10 Ekim 2009 Cumartesi

Kadını dile/hayata çağırmak

Kitap Zamanı'nın bu sayısında başka bir kitapla yer almayı düşünürken, Ali Çolak'ın telefonuyla kendimi Çöl/Deniz: Hz Hatice'yi okur, ‘kadın'ı düşünür buldum.

Kalbime ve zihnime vurmuş insanlığımızın kadınlık durumlarına yoğunlaştım. Mevzuuyla hemhal olduğum günün gecesinde, bir kadın çığlığıyla uyandım. Hıçkırarak ağlayan kadın bağırarak bir şeyler söylüyordu. Sanki kalbime bir şey saplandı. Acı içinde yataktan çıkıp odamın açık penceresine koştum. Sesler alt komşudan geliyordu. Kadının çığlığı ve hıçkırıklar içerisinde eşine yalvarması yediği dayağa emareydi. “Eşinim” diyordu kocasına, “kölen değilim! Annemi ara, gelip beni alsın!” Yeni taşınmış bir aileydi bu, tanımıyordum. Kadının yüzünü bilmiyordum ama aşağıda, evinin arka odasına kaçmış bu kadının acı kesilmiş bir yüz olduğunu tahmin ediyordum. O an koyu bir ağrı hissettim içimde. Artık uykum yoktu, pencerenin önünde dışarıdaki geceyle kalmıştım. Kulaklarımda o ses vardı: “Eşinim ben, kölen değil!”

Hakikatli bir dil kurmak

Kadının cümlesi, tarihte hep yaşanmış ve bugün de yaşanmaya devam eden bir zulme, bir adaletsizliğe ve hak gaspına yöneltilmiş ciddi bir itirazdı. Kadın erkeğin eşi olarak yaratılmış ama ‘eş' kılınmamış, erkekçe kurgulanmış hayatın devamına çalış(tırıl)mış bir ‘şey' olmuştur. Erkeğin hayatına eklenmiş, erkeksi olanın mümkün olmasında kullanılmıştır. Tarihteki fotoğraf budur ve ne yazık ki hayat bu hak ihlali üzere akıyor. Tarihteki fotoğraf ve bugünkü gerçeklik şüphesiz hakikate mugayir bir şeydir. Havva salt Âdem için yaratılmış değildi, Âdem ile Havva, ikisi birlikte bir şey için yaratılmışlardı; içine bırakıldıkları hayatı keşifte birbirlerine eş olacaklardı.

Kutsal metinlerde ve bu metinlere yaslanan anlatılarda var olan Âdemoğlu ve Havva kızlarına yakından baktığımızda başka türlü bir erkek ve kadın görüyoruz. Demek ki, tarihin ve bugünkü gerçekliğin öznesi durumundaki erkekler dinlerine ve anlatılarına yabancılaşmışlardır. Metinlerdeki ve anlatılardaki erkek ve kadınlar kutsal ve dokunulamaz kahramanlar kılınarak, bugüne sadece bir bilgi nesnesi olarak taşınmışlardır. Yaşanan değil kurgulanan bir tarihimiz vardır. Bu tarihte erkek etkin bir kurucuyken, kadın sadece bir siluet olarak yer almıştır. Bu sebeple kadını yeniden hayata taşımak için, erkeğin eşi bir varlık olarak yaratıldığı hakikatini dilde var kılmak gerekiyor.

Sibel Erarslan'ın Timaş Yayınları'ndan çıkan Çöl/Deniz: Hz Hatice isimli biyografik romanı, kadının erkeğe eş olarak katılacağı bir hayat için hakikatli bir dil kuruyor. Daha çok insan olmayı önceleyerek varoluşunu gerçekleştiren Eraslan, Hz. Fatma ve Hz. Meryem'i yazdığı biyografik romanlarda erkek kadar bir kadın profilini önümüze koymuştu. Hz. Hatice'yi konu edinen Çöl/Deniz romanıyla bu profili daha da görünür ve dokunulabilir kılmıştı. Hz. Hatice kendisi olarak hayatta var olmuş, bu şekilde ataerkilliğin kıskacından çıkmış, kendisini inancına vakfetmiş kurucu kadın/insan olarak karşımıza çıkıyor. Ataerkil adetlerin hüküm sürdüğü bir toplumda ilk eşi ölmüş, ikincisinden de boşanmış, bu iki evlilikten olma çocuklarıyla yaşayan, ticaretle uğraşan, çocuklarını büyüten, bu haliyle saygı gören; inandığı, güvendiği, herkesin kendisinden emin olduğu ‘amcaoğlu'suna evlilik teklifini yapabilecek kadar etkin bir kadın… Hz. Hatice başta Mekke'nin yetim ve ‘emin'ine ev, kadın ve arkadaş oluyor. Hz. Peygamber'in nübüvvet öncesi onun evinde, yanı başında, ‘eş'liğinde geçiyor. Hz. Peygamber'in inziva döneminde yaşadıkları, bir kadının yakınlığıyla yaşanıyor; ilk vahiy sonrasında yaşadığı titremeye bir kadın örtü oluyor; bir kadın, Hz. Hatice ilk namaz için Peygamber'e eşlik ediyor. Son Peygamber'in en yakın iki destekçisi vardır. Birisi göklerdendir Cebrail isimli Melek, diğeri ise yeryüzünü temsil eden bir kadın, Hz. Hatice…

Sibel Eraslan, ilk önce bugün artık hayatta olmayan, dolayısıyla hayatlara müdahale etmeyen bir ‘kadın'ı dile çağırmayı, dilde yaşanır kılmayı önemsiyor. Dile çağırılmış, dile gelmiş ve dilde yaşayan böylesi bir kadın sayesinde adaletli bir hayatın mümkün olabileceğine inanıyor. Bu yüzden Çöl/Deniz'de, Hz. Hatice dokunulabilir ve dokunabilir biri olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların ve erkeklerin dönüp bakacakları, hayatlarına taşıyarak hayatlarını yaşanılır kılacakları, esatiri değil dokunulabilir olan, örneklik teşkil eden kurucu bir ‘özne'yi hayatın bütünlüğü içinde veriyor. Kitapta, Hz. Hacer'in oğlu İsmail ile birlikte Mekke'yi kurduğu yıllardan İslam öncesi dönemlerde şehirdeki toplumsal yapıya kadarki zaman, Hatice validemizin ailesi, ilk evlilikleri, çocuklarını ve dul bir kadın olarak tek başına ayakta durma mücadelesi anlatılıyor. Efendimiz ile evliliklerini, ilk vahiy döneminin sıkıntılarında eşini şefkatiyle sarmasını, tebliğ yıllarının zorluklarını, hicretleri de okuyoruz kitaptan. Kitaptaki Hz. Hatice, ‘tarih olmuş bir zaman kesitinde yaşamış ve biyolojik ömrünü tamamlamış bir insan teki olarak değil, bugüne uzanmış, yaşamıyla başlattığı her ne varsa ta bugüne ulaşmış bir kişiliktir.'

Kitap Zamanı Sayı: 45
Bölüm: Edebiyat

26 Eylül 2009 Cumartesi

Tuğlası kitaplar olan evin rahatsız mutlusu

Mardin’den Diyarbakır’a, oradan da Adana’ya uzanan ve halen İzmir’de devam eden yolculuğunuzdan bahseder misiniz?

Bugün ne yazıyorsam, hayatın içinde nasıl görünüyorsam sorunuzun cevabı odur diyeceğim. Ortadaki fotoğrafım üzerinden okunacak türlü şeyler bu hikâyeden bir alıntı olacaktır. Kalkıp yeniden baştan bu uzun hikâyeyi anlatmaya koyulsam farklı bir şey anlatmış olmayacağım. Sorunuzun kışkırtıcılığına kapılsam uzunca bir biyografimi yazmaya koyulmuş olacağım. Çıkar Sokak’ta bunu yapmaya çalıştım. Bu söyleşinin bağlamı bunu kaldırmaz diye düşünüyorum. Bu sebeple hikâyenin kendisinden çok onun zihnime ve kalbime düşürdükleri üzerinden konuşabilirim.

Zaman zaman hikâyeme yoğunlaştığımda ortaya çıkan fotoğrafımda ihsan ve lütuf görüyorum. Zira sebep sonuç ilişkisi içinde başka türlü bir ben olurdu diye düşünüyorum. Bugünkünden farklı bir Nihat Dağlı fotoğrafı… Gasset, insan çaresiz mekânının tutsağıdır der, Durkheim toplumsallık üzerine kurduğu tezinde insanın içine doğduğu gerçeklikten bağımsızlaşamayacağını söyler. Bana, hem Gasset’in hem de Durkheim’in tezlerine ters bir netice armağan edilmiştir. Hayatın içine sokulmayan Kürtçe’ye ve daha birçok yoksulluğa doğmuş biri olarak öğrendiğim ve aralıksız okuduğum Türkçe ile ‘rahatsız-mutlu’ bir ben olmuşum. Epey çileli sayılabilecek patikalardan geçerek hakikat kaygısı edinmiş, bu kaygıyla yolu kendine varmış bir ben… Şükür diyorum.

Evet, bütününe vakıf olamadığım bir hikâyenin içine düşmüştüm. Mardin’den Diyarbakır’a, oradan Adana’ya, sonra İzmir’e uzanan bu hikâyenin neler içerdiğini bilmiyordum, bilmeme de imkân yoktu. Bu hikâyede hep yalnız başıma olduğumu hatırlıyorum. Şimdiki zamandan baktığımda, yalnız başına bir çocuk, bir delikanlı hissiyatı içinde kendine kaçan, içini yaşanılır kılacak bir dilin taliplisi olduğumu görüyorum. Yalnızlığını kitaplarla, romanlarla ve öykülerle gideren, böylelikle çoğalan, bu şekilde çoğalmış biri olarak üzerine gelen hayata yetebilen biri olmuşum. Şimdi anlıyorum ki, o kadar yoksulluk ve çile benim için rahmetmiş. Yalnızbaşınalığa yazılmışlığım beni çocukluğumun epey problemli mekânından ve gerçekliğinden azad etmiş. Ancak böylelikle gönlümce bir mekân ve gerçeklik kurmaya girişmişim.

Adana Borsa Lisesi’nde başladığınız edebiyat okumaları hangi güzergâhları takip edip bu günlere geldi?

Zihni ve içi keskin/net yargılarla dolu, buna bağlı olarak somurtkan bir yüzle etrafını kolaçan eden biriydim. Bırak hayatı, kendi üzerinde bile düşünememiş bir çocuk kocaman kitaplara maruz kalmıştı. O kitaplardan ‘tanım’lar edinmişti; koca bir hayatı, dahası insanı bu tanımların içine sığdırıyordu. Hayat ve insanın çokluğu karşısında tanım(lar)ının yetersizliği canını sıkıyordu. Bu sıkıntıma tanıklık eden gencecik bir kız (vahlar olsun bana ki bu kızın ismini, yaşayıp yaşamadığını dahi bilmiyorum) bir gün elime Kerime Nadir’in Hıçkırık’ını tutuşturmuştu. Ailemin uzağında Adana’da gurbette ve beraberimde taşıdığım dil içerisinde de bir yabancıydım. Hıçkırık’ı hıçkırıklar içinde okumuştum. Ergenlikten yeni çıkmış bir delikanlının ucu açık taraflarına dokunan cümleler üzerine kapattığı kapıları açmıştı. İlk kez o zaman dışarı çıkabildiğimi hissetmiştim. Okuduğum, beni çarpan o cümleler içimin ellerinden tutmuş beni dışarı çıkarmıştı.

Kızın ismi Nurten miydi yoksa? Sanmıyorum. İçinden ‘s’ geçen bir ismi vardı. Ve nedense ben en çok ‘s’yi seviyorum şimdi. O günden sonra, o kızdan epey roman edindim. Galiba kütüphanesi olan bir evin kızıydı. Böyle olduğu içindir ki, elimden tutan, içime iyi gelen cümlelerin sahibiydi. Ne getiriyorsa onu okuyordum. Hiç şüphesiz kendisinden üçüncü sınıf metinler okumuşluğum da olmuştur. Ama bununla ilgili değildim, okuduğum metin yeter ki bir hikâyeye ve kahramanlara sahip olsun. Sadece benimle akan hikâyemi, okuduğum hikâye ve tanıştığım kahramanlarla kalabalıklaştırıyordum. Daha çok kitaplara kaçıyor, daha çok hikâye ve kahramanlar ediniyordum. Bu bana iyi geliyordu.

Üniversiteyi okumak üzere İzmir’e geldiğimde klasiklerin peşine düşmüş biriydim. O asla okunarak bitmeyecek, hep yeniden okunacak romanların evreninde içim delik deşik olmuştu. Bu romanların her bir kahramanı insan yanlarıma dokunuyordu. Bu romanlardan, romanların kahramanlarından kendimi toplar gibiydim. İçim gibiydiler; kahramanları ben gibi acı çekiyor, çelişkiye düşüyor, sorular soruyorlardı.

Edebiyat, romanlar beni soruları olan biri kılmıştı. Hayır, roman kahramanlarının sorularını tekrarlamıyor, bu soruları ben olarak soruyordum. Sorularımın verdiği rahatsızlık içinde cevapların peşine düşmüştüm. Varoluşsal sıkıntılar çekiyordum. Her iyi okuyucunun vardığı bir yerdi burası. Bu yaralanmışlığı gidermek, bundan yararlanmak adına felsefi okumalarım olmuştu.

Diyebilirim ki, okumalarımın seyri ve çeşitliği bu paralelde akmaya devam ediyor. Derdim kendimle… İçine bırakıldığım bu hayatta kendimi doğurtmak, var kılmak çabası diyorum okuma ve yazmalarıma… Bilmek değil, olmak derdindeyim. Yazarın değil, insan olmanın kaygısını taşıyorum.

Yazma eğilimleriniz ne zaman başladı? Sizi yazıya götüren sebepler nelerdi?

Türkçe içine doğduğum bir dil değil de öğrendiğim bir dil olduğundan hep konuşma problemini çekmişimdir. Konuşamıyorum. Bu hem Türkçe’yi sonradan öğrenmişliğimle ilgili, hem de içime doluşanların kaotikliğinden kaynaklanıyor. Epey diyalektik bir içe sahibim. İçim çok karışık… Bu karışıklığı başı ayağı düzgün bir form içinde sunma becerisini geliştiremedim. Ben böyle ta baştan konuşmayı beceremezken yazı ile aramın hep iyi olduğunu hatırlıyorum. Bunu daha lise döneminde sınavlarda verdiğim dopdolu kâğıtlardan biliyorum. Mesela komposizyon notlarım dikkat çekerdi.

İlk yazımın yayımlandığı güne kadar yazdıklarıma yazı diye bakmadım; yazmaya dair bir isteğim, arzum ve çabam olmadı. Yazar olmak gibi bir düş kurmadım, bu düşü gerçekleştirmek adına yollar denemedim. Bir okuyucuydum, okumayı seviyordum. Okurken iyileştiğimi biliyor, bu sebeple okumaya devam ediyordum. Altını çizdiğim o kadar cümle, okuduktan sonra rafa yerleştirdiğim o kadar kitabım oldu ki… Kütüphanemde duran altı çizili cümlelerle dolu o kitapların boş kısımlarına yazdığım notlar benim ilkyazı çalışmalarımdır diyebilirim. Yanımda, çantamda taşıdığım defterlere yazdığım küçük notları da buna dâhil edebilirim. Ama sanıyorum okurken hissettiğim iyileşmeyi yazarken de hissetmeye başladığımı yazdığım mektuplarda fark ettim. Hep gurbette geçen bir hikâyem olduğu için yazdığım çok mektup oldu. Bu mektupların okuyucularından iyi tepkiler alıyordum.

Konuşma üzerinden aktaramadığımı yazıya dökebiliyordum. Yazı ile içimi açıyordum. İçimde büyüyen soruların verdiği rahatsızlığı okuma ile iyileştirirken, okumalarla içime doluşan o kadar şeyi yazı ile dışarıya taşımakla da bir yükten kurtuluyordum. O gün için öyleydi, bugün de bu böyle olmaya devam ediyor. İyileşmek için okuyor ve yine iyileşmek için yazıyorum.

Okumak eyleminde okuyucunun aslında özne değil nesne olduğunu vurguluyorsunuz? Yani okurken bir bakıma da okunmuş mu oluyoruz? Ya da okumak başlı başına bir okunmak mıdır?

Şöyle düşünürüm: İnsan, varlığı aç(ıklay)an bir anahtar olduğu gibi kendisi de açılmayı bekleyen bir ‘şey’dir. Öncelik onun açılması, sahici bir okunmadan geçmesidir. Açılacak ve okunacak ki kendisinin okunmasından geçmesi gereken varlığa ve hayata gidebilsin. Bu yüzden olsa gerek ki, bütün kadim anlatılarda başlığa insanın kendini bilmesi/tanıması çıkartılır. ‘Kendini bil!’ denir başta. Sokrat’ta bu vardır, bizim Yunus’ta yine bu vardır. Felsefenin, hikmetin, tasavvufun, irfanın öncelediği bir hakikattir bu. Çünkü insan tamamlanmış, bitmiş bir şey olarak doğmaz, bir imkân olarak doğar sadece. Biyolojik doğuşu başlangıçtır, ömründe eyledikleriyle bir imkân olan kendisinden kendisini doğurtur. Diyebiliriz ki herkes insan olma imkânıyla doğar, ancak herkes insan olarak ölmez. Dağların omuz vermekten çekindiği emanet belki de budur, ‘olma’ hali öyle altından kalkılacak bir mesuliyet değildir.

Okumalarımdan, içine girip çıktığım hallerden çıkardığım ve şimdilerde derinden yaşadığım hal bana bunu söyletiyor. Bütün okumalarımız ‘dışarı’ya açılma gibi görünürken aslında biz okumayla içimize yöneliyoruz. Başka bir şeye değil, kendimize doğru yürüyoruz. Okuduğumuz her neyse onunla kendimizi açıyoruz. Çevirdiğimiz her sayfa bizden çevrilen bir sayfa oluyor, altını çizdiğimiz her cümle bir kuytumuza sokuluyor. Evet, okurken okunuyoruz. Ve ancak okunmaya dönüşmüş okumaların kurucu olabileceğini düşünüyorum.

Salt bilginin peşinde, her okunanda mülkiyete yeni bir veri daha taşıma şehvetini içeren okuma biçimleri bizleri ‘ansiklopedik adam’lar kılabilir, ama insan kılar mı, bizi oldurur mu bilmiyorum. Okumalardan edinmiş ve istif edilmiş bilginin adamı bozduğunu, bilginin bir güç olmaya başladığını ve bu gücün sahibine olmadığı bir şey hissini verdiğini, bu hissiyatı hakikat zanneden bilgili adamın hakikatine yabancılaştığını düşünüyorum. İnsan-ı kâmil bilginin değil hakikatin taliplisidir. Bilgi hakikatle tanıştırıyorsa ehvendir, değilse bozucudur. İyileştiren bilgi Bacon’un bilgisi olmadığından, insanı ‘güç’lü değil hakikatli kılar; bir iktidar armağan etmez, ezeli ve ebedi iktidar karşısında acze düşürür. Bu bilgiyle büyüklüğümüzü değil küçüklüğümüz fark ederiz.

İşte yaşadığım bu hal içre yaşarken, yani okurken okunuyorum. Metinlerin karşısında üniformalı bir adam gibi durmuyorum, yaka bağrım açık halde cümlelerin içine düşüyorum. Cümlelerin kalbinden esen rüzgârlar bağrımı dövüyor, her bir tarafımı ters yüz edip öylece ortalığa bırakıyor. Küçüklüğümle, acziyetimle, gücümü yitirmekle, varlığımın çözülüşüyle karşı karşıya kalıyorum.

Okumak ile yara arasında bir bağlantı kuruyor ve ‘okumanın tarihi aynı zamanda yaranın/yaralanmanın tarihidir.’ diyorsunuz. İnsan okurken aynı zamanda yara mı alır? Hâlbuki insanlar çoğu kez zevk için okuyorlar.

İsmet Özel’in enfes bir sorusu var. Şöyle ki: Can’ın keyfini mi sürdüreceğiz, yoksa mesuliyetini mi hissedeceğiz? Can’ın keyfini tercih ederseniz hayata, etrafınıza, varlığa bir tüketici olarak gidersiniz. Her bir şeyi bir av olarak telaki eder, onu mülkiyetinize, nefsinizin hesabına geçirmek istersiniz. Yaratılmışlığınızı, yaratılmışlığınıza zemin olan hayatı bir oyun alanına çevirir, her bir şeyi oyununuzun nesnesi kılarsınız. Öyle bir hal alır ki bu, oynarken oynanırsınız; oyun ve oyuncaklar sizinle oynamaya başlar. Başta bunu canınızın istediği şeyi yapma özgürlüğü olarak algılarsınız, ancak sonradan fark edersiniz ki sınırsız isteklerin oyuncağı olmuşsunuzdur. Biliyoruz ki özgürlüğün serbestiyetle ilgisi yoktur, özgürlük tinselliğe dairdir. Tin’in dirilmesi, öz’ün gürleşmesidir özgürlük.

Bu sebeple tüketimin ve zevkin dolayımında dolaşıma sokulan okumaları mevzunun dışında tutuyorum. Can’ın mesuliyetini hissedenlerin okumalarını kendimize mesele yapıyoruz. Buradan da baktığımızda gördüğümüz şey şudur: Hakikatin taliplisi ne kadar Âdemoğlu ve Havvakızı varsa hemen hepsinin okumalarla yaralandığını görüyoruz. Bugün kendilerinden hakikate dair cümleler okumaya devam ettiğimiz her ismin hayatı ‘yara’lıdır, metinleri çığlıklarla doludur. İnsan olmanın, olabilmenin, öyle kalmanın ağır yükü altında can ağrısı çekmişlerdir. Çünkü fark ettikleri, karşılaştıkları hakikat huzmeleri içlerine bir kıymık gibi saplanmıştır. Hakikatle kendi hakikatlerini kıyaslamış, aradaki uçurumu görmüş, bu uçurumu doldurmakla yükümlü hissetmişler kendilerini. Güçleri yetmemiştir, güçlerinin yetmediğini görmüş, dolayısıyla acze düşmüşlerdir.

Bu büyük bir yaradır! Ama bu yara aynı zamanda büyük de bir imkândır. Bu yarayı görmek, hissetmek bile sahibini insan kılmaya yeter. İçinizde bu yarayı diri tutarak, yaraya merhem hakikatin peşinden giderek insan kalırsınız. Fark etmek, farkında olmak, ama bunu başaramamanın aczini hep hissederek yaşamak insanı ‘yaş’lı ve yaşıyor kılar.

Modern çağ insanının hayatın özünden gittikçe uzaklaşmasıyla birlikte mutsuzluklarla bezenmiş bir profil ortaya çıkıyor. Siz de bu profili ‘oblomovluk’ olarak nitelendiriyorsunuz. Nedir tam olarak‘oblomovluk’ hali? Bu hale elveda çekebilmek elde mi?

İtiraf edeyim; Oblomov’un üzerimde bir hakkı vardır. Elveda Oblomov’u oluşturan metinleri yazdığım dönemde sanki onu biraz eksik, parçalı okumuşum. Kitabı yayımladıktan sonra Oblomov’u açmaya, anlamaya çalışmaya devam ettim. Ya da o benim peşimi bırakmadı. Şimdi onu daha iyi anladığımı düşünüyorum. Kendisine hak verdiğimi, olumladığımı söylemiyorum ama onu şimdi daha iyi anlıyorum.

Oblomov, tembel adam değil, hayata katlanamayan adamdır. İnsan olabilmenin ağırlığını taşıyamamaktadır. Hayata her gidişinin, varlıkla her temasının, her bir insanla münasebetinin sırtına ağır bir yük bıraktığını hissetmektedir. Bu yüzden kapısının, perdelerinin açılmasına dahi tahammül edememektedir. Evini, kendisini her yıl biraz daha iflasın içine taşıyan üçkâğıtçı kâhyasını değiştirmek bile ona zor gelmektedir. Yeni bir ev, dürüst bir kâhya bulmaya girişmek kendisi için hayatla yeniden alışverişe geçmek anlamına geliyor. Bir kızı sevmek, ona âşık olmak, bu aşkın açtığı yoldan yürümek de öyle… Levinas, insanın başkasıyla, başkasının yüzüyle karşılaşmasıyla bir sorumluluğun altına girdiğini söyler. Çünkü ‘yüz’ karşısındakini sorumluluğa çağırır, ilişkiye zorlar der. Kendisine sabahtan, şikâyetçi ev sahibinden ve kötü niyetli kâhyadan haber verilmesi, perdelerin açılması onu hayatın yüzüyle karşı karşıya bırakıyor. Karşısına çıkan bu hayat Oblomov’a bir sorumluluk yüklüyor. Oysa onun hayatla problemi vardır; hayat kendisi için katlanılmaz bir şeydir! Karşılaşmamak, herhangi bir yüzle münasebete geçmemekle hayata katlanabiliyor.

Oblomov, bir dönem romanıdır. Bir geçiş süreci yaşayan Rusya’nın nihilist aurasından haber veriyor. Hayatı yaşanılır kılan anlamların çözüldüğü dönem Rusyasında Oblomov hakikatli bir fotoğraftır. Tanrı yoksa her şey mubahtır! Her şeyin mubah olduğu yerde katlanılacak çok da fazla bir şey kalmıyor. Hobbes’in Leviathan’ına gün doğuyordur. İnsan kalmaz, çünkü kurtlaşır. Haneke’nin filmi Kurdun Günü’ndeki gibi... Oblomov romanının diğer kahramanını hatırlayın. Öncesinde Oblomov’un kâhyasının oğlu olan, sonradan Oblomov’un aşkı Olga’yı da çiftliğini de elinden alan Stoltz’u… Kurt adamdır Stoltz…

Oblomov bu yüzden anlaşılır bir karakterdir. Şunu diyebilirim. Hayatı Oblomov gibi okumuyorum. Çünkü hayatın da bizim de bir sahibimiz var. Bu sahip, insanı ve hayatı tutuyor. O’nu tutmakla tutuluyoruz, tutulan bir şey olarak hayata gidiyoruz. Münasebete geçtiğimiz her bir şeyin dili, ruhu ve hakkı oluyor üzerimizde. Haddimizi biliyoruz. Hayatın sahipleri olmadığımızın şuurundayız, böylelikle hayat bizim için taşınası zor bir yük olmaktan çıkıyor. Ve şuna inanıyorum: insan ilişkide çiçeklenebilir, karşılaştığımız yüzlerle geliştirdiğimiz hukukta doğar.

Kitaplarınızda yer yer değindiğiniz aşk ‘hal’ini siz nasıl tanımlıyorsunuz? Yıllar öncesinde sizin de örneklerinden birisine arkadaşınız Sinan Bahar’da tanık olduğunuz aşk için intihar vakaları, günümüzde şahit olduğumuz aşk için işlenen cinayetler... Aşk öldürür mü?

Doğrusu, aşka dair sorulara cevap vermekte güçlük çekiyorum. Çünkü meselenin özüne varmak için önce bir yığın süprüntüye dikkat çekmek, bunları bir kenara itmek gerekiyor. Her defasında bunu yapıyor olmak, zamanla beyhude bir çabaya dönüşüyor. Meselenin kendisi ise insanı zaten susturan bir şeydir. Aşk hali bir sükût halidir, hale dair konuşmak ise hale mugayirdir. Çünkü dilin dışına değil üzerine çıkılmış, dil geride kalmıştır. Düşünülebilen ve konuşulabilen bir hal değildir aşk, yaşanandır. Ama gel gör ki, biz hala ehl-i diliz, dünyamızın sınırları dille belirlenmeye devam ediyor.

İbn Arabî aşk bahsinde şu tespiti yapar: Aşk, insanın uykusunun kaçmasıdır. Demek ki, aşk öncesi uyku halidir ve aşk ehli olmayan uykuda demektir. Ne Leyla’nın ne de Mecnun’un gözlerinde uyku izi vardır. Ki onların ki ‘mecazi aşk’ olarak isimlenmiştir. Leyla Mecnun’da Mecnun Leyla’da erimiş görünse de bu aşkta ben ve o vardır. Leyla ile Mecnun’un süreği bugünkü aşklarda bu hastalıklı parçalanmalar çok daha patolojiktir. Bugünün âşıkları kendilerini karşısındakine vermiyor, karşısındakini kendilerine alıyorlar. Mülkiyetlerine geçirip boğuyor, kesip biçiyorlar. Seven değil sevilen öl(dürülü)yor modern zaman aşklarında.

Kendisine değil belki huzmesine uyanma lütfuna erdiğimiz ve kendisine işaret ediyor gibi göründüğümüz aşk hali ise başka bir şeydir. Bu aşk halinde ben ve o ikilisi, dualitesi yok, sadece O bulunur. Zira ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’nin yaşandığı BÜTÜN’de sadece O hissediliyor. Hakikatini keşfetmiş ben bütün’e karışır. Evet, aşk öldürür! Sevileni değil seveni… Aşka düşen ölür, sevdiğinde ölerek varlığının altını çizer.

Bir kitabınız ‘Hiçkimseye Mektuplar’, başka bir kitabınız da ‘Hiç, Yoktan İyidir’ başlığını taşıyor. Bir yerde de ‘Eğer VAR yok ediyorsa, HİÇ var edecektir...’ diyorsunuz. ‘Hiç’ neye karşılık geliyor sizde?

Hiç, tam da bir önceki soruda sevenin sevilende ölmesi haline karşılık geliyor. İşaret ettiğiniz değerlendirme, ‘insan-tanrı’yı üreten hümanizmanın bir eleştirisi olarak da okunabilir. Tanrı’nın öldüğüne inanan hümanist felsefe tanrının koltuğuna insanı oturtuyor. Mademki artık tanrı yok ve boşluk da kaldırılacak gibi değil, o zaman insan kendisinin ve varlığın tanrısı olmalıdır deniyor.

Seküler uygarlık bir anlamda bu tezin gerçekleşmiş halidir. Bir numara olmak bu çağın temel rüyası. Büyümek, çok daha büyümek… Her şeye sahip olmak, hükmetmek… Bir egemen güç olmak her şeyin üzerinde. Rakip görünen her şeyi tepelemek, aşmak, geçmek… İnsanlar, küçücük birer tanrı gibi. Kimi ülkeler de bu küçücük tanrıların ülkesi, tanrı ülkeler. Saldırıyor, vuruyor, öldürüyorlar. Kendinden başka bir numara görmek istemiyor, tek efendi olmak peşindeler. Ama görünen o ki, bir egemen olarak ‘var’ olanların dünyasında ‘yok’lar hüküm sürüyor. İnsan yok, çevre yok, huzur yok! Yıkım var, ölüm var, savaş var! Bir egemen olarak ‘var’ olmak ‘yok’ları çoğaltmış.

Yaşanır bir dünya, anlamlı insanî bir durum isteyenler, egemen olma düşüne itiraz ediyor; birer tanrı olmadığımızı, varlık üzerinde hâkimiyet kurma gibi bir hakkımızın olmadığını düşünüyorlar. Biz insanların ve her şeyin neticede bir ailenin farklı fertleri olduğumuza dikkat çekiyorlar. İçimizdeki egemen olma virüsünü frenlememiz, benimizi ‘hiç’leştirmemiz gerektiğini söylüyorlar. Kendimizi terbiye ettiğimizde, ‘bir numara’ ve ‘büyük’ değil, ‘iyi’ olduğumuzda, kavga etmeyeceğiz, paylaşacağız; öldürmeyeceğiz, anlamaya çalışacağız. Seveceğiz! Eğer seversek, sevdiklerimizi de ‘var’ edeceğiz; dünyayı, insanları, aşkı, barışı… Eğer ‘var’ yok ediyorsa, ‘hiç’ var edecektir, diye düşünüyorum.

‘Sılada Gurbet Tadı’ isimli kitabınızda ‘Edebiyat acı verir, iyi de eder.’ Başlıklı bir deneme var. Bu başlığı açıklayabilir misiniz, edebiyat nasıl acı verir/iyi eder?

‘Felsefe mi edebiyat mı?’ sorusundan hareketle şöyle bir ayırım yapılmıştır: Felsefe bakar ve düşünür, edebiyat ise dokunur ve açar. Edebiyatın düşünceyi içermediği kanaatini paylaşmasam da edebiyat genelde insana şunu yapar: Bir tırmık gibi insanın içinde gezinir, ince ince altını üstüne getirir. Maharetli bir el gibi dokunmadık tek bir kör nokta bırakmaz. Dokunduğu her bir şeyi uyandırır. Sonra, uyandırdığı o kadar şey arasında bir aynaya dönüşüp okuyucusunu kendisiyle/içiyle karşı karşıya bırakır. Edebiyat okuyucusu şiirde, öyküde ve romanda çıplak hakikatini görür. Zaaflarına, boşluklarına, kör noktalarına, arzularına, korkularına, bir bütün olarak kendisine vakıf olur. Raskolnikov’un, Oblomov’un, Alyoşa’nın iç kıvrımlarında gördüğü, dokunduğu ve hissettiği her bir şeyin kendine dair de olduğunu fark eder. Bu fark ediş onu ürpertir; okuduğu kahramanların kendisinde de yaşadığını hisseder, aynı çelişkilere, acılara, ümit ve ümitsizliklere yakalanır. Böylelikle kendisine ve içine bırakıldığı hayata dair can yakıcı sorular edinir. Durur ve düşünür, bu soruların peşine düşmeden rahat edemeyeceğini anlar. Alternatif okumalara girişir. Yaptığı bu okumalardan cevaplar toplar, topladıklarıyla içindeki sızıyı dindirir, acıyı giderir.

İzmir’de yaşamayı tercih ediyorsunuz. İzmir’e bu denli bağlılığınızın sebebi ne? Kendi İzmir’inizi anlatır mısınız?

Daha başta kuracağım cümle şudur: İzmir bana bir hikâye, okunası bir ömür armağan etmiştir! 1984’ün yazında o ceviz ağacının gölgesinde yanlış tercih yapmamış olsaydım, o yılın eylülünde İzmir’e bir üniversite öğrencisi olarak gelemeyecektim. Gelemeyecek ve ihtimal başka türlü bir hayatım olacaktı. Neyse ki İzmir’deydim. Büyük şehirlerden biri olan Adana’da liseyi okumuş olsam da bir taşralıydım. Denizin kıyısında yaşanan bir hayata evlik eden bir kente gelmiştim. Okuldan çıktığımda karşıma deniz çıkıyordu. Okulun amfisinde Medeni Hukuk hocasının anlattıklarını dinlerken deniz dalga dalga kordona vuruyordu. O zamanlar deniz şimdikinden daha yakındı kente, dalgalar daha bir sokulgandı. Deniz kentten henüz uzaklaştırılmamıştı, tonlarca moloz dökülmemişti böğrüne. Kıyı on metre yakınlıktaydı. Ve galiba o zamanlar İzmir’e daha sık ve daha uzun süreli yağmurlar düşerdi. Sanki rüzgâr daha bir sert esiyordu. Öyle olmalı ki, her yağmurda deniz hırçınlaşır, kıyıdaki işyerlerini basardı. Bütün bir kış, yol ve kaldırımların hep deniz koktuğunu hatırlıyorum. Banklar hep ıslak olurdu mesela. Kordonboyu daha çok denizdi, daha çok imbat…

Bir eylül günü İzmir’e gelmiştim. O güne kadar tınısını, hissiyatını bilmediğim bir havanın içinde kalmıştım. İmbat demişlerdi bu havaya, bu İzmir’in unutulmayacak ayrıcalığı imbat… İzmir bana imbat olarak kaldı. Her eylülde İzmir’e ilk kez gelmiş gibi çarpılır, ürperirim. İzmir’e çarpıla çarpıla ve bütün zamanları imbatın içindeymiş gibi yaşayarak İzmir kesildiğimi bir yıl kadar yaşadığım İstanbul’da fark ettim. Ne çok İzmir’e dönüştüğümü, ancak İzmir’de yaşayarak hayatı taşıyabildiğimi, biraz ‘İzmirce’ olan bir hayata yazıldığımı İstanbul’da geçen o bir yılımda gördüm. İzmir’e dönüşümde, bu geri dönüşü izah ederken şöyle demiştim: “İstanbul ‘hız’a ve ne şekilde olursa olsun ‘başarı’ya kilitlenmiş bir şehir. İstanbul’da hızlı ve başarılı olamayınca yaşayamıyorsunuz. Oysa ben çoktan ‘hız’ı ve ‘başarı’yı problemli görüyorum. ‘Hız’ı ve ‘başarı’yı dayatan tasavvurdan düşmüş, kuytumda ve sükûnetimde kendimi kurmak hülyasına kapılmışım. Yani İstanbul’dan çok, ‘pijamalı hayat’ın başkenti İzmir’e aidim.”

Sanıyorum anlaşılmıştır; ben bir ‘İzmirsever’im! 1984’ün eylülünde İzmir’e düşmüş o taşralı yüreğim bugün baştan ayağa İzmir’e serilmiştir. Öyle ki, sıklıkla yaptığım şehirdışı yolculuklarımın daha başlarında İzmir’den ayrılıyor oluşun kırıklığı içinde kalırım. Gittiğim şehirlerin en güzel tarafı İzmir’e dönüşleri olur benim için. Biliyorum; durumum rasyonel değil, irrasyonel! Ama böyleyim, İzmir’in her haline çokça aşinayım. Türkiye’deki İzmir’i, İzmir’deki Türkiye’yi görebildiğimi, okuyabildiğimi düşünüyorum. Şunun da farkındayım: Her sevgi ilişkisi bütünüyle olumluyu barındırmıyor. İzmir’de yaşanıp giden her şeye katıldığımı, buradaki her şeyin yolunda gittiğini söyleyemeyeceğim. Zira İzmir’in son halleri bana epeyce problemli geliyor.

Kitaplarınızda ‘okuma notları’, ‘iç dökümü’, ‘anlam(a) çabası’, ‘insanın halleri’ şeklindeki alt başlıklarla okura ulaşıyor. Yazdıklarınızın reçete sunmaktan ziyade okuru da bu reçetenin hazırlanışına davet etmek gibi bir yanı var. Siz neler söylemek istersiniz bu konuda?

Profesyonel bir yazar değilim. Dahası kendimi yazar olarak görmüyorum. Hayır, tevazu yapmıyorum. Öykü, anlatı veya deneme yazmaya çalışmıyorum. Okuma edimimde neler hissediyorsam, yazıp yayımlarken de aynı hisler içindeyim. Kendim için okuyor yine kendim için yazıyorum. Yayımlamanın da büsbütün okuyucuya dönük bir saikle geliştiğini düşünmüyorum. Okuyucu yazdıklarıma dâhil olduğunda, içimde olmasını umduğum şey gerçekleşmiş oluyor. Ancak yazılıp okuyucuya ulaşmasıyla okuduklarım anlamlı hale geliyor.

Okuyucuya taze, söylenmemiş, nihai doğrular toplamak adına değil kendimi oldurmak adına okuyorum. Elbette ki okuyucunun yazdıklarıma dâhil olmasını isterim, ancak bu onların ancak benim doğrularımla iyileşebileceklerini düşündüğüm anlamına gelmiyor. Okurken ve yazarken bana iyi gelen şeylerin, okuyucunun kalbinde karşılık bulmasıyla benim için daha da iyileştirici olacaklarına inanıyorum.

Yazdığım şeylerin büyük laflar olarak algılanması beni üzer. Belki bu kaygıyla ama daha çok içten bir saikle kitap dosyalarıma alt başlık koymaya gidiyorum. Bu alt başlıkların okuyucuya kitap dosyalarımın hadlerini gösterdiğini düşünüyorum.

Kütüphaneniz genel itibariyle ne tür kitaplardan oluşuyor? Kütüphanenize karşı bir bağlılığınız var mı? Varsa bu bağlılığın derecesi nedir?

Uzmanlaşmanın dikey bir körlük olduğunu düşünürüm. ‘İnsan hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır!` der İsmet Özel bir şiirinde. Uzman da hangi sahada derinleşmişse diğerlerinde körleşiyor. Bu mesleki bir zorunluluk olabilir. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor. Hakikatini bilmek mesuliyetiyle hayata doğuyoruz. Hayatın hepsiyle ilgili ve hepsinden sorumluyuz. Ancak bütün içinde varlığımızı ve hakikatimizi keşfedebiliriz. Saha içiyle sınırlı okumalar yapmak da insanı körleştirir. Bu yüzden ‘edebiyatçı’ veya başka bir şey olarak isimlendirilmek istemem. Parça içinde tanımlanmak, burada ontoloji kurmak insanı ‘bütün’den koparır, parçayı bütün görmeye kadar götürebilir. İlk önce insanız. Edebiyattan veya başka bir sahadan önce hayata doğuyoruz, ilgili olduğumuz alandan çok hayatın sakiniyiz.

Okumalarım bu kaygılar içinde devam ediyor. Edebiyat, felsefe, mikro tarih, din, içinde insan kokusu aldığım her disiplinden metinler… Dolayısıyla kütüphanem bütün’e akraba bir hüviyete sahiptir. O da kafam ve içim gibi karşıtlık ve çoğulluk içindedir. Bundan rahatsız da değilim, hepsinin hakikati duyurmakta katkısı oluyor çünkü. Çoklar ama nihayette ‘bir’leşiyorlar.

Mülkiyeti olan biri değilim; bir işim, bir odam, bir kütüphanem, az sayıda dostlarım var. ‘Az’ı önemsiyor, kendisinden düşmemeye çalışıyorum. Bir lokma bir hırka hakikatine iman edenlerdenim. Bugünkü ilerleme biçiminin ve uygarlığın hakikate mugayir olduğuna inanırım. Zira biz sahip olmak için değil, şahid olmak üzere hayata bırakılıyoruz. Bu hakikat üzere, kitaplığımı az ve çok kılmaya çalışıyorum. Çok okunacak az kitaplarım olsun yetiyor bana. Bu yüzden son yıllarda kütüphanemle ilişkim şöyle bir hal aldı: Hemen her yıl, bir daha okumayacağım kitapları ayıklıyor, sadece tekrar tekrar okumak istediğim kitapları bırakıyorum.

Bir söyleşinizde ‘Mutlu olmak gibi bir amacım yok. Rahatsızım; ama rahatsız olduğum için de mutluyum.’ diyorsunuz. Oysaki toplumumuz mutluluğun peşindedir hep. Şarkılar bile ‘yıllardır mutluluğun her gün peşinden koştum.’ tarzındadır bizde. Sizdeki nasıl bir rahatsızlık ki mutluluk kapısının kilidini açıyor?

Aktardığınız değerlendirmeler tanımlanmış bir mutluluğa getirilen itiraz anlamına geliyor. Büsbütün soru(n)suz bir hal olarak tanımlanıp pazarlanan mutluluğun çürütücü tesiri altında olduğumuzu düşünüyorum. Bu mutluluğu eşelediğimde şöyle bir şekil çıkıyor karşıma: Sorusu ve sorunu olmayan, içine bırakıldığı hayatın hakikatine dair talepsiz ve kaygısız kalan, korunakların hımbıllığında yabancılaşan, hayatı neredeyse uykuda geçiren, bencilce isteklerinde alabildiğince talepkar ama bedel ödeme noktasında cimri ve isteksiz bir tip… Bu şekil, bu tip bana insanı hatırlatmıyor. Dolayısıyla bu insanın mutluluğu, beni rahatsız ediyor ve mutsuz kılıyor. Cioran’ın Çürüme’sini hatırlayarak ölümün diğer bir adı olarak okuyorum böylesi mutluluğu.

Bir şekilde yakalandığı ‘sıkıntı’nın daimi mukimi olan insanın tanımlanmış mutluluğa alıcı olması düşünülemez. Zira insan, biteviye yenilenen hayatta ucu belirsiz bir yolculuğa yazılmıştır. Hayata yet(iş)mek gibi bir derdi vardır, olmalıdır; hayatı yol ve yolculukta geçer, geçmelidir. Devam eden hayattan yaşanılır olanı devşirmek adına derin dalışlar yapar insan, yaşanandan yuvarlanıp düşmeleri olur. İnsan, dert sahibi olandır. Bir yaranız varsa, yaranın içinde büyüyen bir dert sahibi iseniz, inanın ki bir hikâyeniz de vardır. Düşmüşseniz ayağa kalkarsınız. Ayağa kalktığınızda düşmeniz üzerine düşünür, ne üzere düştüğünüzü merak edersiniz. Durup düşündükten sonra başka türlü yürümelere koyulursunuz. Düşerken aldığınız yaralar size bir rahatsızlık, anlatacağınız bir hikâye, bir dil armağan eder.

Feridüddin Attar’ın duasına âmin diyenlerdenim. O şöyle diyordu: ‘Gıdan muradsızlık olmadıkça gafil gönlün nasıl uyansın? Dert sahibi ol ki derdin sana derman olsun. Ey yol eri, kitabıma şiir gözüyle ya da ululukla bakma. Kitabıma dertle bak da hiç olmazsa bendeki yüz dertten birine inan. İnsana dert lazımdır asıl, iş düşkünlüktedir. Kimin derdi varsa dilerim derman bulmasın. Kim derde düştükten sonra derman ararsa toprağın altına girsin, yaşamasın!’

Hava durumları ve hayat şartları bir değişimden haber vermiyor. Görünen o ki, insan zihin ve kalbini burkan sorularla mutsuz-mutlu kalmaya, ‘sıkıntı’dan yuvarlanıp yollara düşmeye devam edecektir. ‘Ev’lerin dışına çıkacak, öylece yalnız mutlu-mutsuz kalacak, dermanı derdinde arayacaktır.

Çok farklı alanlarda eserler vermiyorsunuz. Genel itibariyle deneme tarzında kâğıda akıyor kaleminizin mürekkebi. Musa Güner sizi ‘Şiir yazmayan şair.’ diye tanımlıyor ve ‘İnsanın şair olması için gereken her şey var Nihat Dağlı’nın hayatında.’ diyor. O halde niçin deneme?

Söylemiştim; herhangi bir türde yazmaya çalışan biri değilim, bir formun içini doldurmaya çalışmıyorum. Kendi hakikatime doğru yol alırken yakalandığım bir şeydir yazı. Benimkisi, kendini yazı denen şeyin içine dökerek iyileşmektir. İçimde yaşanan ne ise bunlar yazı üzerinden dışarıya çıkıyor. Sıkıntı veya coşkudan evin içine sığamayan çocuğunu sokağa, parka çıkaran ebeveynler gibiyim. İçimde tutamadıklarımı dışarıya çıkartarak rahatlıyorum. Dışarı çıkan yazı mıdır, yoksa ben miyim o belli değil.

Musa Güner’in değerlendirmesine gelince… Evet, hiç şiir yazmadım! Şiir yazmak, boyumu aşıyor. Bunu bildiğim için şiire kulak ve ev olmaya çalışmakla yetiniyorum. Okumaya, anlamaya çalıştığım en hakikatli dillerdendir şiir. İnsanın şiirden doğduğuna ve en çok şiirin hakikate ev olduğuna inanıyorum. İnsan en çok şiirde insan olabiliyor, en açılmış haliyle şiirde görünebiliyor. Hakikat hakkıyla şiirle dile gelir. İnsanın zihnini, idrakini, çıkabileceği zirveleri işaretlediğinizde şiirin altını çizmiş olursunuz. Şiiri sadece edebi bir tür olarak da görmüyorum; insanın ve hayatın, topyekûn varlığın sırrı ve dili şiirdir diye düşünüyorum. Varlığın derununda saklı olanla karşılaştığınızda, hayatın ve insanın hakikatine, yani şiire varırsınız. Hakikati kavramanız, kendinizi tanıyıp bilmeniz, şiirin aslına da ermişliğiniz anlamına gelir.

Daha önce de belirttiğim gibi, derdim kendimle… Kendimi kurmak adına okumalar yapıyorum. Hep bu kaygı içindeyim. Yazdıklarım, yayımlanmış dosyalarım, insanlarla ve varlıkla yaşadığım hukuk bu kaygıdan çıkıyor. Ve doğrusu; hayatı şiirin hakikati kadar incelikli ve asil, şiir yazar gibi yaşamak gerektiğine inanıyorum. Şiir gibi bir yaşanmışlık bırakırsam arkamda, şiir yazmış biri de olurum diye düşünüyorum.

Nur Risaleleri Nihat Dağlı’nın ‘anlam(a) çabasın’nda hangi soru(n)larına merhem oluyor? Yaralarımızın Nur Risaleleri’ndeki şifa kaynaklarından söz eder misiniz?

Kişisel tarihimin farklı dönemlerinde Risale-i Nurları okuma imkânı buldum. Her yeniden okuyuşum benim için yeni bir okuma oldu. İlk okumamda cevabı aranan soruların sahibi değildim, dolayısıyla soruların peşinde kurulan cevaplar da cevaplarım olmadı. Ne zamanki sorularının sahibi olarak kendilerini okudum, kendilerindeki cevaplar da bana ait oldular.

Nur Risalelerinin ruh ve insan kurucu eserlerden biri olduğunu düşünüyorum. Hakikatli bakan, düşünen, dokunan, yaşayan insanın hamurunu yoğuruyorlar. İnsan, bu eserlerden ehl-i hakikat biri olarak çıkıyor. Kendinize, varlığa, hayata bakışınız onarılmış oluyor. Nursi’nin tasavvurunu giyindiğinizde, hal olarak öyle yaşadığınızda daha pürüzsüz, daha derin, daha incelikli bakmaya başlıyorsunuz. Risaleler, insanı ve varlığı bir bütünlük içinde okuyorlar. Temel tezleri şudur: Kâinat insanın büyütülmüş haliyken, insan da kâinatın küçülmüş halidir. Ancak kendi hakikatini kavrayarak var olmuş insanın okumasından geçmiş bir kâinatla yaratılıştaki murad gerçekleşebilir.

İnsan, bu muradın gerçekleşmesinde vazgeçilmez bir unsurdur. Kâinat okunmayı bekleyen bir kitap ise insan da bu kitabın okuyucusudur. Nasıl ki okuyucusuz kalmış kitap okunmamış, dolayısıyla yazılışındaki maksat tahakkuk etmemişse, kendisine göz, kulak ve idrak olmuş bir insan bulmayan kâinat da okunmamış ve yaratılışındaki murad da tahakkuk etmemiş olur. Ki bu insanı, varlığı, bütün olarak kâinatı ortadan kaldıran, anlamsızlaştıran bir sonuçtur. Risaleler böylesi kara bir neticenin gerçekleşmesine mani, kâinata kulak, göz ve idrak olabilen insanı inşa ediyor. İnsanı keskin bir göz, alabildiğince açık bir kulak, kuşatıcı bir idrak kılıyor. Böylelikle insan içine bırakıldığı varlıktan hareketle, onun diline kulak kesilerek idrake varıyor; hakikatini buluyor, hakikatinde de yokluğunu kavrıyor. Geriye, sadece yaradılıştaki muradın sahibi kalıyor. Kendini açtıkça ve eşyanın dilini çözdükçe insan, O’nun varlığı beyan oluyor.

*) Söyleşi, V. Hüseyin Kaya, 2009

14 Eylül 2009 Pazartesi

Mutlu yazar olur mu, yazar mutlu olur mu?

Selahattin Yusuf’u, Ankara yıllarından, ama öncelikle yazdığı şiir ve yazılarından biliyor(d)um. Okumalarında uç veren hususları, şiir ve yazılarında altını çizdiği kadim durumları önemsiyor(d)um. Benzer okumaların içindey(d)im. Sonra bir zaman geçti, İstanbul’da ‘görünme’ye başladı. Bir televizyonun haberlerini sundu, programcılarından biri oldu. Hakikiliğin ve hakikatin taliplisi şiir ve yazısındaki ‘ağır’lığa omuz olmayan kitle ‘görünme’si üzerinde kendisiyle ilgi kurdu. Bu durum onu bir tartışmanın içine çekti. Bu tartışma ve ilgi devam ederken, Timaş’tan çıkan “Niçin Ağlıyorsun Elisabeth, Mutlu Değil miyiz?” isimli kitabını okumaya koyuldum. Nietzsche’nin, kendisine ve varlığa katacağı bir anlamı kurma çabası içinde çıldırmış olarak 1900 yılında ölmek üzereyken, başucunda ağlayan kız kardeşi Elisabeth’e sorduğu soruyu kitabına isim yapan Selahattin’i anlamaya çalışarak yazmak istedim. Kitabı bitirdiğimde, yazarıyla kurduğum yakınlığın anlaşılır bir şey olduğunu fark ettim. Dediğim gibi, benzer okumalarımız olmuş. Ve sanıyorum bu benzer okuma, aynı soru(n)ların etrafında gelişmiş. Selahattin’in kitabından bende kalan duygu veya soru şu: İnsan ne olur da ‘okuma’nın içine yuvarlanıp düşer?
Latife Tekin bir yerde, “Yazar bir şeylerin dışına düşmüş, evine dönmeye çalışan biri”dir diyor. Ucu belirsiz derin okumaların içine yuvarlanıp düşen okuyucu da bundan farklı değildir. Bir kitaptan diğerine, yazardan yazara giden insan türünün uzun boylu düşünmeler sonrasında ‘okumak’ta karar kıldığını düşünmüyorum. Okumaların içinde kurulan hayat ve hikâyeler bir tercihle oluşmuyor. Bu hikâyelerin sahibi insanların durumu, ‘yuvarlanarak düşmek’le izah edilebilir. İçine doğdukları dil ile kendilerini kuşatan hayatın uyumsuzluğu içerisinde hem gerilir, hem de sıkılırlar. İsimlendirilemeyen bir ‘şey’ kanlarına karışıp derinlerinde oyuklar oluşturur. O günden sonra biteviye bir şeylerin dışına (veya üstüne) çıkarlar. Bir şiir, bir hikâye, bir masal, bir roman önlerine çıkar, önlerine çıkan bir yeni dilin kıvrımlarına yerleşerek yola revan olurlar. Ahmet Turan Alkan bir yazısında bunu ne güzel anlatır. Biraz uzun da olsa bu alıntıyı yapmak istiyorum: “Okuyacak bir şey bulamayınca, ‘canım sıkılıyor, canım sıkılıyor’ diye sızlanırdım da, ‘Niçin canın sıkılıyor evladım?’ dediklerinde, ‘bilmiyorum, canım sıkılıyor işte’ diye cevap verirdim. Bu cevabı lüzumundan fazla ciddiye alan halacığım, güzel gözlerinde hafif bir istihza pırıltısıyla derdi ki, ‘Bu oğlanın can sıkıntısını gidermek için eversek mi ne etsek?’ Evliliğin nasıl olup da can sıkıntısını gidereceğini o günlerde asla anlayamamışımdır; bugün de pek anlayabilmiş sayılmam. Benim can sıkıntımın başlıca sebebi meşgul olacak bir şey bulamamaktan kaynaklanıyordu ve bunu gidermenin bana göre en şâhâne biçimi, bir kitap bulup içine yuvarlanmaktı. Yuvarlanmak fiili rastgele seçilmiş değildir; nasıl bir şey? Şöyle bir şey: Sıcak, çok sıcak bir yaz gününde bir kum tepesinin yamacından yumuşak bir düşüşle aşağı doğru yuvarlanıp gitmek ve sonunda buz gibi suya düşüp ferahlamak. Kitaplar bende böyle bir tesir yapıyordu ve yuvarlanıp düştüğüm o ferahlıkta, dış dünya ile bütün alâkamı keserek zihnî mâceraların içinde sürükleniyor, kaybolup gidiyordum. Ve o esnada hiç canım sıkılmıyordu. Halamın, annemin bunu anlayamaması garipti; belki de o yüzden işi şakaya getirip benim daha çocukluk çağımda evlenmek istediğimi sanmaları tuhafıma gidiyordu.”
Sırrı nedir bilinmez, kimi insanları ‘ev’inden dışarıya çağıran, bu kimseleri iflah olmaz okur kılan böylesi bir ‘sıkıntı’ durumu vardır. “Niçin Ağlıyorsun Elisabeth, Mutlu Değil miyiz?” isimli kitabın arka planında da böyle bir hal duruyor. Selahattin’in yol notlarından, kadim insanlık durumlarından olan ‘sıkıntı’nın sonrasından babaannesinin dil ve ‘ev’inden yuvarlanıp okumanın içine düşen bir insanı seçiyoruz. Tamam, Selahattin’in babaannesinin dili, hayatın türlü sorularına cevaptır. Ancak ortada bir sorun vardır: Selahattin bu cevapların sorularına sahip değildir. Ne yarasını tanıyor, ne de yerini biliyor. Tanımadığı ve bilmediği bir yaraya hangi merhemi nasıl sürsün?
Selahattin’in durumu ve sorusu ‘biz’den haber veriyor. Kader işte! ‘Şark’a doğmuş çocuklarız. Hayatın her yüzüne açık bir cevap gibi duran, ancak modern zamanların içinden geçerek deforme olmuş ‘Şark’ın bakiyesiyiz. Cemil Meriç, mealen şöyle diyordu: “Şark niçin arasın, niçin okusun? Sorulmuş her sorunun cevabını barındıran ‘büyük hakikat’e sahip olduğunu düşünen Şark’ın, bu yüzden, çatışmanın ve arayışın çocuğu olan romanı da olmaz.” Hiç şüphesiz, Üstad’ın yorumlarında haklılık payı vardır. Ancak Şark’ın şimdiki haline doğanlar, ‘yurt’larının neye dönüştüğünü ve kendileri için neyi imkânlı kıldığını el yordamıyla öğrenmiş bulunuyorlar. Selahattin kendisiyle yapılmış bir söyleşide söylediklerinde çok haklı: “Biz Şeyh Galib'in yaralarımıza merhem olduğunu biliyoruz. Ama yaramızın nerede olduğunu bilmiyoruz. Onu bize Batı felsefesi gösteriyor. Çünkü dünyamızın yaşayış olarak tüm sorunlarını Batı temsil ediyor. Biz yarayı anlamamız için Batı'yı anlamak zorundayız. Merhemlerimizin de bir işe yarayacağını o zaman anlayabiliriz. Yara Batı’ya aittir, merhem ise Doğu’ya.” Beşir Ayvazoğlu’nun Yahya Kemal için söylediği ‘Evine Dönen Adam’ durumu sözkonusu... ‘Ev’imizden yuvarlanıp düşmedikçe, düşüp uzaklaşmadıkça, kendisini görme, onu fark etmemiz mümkün olmayacaktır. Bir şekilde ondan düşüp uzaklaşanlar onu yeniden fark edip kendisine dönebiliyorlar.
Latife Tekin’in cümlesini hatırlayalım: “Yazar bir şeylerin dışına düşmüş, evine dönmeye çalışan biri”dir. Selahattin de böyle bir yazardır. “Niçin Ağlıyorsun Elisabeth, Mutlu Değil miyiz?” kitabı, Batı’ya giderek evine dönen bir adamın notları gibi duruyor. Kitap, yazarın okuma serüveninin kilometre taşlarından oluşuyor. Yoluna çıkıp elinden tutan, onu hakikatin kuytularına çağıran, hikâyesini ve dilini kuran yazarların nasıl bir dertle muzdarip olduklarını, dertlerine şifa hangi merhemlere gittiklerini, bu gel-gitleri ‘dil’e döküş biçimlerini anlatan bir kitap. Selahattin’in ve kitabın konusu olmuş yazar ve sanatçılar şunlar: Wittgenstein, Dostoyevski, Nietzsche, Faulkner, Tarkovsky, Goethe, Oğuz Atay… Şair, yazar, filozof, sinemacı, ressamların dili ve soru(n)larıyla kurulmuş bir hikâyenin ve dilin sahibi yazar, bu kitabıyla yolculuğunun notlarını bizimle paylaşıyor. Nereden geldiğini, nasıl kurulduğunu, dahası ne olduğunu ve ne söylediğini anlatıyor.
İnsan ve varlık için kurucu bir anlam inşasına girişmiş, Andre Gide’nin tespitiyle Hz İsa ve İncil’e öykünerek, ömrünü, öldürülmüş Tanrı’nın yerine ‘üstün-insan’ı geliştirmeye adamış Nietzsche’nin ölüm döşeğinde sorduğu sorulardan birini kitabına başlık yapmış birinin medya starı olabilme ve bundan memnun kalma şansı var mıdır? Hayır, yoktur! (Peki, olsa ve durumdan memnunluk duymaya başlasa, geride kendisi diye bir şey kalır mı? Hayır, kalmaz!) Ergenlik çıbanı duyguların peşinde afili görüntülerin tüketicisi kitle ‘yazı’daki Selahattin’i değil, ‘görünmesi’ne taliptir. Ve doğrusu incitici bir şeydir bu, bundan rahatsızlık duymamak mümkün değildir. Selahattin’in de bu durumdan rahatsız olduğunu öğreniyoruz. “Televizyon programı yapmaya başladıktan sonra hayran okuru oluştu. Bu incitici bir şey. Bir maskeli baloda fiziğinin yeterli olmadığını düşünen birisinin, yakışıklı bir aktörün maskesini takarak yanına gelen güzel bir hanımın kendisine iltifat ettiği andaki burukluk hissine benziyor. Kitabımı okuyanlar ekranda duruşumu sevmiyorlar. Ya da tam tersi ekranda izleyenler, kitabımı okuduklarında 'saçmalamış' diyebiliyorlar.”
Bir şekilde yakalandığı ‘sıkıntı’nın daimi mukimi olan okuyucunun (ve de yazarın) mutlu olma şansı yoktur. Zira o, biteviye yenilenen hayatta ucu belirsiz bir yolculuğa yazılmıştır. Hayata yet(iş)mek gibi bir derdin sahibi olarak hayatı yol ve yolculukta geçer. Devam eden hayattan yaşanılır olanı devşirmek adına derin dalışlar yapar, yaşanandan yuvarlanıp düşmeleri olur. Hava durumları ve hayat şartları bir değişimden haber vermiyor. Okuyucu-yazar denen insan türünün hikâyesi aynı minval üzre akıyor. Görünen o ki, zihin ve kalbini burkan sorularla mutsuz-mutlu kalmaya, ‘sıkıntı’dan yuvarlanıp kitapların arasına ve kendisine akraba cins yazarların yanına düşmeye devam edecektir. O yine hep ‘ev’lerin dışına çıkacak, öylece yalnız mutlu-mutsuz kalacaktır Şükür ki, mutluluk arayıcısı biri değildir o; dermanı derdinde bulmaktadır.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Sultan Vahdettin'in Son Üç Yılı

2008’in Haziran’ında bir arkadaş grubuyla Şam’daydık. Halep’te, Hums’ta, Hama’da gördüğümüz Suriye fotoğrafları geçen bir ‘yüzyıl’ ile örtülmüş hafızamızı ortaya çıkarmıştı. Gezi boyunca yaptığımız okumalar, bir şekilde içine düştüğümüz konuşmalar bizi Osmanlı’nın bakiyesi bugünkü Türkiye’nin hâliyle ilgili kılıyordu. Türkiye’nin geçen yüzyıl içinde çocuklarına bulaştırdığı bakışın boşluklarına yakalanıyorduk. Vardığımız mekânlar, girdiğimiz sokaklar, karşılaştığımız insan yüzleri yüzyıl öncesinden bir haber gibi duruyordu. Hayatımızdan düşmüş ama alternatif okumalarla dilimize düşmüş kimi cümleler Suriye havasında ete kemiğe bürünüyordu.

Gezinin son günü Şam’daydık. Bir ikindi sonrasında Şam İstasyonu’nda bir fotoğraf çektirmiştik. Yenilgiyi fotoğraflar gibi, artık Anadolu’ya gidemeyen bir vagonun üzerine çıkıp oturmuştuk. Bu bize yetmezmiş gibi, hemen sonrasında Sultan Selim Camii’ne yönelmiştik. Sürgün olarak gittiği San Remo’da vefat eden Osmanlı’nın son padişahı Vahdeddin’in Şam’daki Süleymaniye camisinin bahçesindeki kabrini ziyaret edecektik. Akşamüzerinin uzayan gölgeleri içinde bize açılan kapının ardında epey yorgun düşmüş tipik bir Osmanlı camisiyle karşılaşmıştık. Caminin ve caminin bahçesindeki kabirlerin hizmetini gören Suriyeli’nin kırık dökük Türkçe’siyle anlattıkları karşısında öylece kaldığımızı hatırlıyorum.
Osmanlı’nın son padişahı Vahdeddin’in üç yıl sürgün olarak yaşadığı ve vefat ettiği San Remo’da haczedilen cenazesinin oralardan Suriye getirilmesi ve bu bahçeye defnedilmesi durumu üzerine düşüncelere dalmıştık. Birkaç cümleye sığdırılan hikâyesi ve karşımızda duran mütevazı kabriyle Vahdeddin, o saatte içimizde ağır bir yara olmuştu. Gezi boyunca susmayan, bir şeyler okuyan, notlar alan, fotoğraflar çeken bizler öylece susmuştuk.
O geziden sonra, Vahdeddin’in hikâyesinin peşine düştüm. ‘Hain miydi, değil miydi?’yle devam eden bir tartışma vardı. ‘Tartışma’ya taraf olmaktan çok, tartışmanın gürültüsü içinde yiten ‘insan Vahdeddin’i arıyordum. Altı yüzyıl gibi uzun bir zamanda hayatın her bir tarafına sinmiş Osmanlı şiirine konulmuş son nokta gibi duran ‘Padişah Vahdeddin’in bir hamleyle ‘İnsan Vahdeddin’e çekilerek San Remo’ya sürgün gönderilmesi zihnimi, kalbimi ve vicdanımı burkuyordu. Cevabını merak ettiğim sorularım vardı: Vatanın işgalinde cebine para koyarak Anadolu’ya gönderdiği ‘kumandanı’dan, ülkesinden ve iktidarından sürgün cezası alması ‘padişah’a neler yaşatmıştı? ‘Devlet’ten ve ‘iktidar’dan düşmek nasıl bir şeydi?
‘Padişah’tan ‘insan’a geçişteki yırtılmalar nelerdi?

Son Padişah Vahdeddin etrafında yapılan tartışmayı daha da gürültülü kılan ciddi ve somurtkan metinlerde sorularımın cevabı yoktu. Bu metinlerde, haklı veya haksızı belirlemek üzere tartışmalar yapılıyordu. Derdim bu değildi; her açıdan ilginç olan bir hikâye üzerinden insanın iktidardan düşüş hâlini görmek ve buradan kendimi daha fazla insan kılarak çıkmak istiyordum. Şahsi bir maksatla konuya eğilsem de ‘vefa’nın böylesi hoyratça incitilmiş olması da beni konuyla ilgili kılıyordu. Zîrâ padişahın son üç yılında ‘insaf’ın ve vatandaşı olduğum ülkenin büyük hikâyesinin epeyce hırpalandığını hissediyordum.

Timaş Yayınları’nın ‘Hatırat Kitaplığı’ndan çıkan “Sultan Vahdeddin’in San Remo Günleri” isimli kitabı okuyunca hem sorularıma cevap buldum hem de insaf, vefa ve hakikatle münasebetim tazelendi. Bir kadının bize kalbini ve hafızasını açmasıyla Sultan Vahdeddin’in San Remo günlerini öğrendim. Bir kadının hatıratından, son padişahın sürgün olarak gittiği ‘uzak’taki son üç yılına ve demlerine vakıf oldum. Araya tarih disiplinin o soğuk dili girmeden, çıplak insan kalbine düşen taşınması zor bir yükü omuzlarımda buldum.

İster misiniz, zihnimizi ve kalbimizi o günlere açalım… Cumhuriyet kurulmuş, saltanat ve hilafet lağvedilmiş, sıra Osmanoğullarının ve saray halkının ülkeden çıkarılmasına gelmiş. Saraya kaç yaşında girdiğini, harem hizmetine ne zaman dâhil olduğunu hatırlamayan Abhaz kökenli baş nedimelerden Rumeysa Aredba’nın aklından çıkmayan 10 Mart 1924 günü… 600 yıl boyunca bu toprakları idare etmiş bir ailenin son büyüğü, son padişah Vahdeddin ve saray ahâlisi San Remo’ya gönderilmek ve gemiye bindirilmek üzere saraydan çıkarılıyor. Rumeysa Hanım şöyle başlıyor anlatmaya:

“Feriye Sahilsarayı’ndan sabahın köründe alındık. Saat kaçtı bilmiyorum, ancak soğuktu, güneş bulutlardan kendini gösteremiyordu. Hâliyle daha kış, donuyoruz. Sırtımızda bir paltomuz var, altında da yağmadan kurtardığımız elbisemiz. Saraydan çıkmadan evvel cümlemiz pek ağladık.”

Rumeysa Hanım, kendilerini San Remo’ya götürecek gemiye bindirilişlerini, yolculuk boyunca içine düştükleri kocaman boşluğu, belirsiz geleceği, vardıkları limanı, yerleştikleri ikametgâh Villa Nobel günlerini, yitirilenlerle birlikte içine düşülen boşluklarda gerçekleşen intiharları, kendi kuytusunda kaybolan sultanı, gerilerde kalmış İstanbul’dan  gelen kara haberleri, ikametgâha dadanıp sultandan nemalanan arsızları, son Osmanlı sultanının mahremini oryantalist merakın nesnesi yapan yabancı ziyaretleri, eriyen sermayeyi, elden çıkarılan ziynetleri, biriken borçları, koca sultanın basit bir sedirde son nefesi verişini, civardaki esnafın alacaklarını tahsil etmek üzere başvurdukları haczi, sultana ait cesedin türlü oyunlarla hacizcilerden kurtarılışını, saray ahâlisinin San Remo’da bitişini.. ve daha çok şeyi anlatıyor.

Hanedan ahâlisi, 600 yıl devam etmiş bir saray hayatından, Osmanlı denen koca bir kuvvetten, İstanbul’dan düşüp bir geminin salonuna sığınırlar. Koca bir belirsizlik içinde kendileriyle, sorularıyla kalırlar.

“Akşam yemeğini geminin salonunda yedik. Bütün hanedan mensupları oraya geldi. Hâliyle cümlemiz mahzun ve bitkin idik. Dertleşenler oldu, bir kısmı ağlayarak yemekten sonra temiz hava almak üzere dışarı çıktılar. Ancak başkadın efendi yerinden oynamadı, biz de etrafında oturduk. İstirahata çekilince aynı şekilde biz de kabinimize döndük. Saatler sonra huzursuz bir uykuya daldım. Gecenin yarısı, bir ara uyandığımda dalgaların ve geminin motorunun sesine kulak verdim. Bir müddet sonra tekrar gözlerim kapandı.”

Geminin rotası belli olsa da yolcuları bekleyen belirsiz bir gelecektir. Gemi San Remo Limanı’na varır. Limanda, hanedan mensuplarını Villa Nobel’e götürmek üzere Hayrettin Ağa beklemektedir. Villa Nobel’e yerleşirler. Misafir eksik olmaz. Bir yanda Hanedan mensuplarını merak eden İtalya sosyetesi, diğer yandan sultandan para kopartmak için gelip giden insanlar…

“Villaya bilhassa zât-ı şâhâneden para istemek için terbiyeden nasipsiz insanlar da gelirdi. Evvelki saray erkânına mensup paşalar ve beyler menfi edilmelerinin sebebini Sultan Vahideddin olarak namlandırmışlardı. Kendi suçlarından ve günahlarından ise kimse söz etmiyordu. Ne yazık ki böyle insanlar tarafından Allah’ın her günü rahatsız ediliyorduk.”

İstanbul’dan bir gün ansızın sürgün edilen saray ahâlisi sadece memleketlerini değil akrabalarını, ailelerini de geride bırakmıştır. San Remo sürgünlüğünde boşluk ve belirsizlik duygusu büyür, büyür insanları vurmaya başlar. Boşluğa düşenlerden biri de Sultan’ın baştabibi Reşat Paşa’dır. İstanbul’da bıraktığı evlâtlarının hasretine, sürgünlüğe dayanamaz, psikolojisi büsbütün bozulur. Paşa, villanın bahçesinde deli divane gibi dolanır. Bir gün gelir buna son verip hayatını sonlandırır.

“Bir gün akşam villada bir kıyamettir koptu. Ben başkadınla sohbet ediyordum, akşam vakti idi, birden bir tabanca patladı. Çok korktuk. Hemen kapıya koşarak koridora çıktık. Bahçeden feryadlar geliyordu. Bahçeye çıktık, feryadın geldiği ufak köşke koşmağa başladık. Yanımıza yetişen Hayreddin Ağa bize mani olmaya çalıştıysa da başaramadı. Ufak köşke vardığımızda bir de ne görelim. Reşad Paşa zavallım kanlar içinde yerde yatıyordu. Bir elinde de tabancasını tutuyordu. Efendimiz üzerine kapanmış vaziyette, ‘Paşa bunu neden yaptın?’ diye feryad ediyordu.”

Zaman akıp geçer. Sabır, güç ve sermaye azalır. Sultan kendisine ayrılan odadan çok seyrek çıkar. Odada Kur’ân okur, ibadetlerini yapar. Koca Padişah o küçücük odada sürgünlüğünü, geride bıraktıklarını düşünür durur. Bazen kendisine kahve getirenleri yanında tutar, içini açar onlara.

“Bir gün, akşam vakti efendimiz, başkadın, Cenaniyar Kalfa ve benimle kahve içerken dedi ki: ‘Mustafa Kemal Paşa pek iyi bir asker ve kumandandır, zaten bu sebeplerden dolayı Anadolu’ya gönderdim. Başka çare yoktu. Düşmana pek uzun müddet mukavim idim, fakat saltanatımın nihayete erdiğinin de farkında idim. Zaten ben tahta saltanat sürmek için değil devletime yeni bir ufuk açmak için oturmuşum; mukadderatımız böyle imiş, ne yapalım. Anadolu’da askerimin birliği düşman tarafından bertaraf edilmesin diye bütün musibetleri üzerime topladım. Asla kendi menfaatimi düşünmedim. Daha devletim ve milletim için çalıştım. Ne yaptım ise milletim için yaptım, ama böyle olmasını da arzulamadım. Belli bir zaman sonra memlekete dönebilme ümidiyle bekledim durdum. Fakat bu artık imkânsız bir hayal. Asla geri dönemeyeceğiz.”

Koca bir dönem bitmiştir. İstanbul, memleket artık ‘uzak’tır. Uzaklarda, yaban topraklarda bir haingibi yaşamanın ağırlığına daha fazla dayanamayan Sultan, bir akşam vakti istirahata çekilmişken, küçük bir kanepede son nefesini verir.

“Alt kattan bir çığlık duydum. Bu ses o kadar dehşetli idi ki, bütün bedenim birden titremişti. Nazife’yle ben derhâl alt kata koştuk. O esnada Ulviye Sultan’la karşılaştık o da alt kata iniyordu. Hep beraber alt kata indik. Sesin geldiği odaya yönelerek efendimizin salonuna girdik. Salonda başkadın, Cenaniyar Kalfa ve Nevzad Hanım vardı. Üçü da kanepenin üzerinde yatan efendimizin üzerine kapanmışlar haykırarak ağlıyorlardı. Ben hâlâ efendimizin yüzünü görmek için salonda bulunanların arasından geçmeye çalışıyordum. Nihayet kanepeye varınca orada efendimizin üzerine kapanmış ve yüzünü okşar vaziyette başkadını buldum. Sürekli ağlıyordu. Ben zatı şahanenin yüzüne baktım. Gözleri kapalıydı, yorgun bir hâli vardı. Sanki derin bir uykuya dalmış gibi oracıkta yatıyordu. Elleri göğsünün üzerinde kapalı duruyordu. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı, devletinden ve milletinden uzakta ecnebi topraklarında bulunan bu bahtsız villada basit bir kanepenin üzerinde cansız yatıyordu.”

Evet, Sultan vefat ederek yaban topraklarda sürgün olmaktan kurtulmuş, Rabbine varmıştır. Ancak her şey bitmiş değildir. Sürgünde geçirdiği üç yıl içinde kendisiyle beraber uzaklara düşen saray ahâlisini zor durumda bırakmamak adına sermayesini yitirmiş, sahip olduklarını elinden çıkarmış, civardaki esnafa borçlanmıştır. Vefat edince alacaklılar kapıya dayanmış, alacaklarının tahsili için Sultan’ın tabutu dâhil ikametgâhtaki her şeye haciz koymuştur.

“Biz kadınlar oturup beklemeye başladık. Felaketler ardı ardına geliyordu. Beş parasız kaldığımızın farkında idik. Fakat bir yerlerden yardım geleceği ümidini asla kaybetmemiştik. Bu ümitle borçlanmıştık her yere. Şimdi nasıl ödeyecektik? Bize kim yardım edecekti? Hâlimizin ne kadar vahim olduğunu fark etmemiz bizi tekrar buhranlara sokmuştu. Gözlerimizden yaşlar boşalarak yüce Allah’tan yardım diliyorduk. Fakat asıl kötü haber bizi bekliyordu. Alt kattaki patırtı gürültü devam ederken Hayreddin Ağa odayagelmişti. Ağlıyordu: ‘Efendimizin nâşını haciz ettiler’ deyince cümlemiz şaşkın şaşkın ağaya bakakalmıştık. Allah’ım bu nasıl olurdu. Bu insanlarda vicdan diye bir şey yok muydu? Cenazeye de mi haciz konulurdu? Haykırarak tekrar ağlamağa başladık.”

Neyse ki, Sultan’ın haczedilen nâşı bir şekilde Suriye’ye götürülür. Borçlar da, Sultan’ın küçük kızı Sabiha Sultan’ın mücevherleriyle ödenir. Sultan vefat etmiş, nâşının dahi İstanbul’a getirilmesine müsaade edilmemiş, Suriye’deki Süleymaniye Camii’nin bahçesine defnedilmiştir. Sultan vefat edince San Remo’da kalan saray ahâlisi de dağılır, her biri başının çaresine bakar. Sultan Vahdeddin’in San Remo Günleri isimli kitap, padişahın vefatından sonra Türkiye’ye dönmüş ve İstanbul’da vefat etmiş sarayın başnedimelerinden
Rumeysa Hanım’ın Ruhidilber Hanım’a şifahen anlattıklarından oluşuyor. Kitabı okuyucuya ulaştıran Edadil Açba bu hususta şu değerlendirmeyi yapma gereğini hissetmiş:

“Değerli okuyucu, elinizde tuttuğunuz bu kitap bir tarih kitabı, araştırma veya bir roman değildir. Sadece yaşlı ve ölüm döşeğinde yatan bir insanın ağzından dinlenen anekdotlardır. Bu insan Sultan Vahdeddin’in saraylısı olan Rumeysa Hanım’dır. Eski padişahın ölümünden sonra tekrar Türkiye’ye dönmüş ve İstanbul’da hayatını kaybetmiştir. Ölmeden önce akrabası Ruhidilber Hanım’a San Remo yıllarını anlatmış, Ruhidilber Hanım da büyük bir alaka ve titizlikle anlatılanları not etmiştir.”

Ruhudilber Hanım, Rumeysa Hanım’dan dinlediklerini not etmiş. Edadil Açba’nın yayına hazırladığı notlar Emine Eroğlu’nun yayın yönetmeliğinde, Filiz Dığıroğlu ve Fulya İbanoğlu’nun editörlüğüyle kitaplaşabilmiş. Şam’da, Sultan Vahdeddin’in kabri başında içime düşen sorular, vefa ve hakkaniyet duygusuna bir işaret gibi duran bu kadınlar topluluğu sayesinde cevap buldu. Hepsine teşekkür…

Yağmur Dergisi Sayı: 45
Eylül, 2009

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Sen öl, ben yaşayayım!

Ordu! Haki, lacivert ve beyaz üniformalar, ışıltılı yıldızlar, alımlı kordonlar, daha teknik ve daha çok öldüren silahlar, yirmi yaşına gelen her Türkiye vatandaşının ve binlerle ifade edilen sayıda ‘memur’un oluşturduğu ‘milyonluk’ güç! Denmiştir ki, bu güç Türkiye’nin kurucusudur, ülkenin kurucu ruhu kendisinde ete kemiğe bürünmüştür! Türkiye ordudur! Türkiye’nin varlığı ona bağlıdır, onun varlığı Türkiye’ye işarettir!
ORDU KENDİNDEN BEKLENENİ VERMİŞ MİDİR
Böyle dendiği ve kabullenildiği için ordu ülkenin ‘gözbebeği’ olmuştur. Ülkenin gören gözü yani... Bu sebeple gözbebeğini parlatmış, onu iyice besleyerek diri tutmuştur. Ülkeye doğan her erkek çocuğu ‘gözbebeği’ne taze kuvvet olmuş, ülkenin toplam kazancından büyük pay kendisine gitmiş. Karakol, bölük, alay, tugay ve tümenleriyle ülkenin dört bir yanına yayılmış. İnsan gücü, silah gücü, para gücü eksiksiz sağlanmış. Türkiye zor yaşanan bir hayata yazılsa da, ‘gözbebeği’ni rahat yaşatmış. Rahatı için kentlerin alımlı yerlerine yapılar, kamplar ve evler kurmuş. Hayat ‘dışarı’da pahalıyken ordu içinde kaliteli ve ucuz olmuş.
Durum buyken, itiraz konusu olmamıştır ‘gözbebeği’. Doğru ya, insan gözbebeğine neyi feda etmez ki! Yeter ki görebilsin, karanlıkta kalmasın. Değil mi yani, karanlık korku demek, türlü tehlike demek... Sınır boyunca ‘düşman’ gözetleyen, her an düşman olabilecek iç unsurları da gözden kaçırmayan ‘gözbebeği’ diri ve güçlü olmalı ki ‘güvenli’ bir hayat mümkün olabilsin.
Türkiye bu hal üzre silik bir fotoğraf verirken, ordusu güç, kudret ve ışıltılar içinde boy göstermiş. Buna razı olmuş Türkiye. Güveninin karşılığında ağır bir bedel göğüslemiş. Üzerindeki ceketi satıp çocuğunu okutan baba olmuş Türkiye, ordu ise, ceketsiz babanın takım elbiseli evladı...
Niçin?
Ordu kendisine, hayatına, güvenliğine bekçilik yapsın diye... Öyle ya, uğruna ceket satılan evlattan dönüp babasının hayatını kolaylaştırması beklenir. Peki, babanın satılmış ceketi karşılığında takım elbise giymiş evlat, yani ordu, kendisinden bekleneni vermiş mi ve veriyor mu? Kısmen evet, ‘sınırlardaki düşman’lar alımlı ve kudretli varlığından hareketle durup düşünmüş veya düşünüyorlardır.
TÜRKİYE ORDUSU ‘İÇE’DÖNÜKTÜR
Bir ‘Kıbrıs Çıkarması’ndan bahsedilebilir, son otuz yıldır Güneydoğu’daki duruşu değerlendirilebilir (Ki bunlar da sorunsuz değildir). Diyebiliriz ki orduların ‘birincil vazifeleri’ konusunda Türkiye ordusuna çok da fazla görev düşmemiştir. İyi ki de düşmemiştir.
Dışa doğru az görünür olmuş Türkiye ordusu, daha çok içe doğru konum almıştır. Nöbetinde dışa değil daha çok içe bakmıştır. Kurtuluş Mücadelesi olarak tanımladığı tarihten çıkardığı ve kendince kurguladığı ‘ulus-devlet’e itiraz edebilecek durumda olan unsurlar ‘iç düşman’ olarak işaretlenmiş, buraya yoğunlaşmıştır. Kendisini, duruşunu ve dilini bu noktada ikame etmiştir. Olan bir Türkiye’nin değil, olmasını istediği bir Türkiye’nin bekçiliğine oynamıştır. Zira ‘olan Türkiye’ çoğulken, ‘istediği Türkiye’ tekildir. Çoğulu ‘tek’e sığdırmak, zihninde tamamladığı bu ‘tek’in bekasını sağlamak istemiştir. Bunu istemiş, bunu yapmıştır!
‘Tek’in darlığında nefessiz kalan, burada yaşama imkânı bulmayıp kendilerini bir soru(n) olarak öne sürenlerin üzerine gidilmiş ve bunlar bir şekilde bastırılmışlardır. Azınlıklar, komünistler ve dindarlar, ‘çekiç’leşmiş ordunun ‘çivi’si olmuştur. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti tarihi, bir anlamda darbelerin tarihi olmuştur.
Türkiye ordusu ‘iç’e bakmaya devam ediyor. ‘Tek’te ısrar ediyor, biteviye ‘çivi’leri gösteriyor ve birilerinin tepesine inme isteğinden vazgeçmiyor. ‘Tek’in yaşanamaz hale gelişine işaret olan her belirtiyi, ‘iç düşman’ın saldırısı olarak okuyor. Geçen zamanın ve bugün yaşananın, hayatı ve ülkeyi nasıl bir şeye dönüştürdüğünden habersiz, onlarca yıl öncesindeki konumundan vazgeçmiyor. Koca bir zaman geçmişmiş, hayat ve ülke artık ‘tek’e sığamayacak bir şekil almışmış, umurunda değil! Konumunu hayatın kendisi olarak görüyor, ülkeye “Hiç değişme, öylece dur! Ne demiş ve diyorsam, doğru odur!” diyor.
ORDU ‘KORUNMAK’ İSTİYOR
Hayır, bu kabullenilecek bir şey değildir. Kara kışta çocuğuna yazlık elbise dayatan bir babaya ne kadar katlanılabilir? Veya artık kocaman olmuş kızına bebe muamelesi yapan anneye... Yaşanan zamanın ve hayatın dilini edinmek durumundasınız. Her bir şeyi dilinize sığandan ibaret görürseniz, hayatı kaçırmış, kendinizi de yoksullaştırmış olursunuz. Türkiye işte buna hayır diyor! Hayatın kendisini esas aldığından, bütün bir hayatı talep ediyor. Bu yüzden sınırlarla yetinmeyip, evrensel olanla yakınlık kuruyor. Yüzünü AB’ye çevirmiş bir Türkiye, ‘olan Türkiye’nin etrafındaki çitleri kırışı anlamına geliyor.
Bu Türkiye, ‘istenen Türkiye’de ısrar eden bir ordu biçimine itiraz ediyor. Ordu ise bu itirazı ‘asimetrik savaş’ olarak okuyor ve ‘korunma’yı talep ediyor. Vazifesi ‘korumak’ olan ordu, ‘korunma’yı bekliyor. Farkında değil, aslında şunu diyor: “Beni olduğum şekilde koru. Koru ki senin rağmına yaşayayım. Sen bir yığın sorun içinde nefessiz kal ki, ben zirvede bol oksijen alayım. Sen öl, ben yaşayayım!”

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Derdin sana dermandır

Bir ara, önemsediğim psikiyatrlara, hayat ve psikiyatri okumalarımdan hareketle geliştirdiğim soruları sormayı, bu sorulara aldığım cevapları “Psikiyatri Odasında” başlığıyla yayımlamayı düşünmüştüm. Hazırladığım yirmi kadar sorudan biri şöyleydi: Doktorun odasına girildiğinde, insanlar mutlak bir teslimiyet gösterip, kendilerini hekime altın tepsi içinde sunuyorlar. Doktorlar sanki bedenin hâkimidirler. Söyledikleri tartışılmaz bir gerçek, reçeteleri mutlak surette uyulması gereken yazılı metinler gibi algılanıyor. Oysa doktor da insanî durumun dışında olmadığına göre, böylesi bir iktidar gücü problemli değil mi, yanlışlık üretmiyor mu? Sahi, doktor bizim neyimizdir, neyimiz olabilir? Ofisinize gelen her biri, hikâyesini bırakıp gidiyor. Çalışma mekânınızda hikâyeler çınlıyordur. Zihniniz, bir hikâye antolojisine dönüşmüştür. Bu kadar çok hikâyeyi fark etmiş, bu hikâyelere bir yerden bulaşmış biri olarak, kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Sorudan da anlaşılacağı gibi, doktor-hasta ilişkisi üzerinden modern tıbba itirazım vardı. Bu soruyu sorduğum sıralarda, kendince bir ‘ben’ kurmuş arkadaşım, kurduğu ‘ben’ ile hayatın gerçekliği arasındaki boşluk ve çatışmadan rahatsızlık duyduğundan, psikiyatra gitme gereğini hissediyordu. Bunu bana açtığında, psikiyatrin derdine derman olamayacağını söylemiştim. Biyolojiye batmış psikiyatrinin, önüne geleni, tamir edilecek bir aygıt gibi gördüğünü, ‘hasta’yı aşıp ‘insan’a varamadığını, dolayısıyla, ‘insan’ı var kılmayanın ‘hastalığı’ yok edemeyeceğini belirtmiştim. “Tıp ahlaktan soyulduğunda yeryüzünün en soysuz ticari vasıtalarından biri olmaya adaydır. Ancak merhamet, hemhal oluş ve ahlak ile uygulanmasıdır ki onu kutsal bir meslek kılar.” diyen Kemal Sayar gibi düşünüyordum. Bunu düşünürken, kültürel psikiyatri yaklaşımının öncüsü olan Arthur Kleinman’ın ilk hastasıyla yaşadığı tecrübeyi önemsiyordum. Kleinman ilk hastasıyla yaşadığını şöyle anlatıyordu: “İlk hastam yedi yaşında duygulu bir kız çocuğuydu. Bedeninin neredeyse tamamı çok kötü bir biçimde yanmıştı ve ölü dokuların bir pansuman işlemiyle her gün yeniden çıkarılması, derinin her seferinde soyulması gerekiyordu. Bu yaşantı ona çok büyük acı veriyordu. Ağlıyor, çığlık atıyor, kendisini incitmemeleri için tedavi ekibine yalvarıyordu. Benim görevim yeni bir klinik öğrencisi olarak onun hasar görmemiş elinden tutmak ve cerrah onu temizlerken onu sakinleştirmeye çalışmaktan ibaretti. Bütün pansuman boyunca onunla bir ilgi kurmaya çalışıyor, ailesinden ve evinden bahsetmeye çalışıyordum, bütün bunların onun dikkatini pansumandan alacağını sanıyordum. Onun yaşadığı dehşete doğrusu ben de zor tahammül ediyordum. Ama bir gün aramızda bir ilişki kuruldu. Kendi yetersizliğime ve bilgisizliğime hayıflandığım ve onun elini tutmaktan başka bir şey yapamadığıma yazıklandığım bir sıra ona bütün bunlara nasıl tahammül ettiğini sordum. Böylesine berbat biçimde yanmış olmak ona ne hissettiriyordu? Gün be gün bu berbat cerrahi ritüele maruz kalmak nasıl bir şeydi? Birden durdu, şaşırmıştı, sonra belirsiz bir yüz ifadesi ve doğrudan ve basit cümlelerle anlattı. Konuşurken elimi giderek daha sıkı tutuyor, ne çığlık atıyor ne de cerrah ya da hemşireyi uzaklaştırmaya çalışıyordu. O günden sonra bana güveni giderek pekişti ve bana neler yaşadığıyla ilgili duyguyu daha çok anlatmaya, hissettirmeye çalıştı. Bu rehabilitasyon birimindeki eğitimim sona erdiğinde ufak yanık hastası pansuman işlemine daha iyi katlanır olmuştu. Ancak onun benim üzerimdeki etkisi çok daha büyüktü: bana hasta bakımıyla ilgili bir ders vermişti, hastalarla konuşmak mümkündü, en sıkıntılı olanlarıyla dahi hastalığın yaşanma biçimi üzerine konuşabilirdiniz ve bunun tedavi edici bir değeri olabilirdi.”
Evet, psikiyatra giderek iyileşmeyi düşünen arkadaşıma itirazımı söylemiştim ancak biotıbbın yetmezliğini görmüş, hayatın yaşattığı acılara ve sordurduğu sorulara başka yerden cevaplar geliştiren psikiyatrlara da dikkat çekmiştim. Mustafa Ulusoy, “Psikiyatri Odasında” kendisiyle konuşmak istediğim doktorlardan biriydi. Zira o da, insansızlaşan tıbbın iktidarına rağmen kalb(in)e yaslanarak kendi dilini kuran bir hekimdi. Kapısını çalan, ofisinde kalbini açan hikâye sahiplerine kalbini açan bir insan-doktordu. Daha çok kalbi acılardan muzdarip hikâye sahipleri, Ulusoy’un ofisinde kalp taşıyan bir hekim buluyorlardı. Bunu Ulusoy’un yazdıklarından keşfediyordum. Ay Terapisi, Aynalar Koridorunda Aşk, Nietzsche ve Babaannem isimli kitapları, biotıbbın yetmezliğini fark etmiş, hayatın dertlerinin ilaçlarla tedavi edilemeyeceğini görmüş bir hekimden haber veriyordu. Ulusoy, insanın temel acılarının peşine düşmüş bir hekimdi. Yazdığı yazı ve kitaplarla, bu acıların nasıl bir boşlukta uç verdiğini gösteriyordu.
İnsanın Temel Acıları Üçlemesi’nin birinci kitabı Aynalar Koridorunda Aşk’ta insanın aşk hallerini konuşan Ulusoy, şimdi serinin ikinci kitabı “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” ile ölüme yoğunlaşıyor. Aşka düşmüşseniz ölüme de yakalanırsınız; ölümle birlikte var oluşu, ayrılığı, yok oluşu düşünürsünüz. Ölüm!... Ne muhteşem bir uyarıcıdır o! Bakmayın siz hayata. Hayatın çekiciliğini, buyurganlığını, cazibesini, kışkırtıcılığını bir de ölüm üzerinden okuyun! Pul pul döküldüğünü göreceksiniz, afili elbiselerinden soyunduğunu. Çıplak, en sahih ve doğru yüzüyle görünecektir. Varlığı, hayatı ve insanı ölüm belirler. Bu yüzden ölüme vurulmamış her bir şey doğru tartılmamış sayılır. Ancak ölümün doğruladığı şey ve hayatlar yaşanasıdır. Ölüm hayatın orta yerinde duran, durması gereken aydınlıktır. Ölümün yanı başında kurulmuş insan ve medeniyetler yaşatırken, ölüme yabancılaşmış insan ve yapılanmalar ise öldürür. Hayat ölüme yakınlıkta kurulur. Ölümü örtmekle, kuytulara sürmekle daha iyi bir hayatın mümkün olabileceği sanısı, büyük bir yalandır.
Kur’an, “Ölüm dahi, hayat gibi mahlûktur, hem bir nimettir” diyor. Saramogo, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş romanında, ölümün olmadığı yok bir ülkede ölümsüzlüğün nasıl bir bela olduğunu anlatır. Ölümün olmadığı o yok ülkede, hayat yaşanmaz hale gelir. Bir türlü ölmek bilmeyen yaralılarla, hastalarla, yaşlılarla dolu ev, hastane ve kurumlarda kokuşma ve çürüme başlar. Başta nimet gibi görünen ölümsüzlüğün aslında afet olduğunu gören ülke insanları, ölümün kıyısına kadar gelip ama bir türlü ölemeyen yakınlarını ölsünler diye komşu ülkeye taşımak zorunda kalırlar. Romanın sonunda anlarsınız ki, ölüm de hayat gibi insana çalışır. Oysa görünene kilitlenmiş nefs ve akıl bunu kabul edemiyor, ölümü yokluk olarak görüyor; insanın, her bir şeyin ölümle birlikte tefessüh ettiğini, söndüğünü, çürüdüğünü düşünür. İşte bu nefs ve akıl soruyor: Lezzetin ve hazzın bitimi olan ölüm, nasıl mahlûk ve nimet olabilir? Nefs ve akıldan mürekkep insanın temel sorusu budur. Bu soruya cevap bulmadan, hayatın tadını/tuzunu bilmez. Ölümü konuşmak zorundadır zira yaşamak için ölümü konuşmaya ihtiyacı var. Ölüm konuşulmaya başlandığında ise hayatın her bir hali ortaya dökülür. Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle anlatısında bunu yapıyor. Ölümü konuşmaya girişirken hayatın alfabesini söküyor. Artık şu çok açık ve nettir: Bir hayatperest olan pozitivizmde (seküler modern algıda) ölüm; korkunç, dekadans ve kötücül olandır. Pozitivizme yaslanan edebiyat ve sinemada, bu edebiyat ve sinemanın hem kaynağı hem de sonucu olan hayatlarda ölüm ‘korkunç’ olarak karşımıza çıkar. Buna karşın aşkın anlatılarda, bu anlatılardan beslenen algı ve hayatlarda ölüm, hem munis hem de iyileştirici bir şey olarak belirir. Ulusoy’un anlatısında karşımıza çıkan ölüm, hayatın boğazını sıkan değil, hayatın önünü açan, ona ışık düşüren bir şeydir. İslam’ın varlık ve hayat tasavvurundan beslenen bir nazarla, modern ve popüler algıların ölüme giydirdiği kara elbiseler yırtılıyor, ölüm çıplak, aydınlık yüzüyle görünür oluyor. Karalara bürünmüş ölümün kararttığı hayatların sahipleri renkleniyor. Dr Mavi, Beyaz’ın aydınlığında Eflatun’a, Kırmızı’ya, Kahverengi’ye, Eflatun’a, Yeşil’e el uzatıyor. Renklere düşmüş ölümün, ölümde kümelenmiş kaygıların, acıların, ayrılıkların diplerine bakılıyor, oralardan ışık, daha fazla bir ışıkla çıkılıyor.
İnsan nerede yaşar, konaklar? İnsan dalıp gider, dalıp gittiği yerde konaklar ve yaşar. İnsan niçin dalar? Dalar çünkü ‘şimdi’nin dayanılmaz bir ağırlığı vardır; dalarak, şimdiden geleceğe sarkarak rahatlar. An’ın kaskatılığından muhayyilenin sınırsızlığına sığınır. Kendisini kuşatan kaskatı an’dan firar eder, gider, kendince kurguladığı bir muhayyilede yaşar. Dalar, muhayyilesinde oturur ama geri de döner. An, yani şimdi, yani gerçeklik onu paçasından tutup kendine çeker. Dalıp gittiği yer onu tutamaz. O yorgun renklerin, dalıp giden, muhayyileye tutunan o fersiz bakışların yolları Dr Mavi’nin ofisinde kesişir. Dalıp gitmenin, kaçışın, muhayyilede tutunmanın çözüm olmadığıyla yüzleşirler. Ölümü çıplak, en sahici yüzüyle görürler. Yüzlerine, gözlerine ölüm aynası tutulur; aynada kendilerini görürler. Gözleri ve bakışları ölümle temizlenir, daha bir aydınlık bakarlar. Dr Mavi, her bir renge özen gösterir, çünkü ahlakın varlığa özen göstermek olduğunu bilir. Renkleri bozmadan, kırmadan, dökmeden kendilerine dokunur. Kendisine kalplerini açmış renklere kalbini açar.
Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle ile, ölümün içinden geçen renklerin geride bıraktıkları hayatları/hikayeleri/sözleri paylaşır bizimle. Hayat gibi ölümün de, hem mahlûk hem de nimet olduğunu anlatır. Feridüddin Attar, derdine derman arayan bülbül gibi değil, derdini seven âşıklar gibi şöyle diyordu: ‘Gıdan muradsızlık olmadıkça gafil gönlün nasıl uyansın? Dert sahibi ol ki derdin sana derman olsun. Ey yol eri, kitabıma şiir gözüyle ya da ululukla bakma. Kitabıma dertle bak da hiç olmazsa bendeki yüz dertten birine inan. İnsana dert lazımdır asıl, iş düşkünlüktedir. Kimin derdi varsa dilerim derman bulmasın. Kim derde düştükten sonra derman ararsa toprağın altına girsin, yaşamasın!’ Ulusoy, Attar gibi düşünüyor: Derdini sev; teslim ol ve kurtul, diyor.

25 Ağustos 2009 Salı

Yeryüzünde Şairane Oturanın Öyküsü

Çok garip… Sadık Yalsızuçanlar’dan öykü, anlatı, deneme, makale, metin okudukça yalnızlığım artıyor. Ne kadar fazlalık varsa üzerimden düşüyor, seyreliyorum.Kalbim giysilerinden sıyrılıyor; kalbim ile hayat arasına giren, kalbimi hayattan koruyan, hayatı kalbimden uzakta tutan ne kadar korunak varsa aradan çekiliyor, çöküyor. Hayat kalbime geliyor, kalbim hayata gidiyor. Birbirlerine akan iki nehir gibi birleşiyorlar. Kalbim hayatla, hayat kalbimle öpüşüyor. Bütün aidiyetlerim, kimliklerim, korunaklarım, sahip olduklarım yokmuş gibi oluyor; ben, yalnız ben kalıyorum. Ben ve hayat, ben ve ebediyet, ben ve acziyet, ben ve aşk, ben ve ayrılık, ben ve ölüm, ben ve doyumsuzluk baş başa kalıyoruz. Hayatın çetin soruları, hayatın şuh yüzleri beliriyor karşımda. Kalbimin dili çözülüyor, içimin ağzı açılıyor. Ve öylece, bir çelimsiz olarak kalıyorum.Onu okumak, yalnızlaşmakBen ne çok Sadık Yalsızuçanlar okuyorum. Yakaza’dan beri yazarım ne çok mektupla kapımı çalıveriyor. Daha dün gibi, Gezgin’in peşine düşüp gitmiştim, Cam ve Elmas ile içime doğru yürümüştü, Şey’de Hayyam’ın hikâyesine davet etmişti. Gariptir, şimdi de Garip ile çıkageldi. Ve ben de şimdi Garip’ten, gurbetin resmi garip bir hayattan çıkıp geliyorum.Sadık Yalsızuçanlar ne çok yazıyor ve onu okumakla yalnızlığım ne çok tebellür ediyor. O kadar okumadan sonra diyorum ki, Yalsızuçanlar çok yaşadığı için çokça yazıyor. Ve ekliyorum: Gecenin, soğuğun, acının, aşkın, vuslatın, ayrılığın, hayal kırıklığının, acziyetin, ebediyet arzusunun içinden geçen bir hayatın zihne, gönle ve vicdana attığı çentiklerden sızan can ağrısının bir iteklemesidir bunca öykü, bunca anlatı, bunca metin… Kitapları bir bilgi nesnesi olarak görmeyen ve bilginin tıkıştırıldığı kitaplara imza atmayan bir yazarla karşı karşıyayız. Bilgilen(dir)mek için değil, hayatın ve ‘kendi oluş’ mesuliyetinin gönlüne bindirdiği ağrılara şifa niyetine kitap ve yazıyla ‘olan’ bir ‘yazıcı’dan bahsediyoruz. Hayatın onca çekilmezliğine maruz kalırsanız, bu derece yaşarsanız yani, yazmayıp da ne yaparsınız?Yalsızuçanlar imzalı her öykü ve anlatıda dibine kadar bir yaşanmışlık hissediyorum. Bu derece yoğun bir yaşanmışlık var ki bu derece yazmak zorunda kalıyor. İçe atılan paket paket hapların üzerine boşaltılan fincan fincan acı kahvelerin dindiremediği ağrılardan sonra gelen öykü ve anlatıları okuyoruz kendisinden.Yalsızuçanlar okuyucuları bilir. Kendisi Hölderlin ile akraba bir gönül taşır. Bu yüzden çoğu yerde şairin, ‘Erdemle dolu, yine de ozanca barınır/İnsan bu yeryüzünde’ dizelerine vurgu yapar. ‘İnsan dünyada şairane oturur’ diyerek, ‘oturmalıdır, oturması gerekir’ şeklinde bir mesuliyeti hatırlatır. Biliyoruz ki, insan şairane bir gönül ve hassasiyet taşımadan yeryüzünde şairane oturamaz. Şairane bir gönül ve hassasiyet taşımak ise, çekilesi epey zor bir hayata yazılmak demektir. Örtülerinden kurtarılmış, tozları silinmiş ve parlatılmış bir kalp ile hayata gittiğinizde, olabildiğince etkilenmeye açıksınız demektir. Hayatın her bir şeyinden etkilenen kalpte hayret duygusu dirilir; tedirginlik, kaygı ve ürperti basar o kalbi. İnsan, dikey ve yatay bir yoğunluk ve derinlikte hayatı karşılamaya çalıştıkça, hayatta oturamaz hale gelir. Oturur kalkar biteviye. Kalkar, oturur, yine kalkar. Aralıksız yürüyemez de, durup durup düşünür. Düşünce onu kalkmaya zorlarken, yürümesinin bir noktasında içinde uçuşan ve çarpışan düşünceler yüzünden durmak zorunda kalır. Bu sebeple ‘yeryüzünde şairane oturmak’, aslında ‘oturamamak’tır. Çünkü içine bırakıldığımız yer, yani yeryüzü, yani dünya, derdi kendisi olan insana gurbettir. Bir diğer ifadeyle, ‘acı’nın yurdu… Öykücü haklı! ‘Acılardan büyük bir yer yok!’ Bundan olsa gerek ki, yeryüzünde şairane oturan (oturamayan) birinin öyküsü olan ve kitaba da ismini veren Garip öyküsü şöyle başlar: “Seni gecenin, soğuğun ve kalabalığın içinde görünce dilime gelen bu oldu: Garip. Sen garipsin. Görüyorum. Şimdi bu kanepede otururken gözlerine, onlardaki gurbete bakıyorum. Gurbetin bir resmisin sen. Seni sadece bu sözcük anlatabilir. Gurbet kimi insana hal, kimisine mekân olurmuş. Senin halin garip. Garip bir mekânda duruyorsun. Sessiz, öylece, saatlerce…”Evet, Yalsızuçanlar’ın son öykülerinden oluşan Garip isimli kitabı; aşkın, vuslatın, ayrılığın, hayal kırıklığının, can ağrısının, acının yurdu olan yeryüzünde şairane oturan (daha doğrusu, oturamayan) bir kalbe düşen gölgelerden oluşuyor. Kitabı oluşturan her bir öyküde; dünyaya düşen gölgesiyle dünyanın kendisine düşen gölgesi arasında uzlaşma arayan bir gönlün yaşadığı aşkı, çektiği acıyı ve maruz kaldığı parçalanmayı okuyoruz. Garip, çok garip öykülerle karşı karşıyayız. Başka ne olabilirdi ki!? Gezgin’de, Şey’de, Cam ve Elmas’ta ağrılarına şifa olsun diye arif gönüllerin ayak izlerinden giden bir yazıcının öyküleri kaçınılmaz olarak ‘garip’ olacaktır. Evet, Garip; yeryüzünde şairane oturmak gibi bir kaygıyla yaşayanın neticede oturamayışının öyküsüdür.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Nihat Dağlı ile “Türkiye’de Ötekilik” üzerine

Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?*
Durkheim’in tezi şuydu: “İnsan toplumsalın içine doğar. İçine doğduğu toplumsal gerçeklik; tercihlerini, beğenilerini, kendisini kurar.” Bu tezi doğru kabul edersek, insan tekleri yoktur! İnsan tekleri olarak karşımıza çıkan, toplumsalın tekte görünürlüğünden ibarettir.
Kişisel hikâyeme baktığımda şunu söyleyebilirim: Okuma yazma bilmeyen, Sünni-Müslüman Kürt bir anne ve babanın çocuğu olarak doğmuşum. Çocukluğum bu ebeveynin evreninde kurulmuş. Sonra eğitim süreci içinde bu gerçeklikten kısmen uzaklaşmış, kendilerini dindar olarak tanımlayan çevrelerde bulunmuşum. Okul denen formun dikte ettiği okumaların dışında ‘sivil okuma’ olarak adlandırdığım okumalarım başlamış. Edebiyat, sosyal bilim okumaları… Zamanla fark etmişim ki, ebeveynimin ve içinde bulunduğum dindar çevrenin tasavvurları beni tutamamış, daha öznel bir tasavvurun peşine düşmüşüm. Bugün itibarıyla, Durkheim’in altını çizdiği ‘toplumsal’dan çıkabilmiş, bir insan teki olarak insana, varlığa ve hayata gidebiliyorum. Kendimi ne Kürt olarak, ne de içine doğduğum mekânın sosyolojisinin/tarihinin kurduğu bir dindarlıkla tanımlıyorum. İnsan oluşumu başa, başlığa çıkartarak kuruyorum. Etnik kimliklerin ve dolaşımda olan dindarlık tasavvurlarının ‘öz’sel olmadığını, kurmaca olduğunu düşünüyorum. Artık şuna inanıyorum: İçine doğduğumuz ve Durkheim’in tarif ettiği toplumsalın kurmaca kimliklerinden düşüp öznel seslerimizi bulmadığımız sürece insan olamıyoruz, toplumsalın tek’te görünürlüğünden ibaret kalıyoruz. Kendimi bir ‘insan teki’ olarak görüyorum. Ve elbette ki, bu insan tekinin varlığa ve toplumsallığa dair kanaatleri vardır. Benim de öyle; insana, varlığa, hayata, toplumsala bakışımla ontolojimi kuruyorum.
Doğrusu kendimi tanımlamaktan da çekiniyorum. Zira kendimi tanımladığımda başkasını da tanımlamış oluyorum. Kendimi tanımlarken ne olmadığımı söylemiş oluyor, dolayısıyla olmadığım şeyleri de belirlemiş oluyorum. Tanımlama hakkına sahip olma hissinin otoriteryenlik içerdiğini düşünüyorum. Bu sebeple, ‘kendinizi nasıl tanımlıyor ve hangi toplumsal gruba ait hissediyorsunuz?’ sorusuna verebileceğim net bir cevabım yok.

Kendinizi tanımlama biçiminiz diğer toplumsal kesimler ve devlet tarafından kabul ediliyor mu?
Hayır. Ne içine doğduğum toplumsal gerçeklik, ne de bugün maruz kaldığımız devlet biçimi bu halimle barışıktır. Genelde mi böyledir, yoksa bu ülkeye mi mahsustur bilmiyorum. Aile, toplum ve devlet modellerimiz, kendisine doğan insan teklerine kendilerini dayatmakta beka arıyorlar. Ebeveyn, doğurduğu çocuğa kendisini taşımayı ‘terbiye’ olarak değerlendiriyor; toplum, içinde dolaşır dorumda olan insanda önkabullerini görmeyi ‘hak’, bu önkabullere oturmayanları kabul edilemez buluyor; devlet ise, ‘vatandaş’ı, resmi ideolojiyi pratize eden bir aygıt olarak görüyor. Ailenin, toplumun ve devletin kabulleri dışında yollar bulmuş insan tekleri, en hafifinden sevimsiz ve rahatsızlık verici bulunuyorlar. İçine doğulanın dışında nefeslenip kendini kuranlar birer ‘sapık’ olarak tanımlanıyor. Bu ‘sapıklar’ rahatsız ediyor, doğal olarak da rahatsız ediliyorlar.

Size göre Türkiye’deki en önemli sorun alanları nelerdir?
Türkiye pratiği, bir sorunlar alanından oluşuyor. İçinde yaraların olduğu, çığlıkların koptuğu, boğuşmaların yaşandığı bir cıngılda yaşıyor gibiyiz. Türkiye, sanki bir ‘büyük kapatılma’! Ülkenin egemenleri, ülkeye sahiplik duygusuyla hükmedenler aynalardan nefret ediyor, yüzleşmekten kaçınıyorlar. Öyle egemenler ki, ülkenin gerçeğiyle değil, zihinlerindeki ülkeyle yaşıyorlar. Mesela bu ülkede kendilerini dindar olarak tanımlayanlar, Kürtler, Ermeniler, İslam’ın dışındaki dini gruplar mevcut durumdan epey şikâyetçidirler. Mevcut yapının tekçi otoriterliği kendileri için can yakıcıdır. Devletin tekçi otoriter yapısı ülkenin gerçeğini karşılamaya yetmiyor, hakikatini parçalayıp zehirliyor.
Sorunlu alan çok, bu kadar sorunlu alanın sebebi ise tektir. Ki bu da, devletin bu tekçi otoriter yapısıdır. Hakikatten hareketle oluşmuş bir devletten çok, kendinden menkul hakikatine uygun gerçeklik inşa eden bir devletle karşı karşıyayız. Devlet hiç kimseyi görmüyor, hepimizin kendimizden vazgeçerek görmek istediği şey olmamızı istiyor. Bizden, artık aşkın bir din mertebesine çıkardığı resmi ideolojinin muti kulları olmamızı bekliyor. Bütün sorunlu alanlar, işte devletin bu sorunlu bakışından kaynaklanıyor.

T.C. Anayasasında geçerli olan vatandaşlık tanımını yeterli buluyor musunuz? (ilgili madde okunsun) T.C Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesinde Türklüğün herkes için bir üst kimlik olarak ifade edilmesinin bazılarını rahatsız etmesi anlaşılabilir mi?
Yeterli bulmak mümkün mü? Herkes Türk değil ki! ‘Yüce devlet’in buyruklarıyla cisimleşmiş Türklük, farklılardan oluşmuş çoğunluğa yurt olması mümkün değildir. Devletin kurduğu bir tanımın içine kendimi niye sokayım? Bu tanım herkesi kuşatabilseydi, farklılığımla kendimi içinde rahat hissetseydim şikâyetçi olmazdım. Ama görülüyor ki, bu otoriter teklik her bir farklılığın canını yakıyor.

Türkiye’deki etnik, kültürel ve dini unsurların anayasal güvence altına alınması ulusal bütünlük açısından tehlikeli midir?
Devlet, bildiği bildik bir baba gibi davranıyor. Bu baba ne anneyi, ne de çocukları dinliyor. Bir şey söylüyor, sonra herkesten söylediğine uygunluk bekliyor. Ve babanın söylediği, ne yazık ki ile fertlerini olumsuzlayan, kabul edilemez şeyler oluyor. Bu durumda, aile fertlerinin itirazı ve istekleri değil babanın dayatması bölücü oluyor. Babanın süreklilik kazanan dayatmaları neticesinde fertler aile ile olan aidiyetlerini yitiriyor, başka türlü yerlerde huzur aramaya koyuluyorlar. Oysa baba, itirazlara kulak olup ortak isteğe gelse, fertler ‘beraber’ yaşamaya devam edecekler.
Türkiye’deki etnik, kültürel ve dini unsurların anayasal güvence altına alınması da bölünmeyi değil, beraberliği devam ettirecektir. Aksi takdirde bunlar, bildiği bildik bir baba gibi davranan devletten kaçmaya, mesafe açmaya devam edeceklerdir.

Devletin TRT 6 ile başlattığı çok dilli ve kültürlü yayıncılık hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bunun diğer etnik gruplara da uzatılması gerekiyor mu?
TRT 6’ın açıldığı gece evimizdeki durum, daha doğrusu Kürtçe dışında bir dil bilmeyen annemin televizyon karşısındaki durumu sorunuza cevaptır. Annem öylece kalmıştı. TRT’nin diliyle yayına başlayan kanalda sanki kendisi vardı. Hani çok yakınınız kanalın birinde yayına katılır ve siz o saat yakınınızı izlemek için televizyonun karşısına geçersiniz ya… Sanki açılan bir kanal değil de, annemin kendisi televizyona çıkmıştı o akşam. Olan şuydu: Bugüne kadar görülmeyen ve inkâr edilen Kürtler, TRT Şeş ile görülmüş ve kabul görmüşlerdi. Devlet, görmediği, görmek istemediği, kabul etmediği Kürtleri görmüş, kabul etmişti. Annem, varlığının altı çizildiği hissi içindeydi. Elbette ki, annem vardı, bunu hissediyordu. Ancak varlığını derinden hissedebilmek için, vatandaşı olduğu devletin de onu görmesini bekliyordu. Öyle değil midir? Varlığımızı, başkasının kabulleriyle daha çok hissetmez miyiz? Birinin bizi bilmesi ve sevmesi altımızı çizmez mi, bizi daha görünür kılmaz mı? Annem için olan buydu.
TRT Şeş’in içeriğine dönük çok şey söyleyebilirim, ancak ben bu kanalı annemin duygusu üzerinden değerlendirmeyi daha doğru bulurum. Ve elbette ki, annem için iyi bulduğum ve istediğim bir şeyi, başka etnisiteden anneler için de iyi bulur ve isterim. Annelerin ırkı yoktur, onları ayıramayız. Anneler ne istiyorsa, karşılanmalıdır diye düşünüyorum.

Farklı etnik unsurlara yönelik anadilde eğitim hakkının tanınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Farklı etnik unsurlara anadilde eğitim hakkını, güneşin her sabah doğudan doğması kadar doğal bulurum. Aksi olan bir sapmadır, doğal olmayandır. Ki doğal olmayanı, varlıkla ve olguyla çatışma olarak görürüm. Her bir anne ağzına ait diller bize başka türlü dünyalar armağan eder. Ülkeyi tek bir annenin diline mahkûm etmek, o ülkeyi yoksullaştırır. Bir ülkede ne kadar farklı anne varsa o kadar dil olmalıdır. Farklı annelerin farklı dilleriyle oluşmuş sesler bütünü, ülkeyi bir senfoni kılar. Birden fazla sesin ve tınının oluşturduğu melodi, ne muhteşemdir!

Size göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı laik sistem açısından bir çelişki oluşturuyor mu?
Diyanet İşleri Başkanlığı; ağzını doldura doldura ‘laik’ olduğunu, ebediyen böyle kalmak istediğini söyleyen devletimizin, resmi olmasa da hakikatte sahip olduğu ‘din’in üst kurumudur. Bu şu anlama geliyor: devletimizin bir dini, bu dinin de bir başkanlığı vardır. Devlet bu dinin hem misyonerliğini yapmakta, hem de onu ‘kullanmaktadır’. Farklı dinlerden vatandaşların inançları arasında bir ayırım yapmakta, bu inançlardan birinden yana tercih koymaktadır. Ve çok iyi biliyoruz ki bu, laikliğin canına okumaktır. Ama gelin görün ki, hem laikliğin canına okuyan hem de laiklik adına canlar yakan bir devletimiz var.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcut yapısını ve temsil potansiyelini yeterli buluyor musunuz?
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varoluş biçimini ve nedenini problemli buluyorum. Devletin herhangi bir dinden yana tavır almasını doğru bulmam. Laik devlet, vatandaşına din misyonerliği yapmaz, vatandaşlarının inançlarını serbest biçimde yaşamalarına imkân sağlar. Diyanet İşleri Başkanlığı olacaksa, bir inanç biçiminin koordinasyonu için değil, farklı inançların serbestçe yaşamasının koordinasyonu için olmalı. Bu haliyle, hem yetersiz hem problemli.

Zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersi eğitimi azınlıkta kalan farklı inanç grupları için bir baskı ve ayrımcılık oluşturur mu? Oluşturuyorsa, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin tamamen kaldırılması sizce sorunu çözer mi? Bu durumda, insanların herhangi bir din hakkında hiçbir kültürel bilgiye sahip olmadan yetişmeleri arzulanabilir mi?
Özellikle belirtmek isterim ki, zorunlu eğitimi problemli buluyorum. Ayrıca önceki soruya cevaben dediğim gibi, laik devletin, bir dinin misyonerliğini yapma hakkı yoktur. Zorunlu din dersi uygulamasını doğru bulmuyorum. Olsa olsa, bir ‘dinler bilgisi’ dersi olabilir. Zira dini tasavvur, insanın varoluşunda önemli bir müracaat kaynağıdır. Bunları belirttikten sonra, ‘zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi’ dersi elbette ki, azınlıktaki inanç grupları için kabul edilemez bir uygulamadır. Bu durum, farklı inançtan insanları ‘öteki’leştiriyor, dahası ‘tehlike’nin bir işareti olarak algılanmalarına sebep oluyor.

Uygulamadaki din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde Sünniliğin Alevilere zorla empoze edilmesi gibi bir durum söz konusu mu? Sizce dersin kapsamında başka içerikler de olmalı mı? Yeniden kapsayıcı bir programa ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?
Devletin kabul edilebilir bulduğu bir dini yorum, mevcut haliyle bu ders üzerinden empoze ediliyor. Devletin ‘Sünni İslamı’, sadece diğer inanç gruplarına dayatılmıyor, İslam’ı başka türlü yorumlayan insanlara da dayatılıyor. Tanımlanarak kabul edilebilir bir hal almış bu din aslında kimsenin değil, devletin dinidir. Bu haliyle herkesimden insan bu dersi kabul edilir bulmamalı. Ne kadar din ve inanç sistematiği varsa hepsinin kendisine yer bulduğu bir ders olmalı bu. Ve bu dersin adı, ‘İnançlar ve Ahlak Tezleri’ dersi şeklinde olmalı. Öğrenci okumak istiyorsa, bütün inanç sistematikleri ve ahlak tezleri hakkında toparlanmış bilgiler görmeli. Bir dine veya inanç sistematiğine zorlanmamalılar.

Cemevleri ibadethane midir? Cemevlerinin ibadethane statüsünde açılmasının Alevilerle Sünnileri birbirinden daha da fazla mı koparacağını düşünürsünüz?
Demiştim, kendimi tanımlamaktan bile çekinirim. Durum buyken başkasını ve başkası için önemli olan bir durumu tanımlama hakkını kendimde bulmam. Alevi değilim. Bu durumda, ben Cemevlerinin ibadethane olmadığını nasıl söyleyebilirim. Aleviler cemevlerini ibadethane olarak görüyorsa ibadethanedir, görmüyorlarsa değildir. Ne Diyanet İşleri Başkanı’nın ne de bir başkasının bunun aksini söylemeye hakkı yoktur.
Hayır, cemevlerinin ibadethane statüsünde açılması bir ayrışmaya sebebiyet vermeyecek, Aleviler bu sayede kendilerini daha mutlu hissedeceklerdir. Büyük bir aile olan bu ülkenin bir grubu biraz daha mutlu olacaktır. Ülkenin diğer bir grubu Sünniler, bir kardeş grubun mutluluğuyla mutlu olur, olmaları gerekir. Kim ailesinde huzursuz bir kardeş ister? Ben istemem! Bu ülkede, Alevilerin, Kürtlerin, Türklerin, Ermenilerin, her kimse herkesin gönlünce yaşamasını isterim.

Türk eğitim sisteminde farklı kültürlere sahip insanların birbirlerine yaklaşımlarını olumsuz yönde etkileyen programların veya söylemlerin olduğunu düşünüyor musunuz? Bunlar nelerdir? Neden böyle düşünüyorsunuz? (Ermeniler, dindarlar, hocalar, Aleviler, Rumlar, Araplar hakkında).
Ulus devletin eğitim sistemi olur da, ‘tehlikeli’ gördüğü bir ‘öteki’si olmaz mı? Kendini merkezde konumlandıran Savunma Bakanı ne demişti, hatırlayalım. Ulus devleti başka türlü nasıl oluşturulabilir ki, demişti. Ulus devletlerde, daha çocuk yaşta nelere maruz kalınmaz ki? Bu devletler; kötüler, her durumda hainlik yapabilecek düşmanlarla çevrilen adalardır. Ülkelerin iç ve dış düşmanları olur. Merkezi ideolojiyi benimsememiş, başka türlü dillerin de mümkün olabileceğini, olması gerektiğini söyleme istidadında olan herkesin altı, gerektiğinde de üstleri çizilir. Stefan Zweig, Yarının Tarihi kitabında, dünya savaşlarının okullarda öğretilen tarih derslerinden beslendiğini söylüyor. Haklı, okutulan derslerle ötekiler ve düşmanlar yaratılıyor.
Bu ülkede de aynı şey yapılıyor. Dikte edilen iyi vatandaşın dışında herkes ‘kaka’lanmıştır. Daha öznel yorumlarla inşa edilmiş inanç biçimleri, Kürtler, Ermeniler, azınlıklar, Yunanlılar, Araplar, Avrupa, Amerika birer tehlike olarak belirlenmiştir.

Katsayı sorunu ile meslek liselilerin üniversiteye girmelerinin neredeyse imkânsız hale getirildiğini düşünüyor musunuz? Özellikle İmam-Hatip Lisesi okuyanların okudukları mesleğe devam etmeleri ve alan değiştirmemeleri gerektiğini düşünüyor musunuz? Bunun için İHL ile diğer meslek liseleri arasında bir ayırım yapılabilir mi?
Evet, düşünüyorum. Otoriter ve tekçi devlet, kabul edilebilirin dışında gördüğü İmam Hatip Liseleri’ni etkisizleştirmek için böyle bir cinlik düşünmüştür. Başta kendine yarar bularak açtığı bu okulların sonradan farklı sonuçlar doğurmasıyla bu uygulamaya gitmiştir. Bu, devletin ne kadar tekçi, statik ve çıkarcı olduğunu gösteriyor.
Doğrusu, İmam Hatip Liseleri’ni de çok sağlıklı bulmuyorum. Sonuçta bu okullar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hizmetini görmek üzere kurulmuşlar. Dindar insanların kaygı ve beklentilerine cevap olsun diye değil. Ayrıca dinin okullarda öğrenilmesini ve öğretilmesini de problemli görüyorum. Kişi dinini, varoluşsal soru(n)larından hareketle kurar. Devletin sınırlarını belirlediği formlara sığdırılmış bir din kişinin varoluşsal soru(n)larını karşılayamaz. Ama bu durum yine de bugün devletin İmam Hatip Liseleri’ne müdahale biçimini haklı kılmaz. Bu okullarda okuyan çocuklara yazık ediliyor.
İmam Hatip Liseleri dışındaki meslek liselerini farklı değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki, İmam Hatip Liseleri’nin kurban edilişine kurban olmuşlardır.

Ruhban Okulunun açılması ve Fener Rum Patrikliğinin ekümenik sıfatının kabul edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ulus devletten veya yerel tasavvurlardan hareketle bakışımı kurmadığım için, Ruhban Okulu’nun açılamayışını haksızlık olarak değerlendiriyorum. Bu durum, hem adalet duygumu hem de özgür ve demokrat ruhumu incitiyor. Fener Rum Patrikliğinin Ekümenik sıfatı konusunu, teknik olarak bunun neye tekabül ettiğini doğrusu çok bilmiyorum. Kendimi özgürlük, hakkaniyet ve adalet bağlamında kurduğum için, bu bağlamda da kendim için istediğimi herkes için istediğimi söyleyim. Fener Rum Patrikliğinin Ekümenik sıfatının tanınmamasından doğan bir haksızlık durumu varsa bu mutlaka giderilmelidir.

Laiklikten ne anlıyorsunuz? Yapılan tartışmaları göz önünde bulundurarak yaşanan sıkıntıları değerlendirebilir misiniz?
Aydınlanma düşüncesindeki felsefi karşılığını bir yana bırakıyorum. Devlet denen yapılanmanın laik olmasını çok doğru, hakikatli buluyorum. Ki bu şu anlama geliyor: Laik devlet, çok farklı inançlardan olan vatandaşlarının inançlarını serbestçe yaşamasını imkânlı kılar. Bir inancı paylaşmaz, bir inançtan yana tavır almaz, her inançtan insanın ihtiyacı neyse bunun karşılanmasına çalışır. İnanç gruplarının birbirleriyle münasebetlerde gözetmenlik yapar, hak ihlallerine mani olur.
Peki, Türkiye böyle bir yerde mi duruyor? Türkiye’nin hiç de laik olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden, ‘Türkiye laiktir, laik kalacaktır!’ sloganını çocuksu buluyorum. Türkiye hiç laik olmadı, ama bundan sonra kendini laik kılabilir. Fakat ne acıdır ki, Türkiye’nin laik olmasını imkânsız kılanlar, işaret edilen insanlar değil bu sloganın sahipleri oluyor. Bu sloganın altında boy gösterenler, Türkiye’nin laikliğine değil laik olmayışına çalışıyorlar.
Evet, Türkiye laik olmak zorundadır. Faklı inanç gruplarından oluşan insanına kendi dinini dayatmaktan vazgeçmeli, inançların ruhuna müdahale etmemeli, tanımlamaktan vazgeçmeli.

Başörtüsünün yasak olması sizce laik bir devlet olmanın gereği midir? Bu yasağın sınırları ne ölçüde daraltılabilir? Üniversitelerde, okullarda ve çalışma hayatında devam eden başörtüsü yasağı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Başörtü yasağı, laik devlet olma gereği değil, devletin laik olmama halidir. Devlet, insanının inançtan doğan hakkı karşısında alan oluşturmakla yükümlüdür, alan kapatmakla değil. Bu yasak, bir insan hakkı ihlalidir, ülkeyi zehirleyen bir uygulamadır. Bu ülkenin bir kısım kadınını ve bu kadınların ailelerini ağır yaralamaktadır. Başörtü yasağını hiçbir alan için doğru bulmuyorum. Başkasının hakkına halel getirmeden kim nasıl inanıyorsa inanabilmeli, nasıl giyinerek huzurlu olabiliyorsa öyle giyinmelidir.

Başörtüsünün yasak olması, Kur’an kurslarına izin verilmemesi vb. uygulamalar nedeniyle ayrımcılığa uğradığını düşünen ve ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Müslüman inanç gruplarının Türkiye’nin “büyük ötekisi”ni oluşturduğu söylenebilir mi?
Hiç şüphesiz öyledir! Bu yasak ve yan uygulamaları sonrasında ülkenin nasıl bir şeye dönüştüğünün tanığıyım. Başörtüsü ile görünür olan Türkiye fotoğrafı olumlu bir şey iken, yasak ile birlikte zehirleyen bir şeye dönüşmüştür. Bu ülkenin kimi kadınları başörtüleriyle hayata giderlerken, yasakla önleri kapatılmış, hayattan dışarı çürütücü bir yere mahkûm edilmişlerdir. Başörtü ve başörtülüler tanımlanarak cinayet işlenmiş, işlenmektedir.

Yaşam biçimleri açısından Türkiye’deki en önemli sorun nedir?
Ben de o yalın hakikatin altını çizeceğim. Çoğulculuğun kendisi olan imparatorluğun bakiyesi bir ülkeye doğmuşuz. Türkiye, homojen bir tarihten doğmadı ve homojen olma şansı da yoktur. Bu tam da hayata karşılık gelen bir imkândır. Hayat, çoğul bir şeydir; farklılıkların beraberliğinde yaşanıyor, yaşanılası bir şey olabiliyor. Ama ne yazık ki Türkiye bekasını homojen olmaya bağladı; çoğul olana karşılık gelmeyen Türklüğü üst başlığa çıkardı; ‘tek’e demirlendi. Zamanla bu ‘tek’in zencileri, kabul edilemezleri oldu. Farklı yaşam biçimleri ‘tek’e indirgenmek istendi, başarılamadı. Doğal olarak bu farklılıklar yaralandı. Her birine acılar yaşatıldı.
Farklı yaşam biçimlerine acılar yaşatılırken, onlar da birbirlerini göremez ve bilemez oldular. Her biri üzerine kapandı, kendini kendine yeter buldu. Merkezi yapının kendilerine dönük kullandığı dili edindiler. Sonuçta bugün Türkiye’de insanlar, yaşam biçimlerinin merkezileşmesine çalışıyor, başka türlü de yaşanabileceğine pek sıcak bakmıyorlar. Oysa başka türlü yaşam biçimlerini savunmadan kendi yaşam biçimimizi savunamayız.

Etnik, kültürel ya da dini kimliğinizden ötürü özel ya da kamusal alanda herhangi bir ayrımcılığa uğradığınızı düşünüyor musunuz?
Yaşanan bir şeydir bu. Ortalamanın dışında olan herkes bir şekilde tanımlanıp dışlanıyor. Siz özelinizde hikâyenizi özelleştirseniz de, dışınızda birileri kimi göstergeler üzerinden sizi genel bir tanımın içine hapsediyor. Kurduğunuz dille içine doğduğunuz tarihin ve sosyolojinin dışına çıkmış olsanız da tarihinizle yargılanıyorsunuz. Merkezi kimliğin ve dilin dışında daha farklı bir dil ve kimlik içinde kendinizi (mesela Türk değil Kürt, Müslüman değil Hıristiyan) sunmanız durumunda bu daha da keskinleşiyor. Ve elbette ki, merkezde olmayan bir kimlikte olan herkes gibi ben de türlü şekillerde dışlandığımı hissediyorum.

Türkiye’de bir mahalle baskısı, değişik kültürel, etnik ve inanç grupları arasında herhangi bir dayatma ve baskı var mı? Varsa, nelerdir?
Şerif Mardin’in kavramsallaştırdığı şeyden fazla bir şey söylüyorum. Türkiye’nin Ankara isimli büyük bir mahallesi var. Bu yetmiyor gibi, Ankara formunda yığınlarca küçük mahallesi de bulunuyor. Ankara Mahallesi tanımlayıp dayatıyor, Ankara’nın formunu tekrarlayan daha küçük mahaller de aynı şeyi tekrarlıyor. Büyükten küçüğe sarkan bir şeydir bu. Baskı hisseden baskı yapmaya başlıyor. Devletin baskısına isyan eden PKK formu, aynı baskıyı kendisine katılmayanlara uyguluyor. ‘Türkiye laiktir, laik kalacaktır!’ sloganının baskısına maruz kalanlar, başka türlü yaşam biçimlerine bir şekilde baskı yapabileceklerini hissettiriyorlar.
Her kesim, hakikatin kendisiymiş gibi konuşan otoriter dili bırakmalı. Tanımlama hakkı konusunda tereddütler yaşanmalı. İnsan, başkasını savunmadan kendini savunamayacağını düşünmeli. Baskı görmemek için baskı kullanmamalı. Baskıya karşı baskı, sadece baskıyı çoğaltır. Ölmemek için öldürenler hayata değil ölüme çalışırlar.

Türkiye bir “kültürel mozaik” olarak tanımlanabilir mi? Böyle tanımlanması veya böyle bir görüntünün ortaya çıkması zaman zaman sizi ürkütüyor, bir bölünme veya iç gerilim korkusu oluşturuyor mu?
Mardin doğumluyum. Mardin denen şeyin neye karşılık geldiğini biliyor, bu beni mutlu kılıyor. Türkiye’de görme şansı bulduğum ve çok sevdiğim şehirlerden biri Hatay’dır. İstanbul İstiklal Caddesi’nde yürümek beni heyecanlandırır. Ama artık birer ‘kale’ hükmüne geçen şehirlerin aurası ise beni korkutuyor. Mesela Diyarbakır’ın, mesela İzmir’in halleri… Yüzde bilmem kaç ile gidip tek bir rengin içine oturan, dahası bundan gurur duyan şehirlerde yaşamanın çekilemez olduğunu bilirim. İzmir’de yaşıyor, bunu hissediyorum.
Türkiye, keşke sahip olduğu farklılar için iyi şeyler düşünebilseydi, keşke kendinde bu farklılara yer açabilseydi! Kim kendisini ne olarak ve nasıl hissediyorsa öyle yaşayabilseydi. Kürtlerin, Ermenilerin, dindarların kendilerini mutlu ve huzurlu hissettiği Türkiye’de beni korkutmazdı, aksine bu Türkiye’yi çok severdim. ‘Birlik’ olmayı değil ‘beraber’liği önemsiyorum. Farklılıkların bir potada eriyerek oluşturacağı birlik bana ölüm gibi gelirken, farklılıkların beraberliğinde ortaya çıkan gerilim ve bu gerilimin bir sonucu olan hareketlik bana hayatın kendisi gelir.

Mozaik yapıdan doğan bu dağınıklığın üstesinden siyaset içinde daha gerçekçi ve adil düzenlemelerle gelinebilir mi? Sizce hangi düzenlemeler gerçekleştirilebilir?
Devlet, bir taraftan olabildiğince ağır ve büyük bir payeye konmuşken, diğer taraftan bu büyüklüğe yakışmayan çocuksu bir gurur ve korkular edinmiştir. Devletin, tekçi ve otoriter yapısından vazgeçmesi gerekiyor. Bu, korkularından ve cesametine ters istikamette gelişen çocuksu gururundan sıyrılmasıyla mümkündür. Bunun için sivil, farklılıkların kabulüne yaslanan bir anayasaya kavuşması lazım. Daha kuşatıcı bir üst başlık kaçınılmazdır. Herhangi bir etnisiteyi çağrıştırmayan, tek bir yaşam biçimini dayatmayan çoğulculuğu esas alan bir düzenleme…

Size göre, Türkiye’de değişik kültürel etnik ve inanç grupları arasındaki “ötekilik” ve “başkalık” parametreleri nelerdir?
Başkalığı ve ötekiliği belirleyen şey, dil ve dindir. Başka dilden ve dinden geliyorsanız, kendi dil ve dininizi önceliyorsanız, aynı vatanda ama biraz öteki ve başkasınız. Ayrıca grupların dışında, daha bireysel diller kurarak da ayrışabilirsiniz. Kendinizi bir dinin veya etnisitenin içinde kurmayabilirseniz de. Kürtlüğünüzü veya Türklüğünüzü değil insan oluşunuzu başa alabilir, kendinizi ateist, agnostik veya dindar olarak görebilirsiniz. Veya mevcut dini paradigmaların dışında daha öznel bir dini tasavvura sahip olabilirsiniz. Bu anlaşılabilir bir şeydir. Ötekiliğinizi ve başkalığınızı merkezileştirmediğiniz sürece, bu durumunuz problem teşkil etmemeli.

Size göre Türkiye’nin bir üst kimlik inşa etme ihtiyacı var mı? Türkiye’deki mevcut politikalar, sosyal entegrasyon ve ortak bir üst kimlik oluşturma açısından başarılı mıdır?
Kesinlikle vardır. Türkiye, bir üst kimlikten yoksundur. Mevcut kimliği, bütünleştirmiyor ayrıştırıyor. Türklüğün dışındaki etnisitelere, tanımladığı dine çok da yakın durmayan başka türlü dindarlıklara ve diğer dinlerin muntesiplerine yaşam alanı tanımıyor. Bu ayrıştırma ve kabullenmeme, kimlikleri yaralayıp zehirliyor. Baskı gören kimlikler şiddet içermeye başlıyorlar.

Türkiye’deki siyasi partilerin ve STK’ların sizi temsil ettiğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’deki garabetin bir başka veçhesi de burada beliriyor. Çevrenin beklentilerini ve ihtiyaçlarını merkeze taşımak gibi bir misyonları olan siyasi partiler ve STK’lar, bir şekilde ve bir süre sonra ‘merkez’in yakınına düşüyorlar. ‘Çevreci’ olmaları beklenirken ‘merkezci’ olmaya başlıyorlar. Mesela siyasi partiler, Ankara’da Ankara’ya benzeyerek hükümsüz kalıyorlar. Ankara’da oyunu aldıkları insanları savunmaları gerekirken, Ankara’yı bu insanlardan korumaya çalışıyorlar. Ankara’nın mecburiyetlerinin ve kendine has şartlarının kabulünü bekliyorlar. Bir türlü Ankara’yı milletin hizmetine koşturamıyor, insanları Ankara’nın hizmetine koşturuyorlar.

AB süreci Türkiye’deki sosyal entegrasyon sürecini nasıl etkilemektedir?
AB’nin temel felsefesini esas alırsak, Türklüğü veya Kürtlüğü öncelemiyor, Müslümanlığı veya Hıristiyanlığı başlığa çıkarmıyor. Evrensel anlamda ‘insan’ı merkeze alıyor, önce insan sonra Türk veya Kürt olmayı öngörüyor. İnsanın hakları bağlamında alt kimliklere alan açmayı savunuyor. İnsanı başlığa çıkaran, haklar bağlamında alt kimliklere yaşam alanı açan bir AB sürecinin Türkiye için kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bu sürecin gerekliliklerini hayata taşıdığımız kadarıyla yaşanılır bir Türkiye’yi inşa edebileceğimize inanıyorum. Değilse üzerine kapanmış, kapanarak boğulmaya giden, farklılıklarını da boğarak ölüme yaklaşan bir Türkiye olacaktır.

Size göre, Türkiye’deki farklı etnik, inanç ve kültür gruplarının ortak paydasını ne oluşturmaktadır?
Ortak tarih, ortak hikâye ve aynı topraklar… Her farklılığın farklı bir hikâyesi olsa da, beraber yaşanmış tarih sebebiyle ortak oldukları meta bir hikâyeleri bulunuyor. Türkleri, Kürtleri, Ermenileri; Müslümanları, diğer farklı dinlerden insanları kuşatan meta bir hikâyedir bu. Farklı hikâyelerden oluşmuş büyük bir hikâye… Ortak tarihin içinde oluşmuş bu meta hikâye, farklılıkların hepsine bu toprakları ‘vatan’ kılmış. Aynı tarih, aynı vatan ve herkesi kucaklayan meta hikâye ortak paydamızdır.

Türkiye’deki herhangi bir etnik, inanç ya da kültür grubunun varlığı diğerleri için bir tehlike oluşturmakta mıdır?
‘Beni bir benzerim öldürebilir’ diyordu yazar. Farklı olan, varlığım için tehlike değil varlığımın bekası anlamına gelir. Ona, farklılığına bakarak kendimi ve farklılığımı fark ederim. Benzerime bakmak kendime bakmak gibidir. Durmadan aynada kendine bakan adamın durumu da tehlike içerir. Bu ülkede daha çok Ermeni, daha çok Süryani, daha çok dil, daha çok hikâye olsaydı inanın çok daha cıvıltılı bir hayatımız olurdu.

Ergenekon davası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Anlatmaya çalıştığımız otoriter tekçi devletin kaçınılmaz olarak doğurduğu bir sonuç olarak görüyorum. Ergenekon soruşturması, böylesi otoriter ve tekçi olmanın nasıl da öldürücü olabileceğini gösterdi bize. Türkiye için bir ilktir diye düşünüyorum. Tövbe için dahi olsa günahlarla yüzleşmek gerekiyor. Ergenekon soruşturması, devletin günahlarını günah olarak görmesi oluyor ki, bu iyi bir şeydir. Ve bu, sıklıkla yaşadığımız bir şey değildir. Devletin dokunulabilir olduğunu yaşıyoruz. Hep kutsanmış, aşkın bir yere oturtulmuş devlete dokunuluyor, böylelikle yeryüzüne indiriliyor. Bu sürecin hukuk içinde ve adalet duygularını incitmeden sonlanmasını isterim.

Türkiye’deki değişik kültürel, etnik ve inanç grupları arasında mevcut olan ötekileştirmenin temelinde bir kısım önyargılar bulunmakta mıdır? Varsa sizce bu önyargılar nelerdir?
Önceki sorularda anlatmaya çalıştım. Otoriter ve tekçi devletin uygulamaları sonrasında hepimiz bir şekilde yaralanmış, bu yaradan mülhem sakatlıklar edinmişiz. Kendi zalimimizin diliyle birbirimizi görüyor veya tanımlıyoruz. Sonuçta hepimiz yıllarca aynı eğitimden geçtik; okuduğumuz derslerle, hafiften zorba öğretmenlerle şekillendik. Öteki kimdir, kötü nasıl bir şeydir, vatan nedir veya neresidir? Sormadığımız soruların cevaplarını edindik. Bize ait olmayan soruların cevapları zihnimizde ve yüreğimizde izler bıraktı. Dindarları, Kürtleri, Ermenileri, başka dinlerin mensuplarını bu izlerden takip ediyoruz. Ebeveynlerin, okulların, öğretilen dillerin dışında diller edinmezsek bu hastalıklı durumdan kurtulamayız. Öğretilmiş bir dilden öğrenilen bir dile firar etmeliyiz. Kendimizin sorduğu soruların bizim bulduğumuz cevapları olmalı. Bütünüyle bize ait soruların ve cevapların izini takip etmeye başlarsak, kendi dindarlarımızı, Kürtlerimizi, Ermenilerimizi ve başka dinlerden insanlarımızı bulacağız.

Türkiye’nin yoğun bir şekilde göç alan metropol şehirlerinde orta ve uzun vadede milliyetçilik eksenli bir iç çatışma ihtimali görüyor musunuz?
Ne yazık ki, hayır böyle ihtimal yok diyemiyorum. Nerdeyse bu durum korkulan bir şey değil, istenen bir şey gibidir. Kendilerini ilk önce Kürt veya Türk olarak tanımlayan insanların hayatlarımıza müdahale etmelerini tehlikeli buluyorum. Bu insanların bizdeki ‘insan’ı görünmez kıldığını düşünüyorum. ‘Bütün’e işaret olan ‘insan’ı ‘parça’ya sığdıran, insanı parçalayarak toplumsalı bölen milliyetçilik, bu ülke için depremden çok daha yakıcı ve yıkıcıdır. Farklılığın doğal ve anlaşılır bir şey olduğunu, hiç kimsenin başkasının yokluğu üzerinde var olamayacağını görmek, bilmek ve bunun gereğini yapmak zorundayız.

*) Sorular: Selvet Çetin