı şey geçerli. Hukuka oturmayan yapılanmaların hukuk dışı yönelimleri bitmek bilmiyor. Hepimize ait olan üzerinde kurulmuş 'gecekondu' tarzı bir iktidar biçimi olmadık yollar deniyor. Türkiye'yi Türkiyelilere bırakmak niyetinde değiller. Ülke hukuksuz gasplarla vuruluyor, kanunların darlığında kıstırarak yaşanamaz kılınıyor. Bu yetmiyor, ülkenin tarihinden ve sosyolojisinden çıkmış kimlikler de, hayata çalışacaklarına birbirlerine karşıtlıkta ölüm çoğaltıyorlar.
İYİMSER OLMAK İÇİN BİR NEDEN: EZBERLER BOZULDU
Epey yorulmuş, hayatın türlü yüzlerine yetmediği gibi hayatı eksilten, yaralayan, zehirleyen bu eskimiş Türkiye'ye mecbur değiliz. Değiliz çünkü kendi vatandaşlarını yaşatmaya yetmiyor. Büyümüş bir bedeni her tarafından sıkan/boğan bir eski elbise gibi duruyor. Vatandaşını yaşatmayan bir ülke, vatandaşından kendisini yaşatmasını bekleyemez. 'Büyük Türkiye'ye, sosyolojinin rahminde gelişen kimliklerden İNSAN'a gidişler kaçınılmazdır. O çizilmiş sınırlara sığmayan Türkiye görülmeli, mekânı ve tarihi önemsizleştiren zirvedeki İNSAN bilinmeli ki bugünün cenderesinden çıkılabilsin.
Türkiye işte bu sebeple, etrafında çizilmiş yüzyıllık sınırlardan firar etmelidir. Türkiyeli de, bugünkünden çok farklı olan/olması gereken Türkiye ile tanışmalıdır. Hem Türkiye hem de Türkiyeli, tarihinin ve sosyolojisinin doğal sonuçları olan kimlikleri kabullenmeli, bu kimliklerin görünürlüklerine kem gözle bakmamalı, bu kimliklerin sahipleri ise varlıklarını başkalarının varlığıyla birlikte düşünmeliler. 'Başkası'nı 'tanımlamak' değil, 'tanımak' esas olmalı. Zira tanımlamak kendimizi dayatmak iken, tanımak ise kendimizde ona yer açmaktır. Ve 'biz'den farklı olanı 'hoş görmek' değil, ona 'rıza' göstermek, yani kendisinden 'razı' olmak gerekiyor. Çünkü hoş görmek kendimizi asıl ve üst görmek iken, rıza göstermek ve razı olmak ise bir eşitlenmedir.
İyimseriz. Çünkü Türkiye karıştı, ezberi bozuldu. Hayatın göğsünden çıkıp böğrüne çarpan rüzgârlarla 'eski olan'da kalamayacağını gördü. Ve Türkiyeli de uyandı. Üzerindeki yorganı kaldırıp ayaklanmış gözüküyor. Aldığı evin odalarını gezen, her bir köşesini dokunarak tanıyan ev sahibi gibi ülkesinin farklılarıyla temasa geçen bir Türkiyelilik hali yaşanıyor. Diri vicdanlara sahip, dar kimliklerden çıkıp açık havalarda daha üst daha yatay üst kimlikler edinmiş insanlar yan yana gelmeye, kol kola girmeye başladılar. Bu çok renkli Türkiye, 'tünel'den çıkıp 'meydan'a yürüyor. 'Bir' olmak için değil, 'beraber' yaşamak için...
Zaman Gazetesi, 14.08.2009

13 Ağustos 2009 Perşembe

Selahattin’in Kitabı

İnsanın varoluşu onun zamana katılmasıyla mümkün oluyor. Akan zamanın içindeyseniz, kendinizi zamanın içinde hissediyorsanız varoluşunuz gerçekleşiyor. Zamana eklendiğiniz, zamanla iç içe aktığınız için yaşadığınızı hissedersiniz. Böylelikle ‘hiç’likten kurtulursunuz. Ama omuzlarınıza taşıyamayacağınız yük bırakıldığında, karşınıza çıkamayacağınız yokuş çıktığında, sizi uzanıp giden yola çıkaracak şevkten mahrum kaldığınızda ‘zaman’dan düşersiniz. Düşer, an’ın bir köşeciğine kıstırılırsınız. Zaman dışınızda, ağırca bir şeye dönüşerek akar. Sabahın akşamdan, akşamın sabahtan farkı kalmaz. Mevsimlerin de... Hem kışta üşür, hem de yazda… Çiçeklerin açması içinize bir bahar taşımaz. Bilirsiniz ki, o çiçekler solmak üzere açmıştır. Kesintisiz aynılık sürdüğünden; derin, koyu ve ağır bir sıkıntı kesilirsiniz.
Otuz yıla yakın bir süredir (ki bu yaşımın dörtte üçüdür) ‘sıkıntı’ kesilmiş bir ülkede yaşadığımı hissediyorum. Hissediyorum değil, hissediyoruz. Çünkü yalnız olmadığımı biliyorum. Nasıl yalnız olabilirim ki!? Bu ülkenin dağlarında kırk bin insan kurşunlanmış. Buna o kadar insanın ailesini, yakınlarını, sevdiklerini eklediğinizde, çıkan sayı neredeyse hepimizi içine alır. Bir şekilde hepimiz kurşun yemiş gibiyiz. Üzerine kan bulaşmış bir hayatı yaşıyoruz. Sevinçlerimiz bu yüzden günübirlik ve bu yüzden heyecanlarımızın rengi soluktur; hüzünlerimiz ise derin koyu…
PKK, Siirt’in Eruh’unda ilk kurşunları sıktığında, sayısını unuttuğumuz canlar vurulduğunda ve o gün kurşun atanlar ‘birkaç çapulcu’ olarak tanımlandığında on sekiz yaşında bir delikanlıydım. Bu ‘birkaç çapulcu’nun yaktığı ateşin içinde kurşunlananların sayısı kırk bin ile telaffuz edildiği bugün ise kırk iki yaşındayım. Aradaki zaman, sanki ‘biz’siz akmış, sanki yaşanmamış. Öyledir, çünkü geçen zamandan düşmüş gibiyiz. Geçen o kadar zaman; derin, siyah ve ağır bir sıkıntı olarak yaşanmış. Ülkenin ne sabahı, ne akşamı, ne baharı, ne kışı, hiçbir vakti asude bir mevsim olmamış. O kuytularında bin bir çiçek açan dağlarda gencecik insanlar vurulmuş, iç ceplerde taşınan resimlere kan düşmüş. Uzak yerlerdeki gariban insanlara kötü ve ağır haberler tez ulaşmış. Ateş düştüğü yeri yakmış! Geçen zaman içinde ülkenin her bir yerine ateş düşer olmuş. Kimisinin evladı, kimisinin komşusu, kimsinin bir şeyiymiş vurulanlar. Gelin görün ki, o kadar zaman geçmemiş, vurulanlar kırk bine ulaşmamış gibi, o çok korunaklı devletlular hep ilk günün cümlesiyle karşımıza çıkmışlar: “Büyük bir devletiz! Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacaktır! Çapulculara hadlerini bildireceğiz!”
Yok! Bu ülkede ne sabahın akşamdan, ne akşamın sabahtan, ne de mevsimlerin birbirinden farkı yok! Biz burada, bir döngü gibi hep aynı an’ı yaşıyoruz. Hayata çalışmayı unutmuş, ölmeye yatmış bir ülkede yaşıyor gibiyiz. Zaman durmuş değil, geçip gitmiş zaman, biz öylece kalmışız. An’ın bir köşeciğine kıstırılmış vaziyette sinmişiz. An kokmuş; burun kemiklerimizi kıracak derecede ağır ve ufunetli bir hava soluyoruz.
Kalbi diri, vicdanı ayakta, zihni uyanık, olup bitene kulak ve göz olanlar ne yapıyorlar? Sıkıntı kesilmiş ülkede, ağır bir yüke dönüşmüş zamanda dile sığmayan yaşanmışlığı ‘yazı’ya sığdırmaya çalışarak, hakikati ortaya çıkarıyorlar. Selahattin Yusuf gibi… Selahattin, 2003’te yaptığı askerlik günlerinin, o ‘yavaş zaman’ın dökümünü “Şafaktan Çok Önce” ismiyle kitaplaştırmış. İlginçtir! Yazarın askerliği, 1984 yılında ‘birkaç çapulcu’nun kurşunlarına hedef olan Siirt Eruh’ta geçmiş. PKK’nın kurşunlarına hedef olmuş ilk asker onbaşı Süleyman’ın karakolunda nöbet tutmuş Selahattin. Selahattin’in günlüğünden bir bölüm: “1984’ün 15 Ağustos’unda, yanımızdan yükselmiş bu taş minareden gelmiş ilk PKK ateşi. PKK Türkiye’ye ilk kurşunu buradan, minareden sıkmış. Birinci şerefeden santral odasını dakikalarca ateş altında tutmuşlar. Karakolun iletişimini kesmek için. Minarenin hemen yanındaki nöbetçi kulübesinin cezası yenilerde sona ermiş ve tekrar nöbetçi konmaya başlanmış. O nöbetçilerden biri de benim. Gerektiğinde bir kaplan gibi homurdanan otomatik G-3’ümün arkasında, küçük delikten aşağıya bakıyorum. Eruh’un gençleri, namlunun ucuna takılıveren gözlerini dakikalarca orada tutuyorlar. Aralarındaki Kürtçe konuşma birden heyecanını ve doğallığını yitirip alt perdelere iniveriyor. Namlu karşıdan bakıldığında afiyet kaçırıcı bir nesne olsa gerek, diye düşünüyorum. Namlunun ucundan, afiyeti kaçmış halde yürüyüp giden gençlere bakıyorum. Onların bu tuhaf bakışlarını nasıl ortadan kaldırabiliriz acaba? Namluyu, asıl işe yaraması gereken yerde nasıl kullanabiliriz? Yani onlarla aramızdan geçen kötü kara kediyi nasıl haklarız? Bir dil. Ortak bir dil lazım.”
Yıllar önce Nadire Mater, Güneydoğu’da savaşmış askerlerin anlatımlarını “Mehmedin Kitabı” ismiyle kitaplaştırmıştı. Anlatılanlar, hiç de dayanılası değildi. Otobüs terminallerinde omuzlarda taşınan ve intikam duygusuyla şişirilmiş sloganlarla uğurlanan askerler, gizlenen cinnetten haber veriyorlardı. Bu anlatımlardan okuduğum her bir cümle, bir kıymık gibi derinlerime saplanmıştı. Beni bu derece rahatsız eden bir ikinci kitap hatırlamıyorum. Bu kitaptan yıllar sonra, Selahattin Yusuf’un oralarda bir asker olarak bulunuşunun ‘yazıya dökümü’ olmuş kitabını elime aldığımda daha başka şeyler hissettim. Zira Selahattin Yusuf, aynı zamanda kalbi diri, vicdanı ayakta, zihni uyanık bir yazar ve şairdi. Gecenin bir vakti kitabı okumaya başlamış, iki saat sonra kitap bitmişti. Evet, Selahattin’in Kitabı daha bir şeydi. Mehmedin Kitabı’nda anlatılanlar çıplak duyguların serseriliği içinde insanın içine toslarken, Selahattin, orada yaşananları Wittgenstein, Dostoyevski, Ece Ayhan, Kafka, Adorno, Nietzsche, Buzzati eşliğinde okuyarak okuyucunun kalbine bırakıyor. Bir kere, Selahattin’in kitabı, bir asker günlüğü değildir; kalbine yaslanarak yazan bir entelektüelin, bütünüyle sıkıntıya dönüşmüş ülkesinin bir türlü haledilemeyen meselesinin yurdu bir yerde geçirdiği askerlik zamanında kalbine vuran ve zihnine üşüşen meseleleri konuşmasıdır. Şafaktan Çok Önce kitabı; zamanın hep aynı yaşandığı, dolayısıyla taşınmaz bir yük haline geldiği, yani çok yavaşladığı bir ülkede/askerlik günlerinde, yazarın zamanı kendisi için dayanılır kılma çabasıdır. Kitabı okurken, Cioran’ı; epey rahatsız eden, adeta yağmalayan, aynı zamanda da iyileştiren Ezeli Mağlup’u hatırladım. Selahattin Yusuf kitabına şu cümlelerle başlıyor: “Bir günlük yazmaya başlamakla, dişlerimi zamanın üzerinde boşuna denediğimin farkındayım. Onun, zamanın, böyle durup kalmasıyla örselenmiş ruhumu yazarak okşamaktan ve teskin etmekten başka ne yapabilirim? Onun, düşününce insanı dehşete düşüren kayıtsızlığı karşısında ne yapılabilinir? Bazen zamanın kendisinden başka hiçbir şey kalmıyor insana gerçekten. Kendi yüzüyle karşı karşıya bırakıyor sizi. Kaçacak, gizlenecek hiçbir yer yok.” Bu satırları okuduktan sonra kitaplığımdan çıkarıp baktığım Ezeli Mağlup’ta şu cümlelerin altını çizmişim: “Hayatın içinde varoluş ve zaman birlikte yürürler, organik bir birlik teşkil ederler. Zamanla birlikte ilerlenir. Sıkıntı içinde ise zaman varoluştan kopar ve bizim için dışsal bir hale gelir. Oysa yaşam ve fiil diye adlandırdığımız şey zamana eklenmedir. Zaman oluruz. Sıkıntı içindeyken artık zamanın içinde değilizdir.”
Askerlik yapanlar bilir. Şafaktan önceki her gün, bitmeyecek gibidir. Ve hemen her asker, o bir türlü geçmek bilmeyen koskoca yavaş zamandan gün düşürmeye çalışır. İlaç kokulu çaylarla değil belki, her günün sabahında defterine attığı çizikle bunu yapar. Selahattin Yusuf, bu yavaş zamana hem yurdum insanı delikanlılarla, hem de çapraz okumalara ev olmuş okuyucuların vazgeçilmezi soylu isimlerle tanıklık ediyor. Siirt Eruh’ta Dönüşüm’ü, Tatar Çölü’nü, Ölü Evinden Notlar’ı, Genç Werther’in Acıları’nı düşünmek nasıl bir şey, bunu Selahattin’in kitabından öğreniyoruz. Şafaktan Çok Önce, Siirt'ten İstanbul'a uzanan bir hikâyedir; edebiyattan felsefeye, toplum eleştirisinden siyasete bir yolculuk…
Taraf, 28.08.2008