Bir ara, önemsediğim psikiyatrlara, hayat ve psikiyatri okumalarımdan hareketle geliştirdiğim soruları sormayı, bu sorulara aldığım cevapları “Psikiyatri Odasında” başlığıyla yayımlamayı düşünmüştüm. Hazırladığım yirmi kadar sorudan biri şöyleydi: Doktorun odasına girildiğinde, insanlar mutlak bir teslimiyet gösterip, kendilerini hekime altın tepsi içinde sunuyorlar. Doktorlar sanki bedenin hâkimidirler. Söyledikleri tartışılmaz bir gerçek, reçeteleri mutlak surette uyulması gereken yazılı metinler gibi algılanıyor. Oysa doktor da insanî durumun dışında olmadığına göre, böylesi bir iktidar gücü problemli değil mi, yanlışlık üretmiyor mu? Sahi, doktor bizim neyimizdir, neyimiz olabilir? Ofisinize gelen her biri, hikâyesini bırakıp gidiyor. Çalışma mekânınızda hikâyeler çınlıyordur. Zihniniz, bir hikâye antolojisine dönüşmüştür. Bu kadar çok hikâyeyi fark etmiş, bu hikâyelere bir yerden bulaşmış biri olarak, kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Sorudan da anlaşılacağı gibi, doktor-hasta ilişkisi üzerinden modern tıbba itirazım vardı. Bu soruyu sorduğum sıralarda, kendince bir ‘ben’ kurmuş arkadaşım, kurduğu ‘ben’ ile hayatın gerçekliği arasındaki boşluk ve çatışmadan rahatsızlık duyduğundan, psikiyatra gitme gereğini hissediyordu. Bunu bana açtığında, psikiyatrin derdine derman olamayacağını söylemiştim. Biyolojiye batmış psikiyatrinin, önüne geleni, tamir edilecek bir aygıt gibi gördüğünü, ‘hasta’yı aşıp ‘insan’a varamadığını, dolayısıyla, ‘insan’ı var kılmayanın ‘hastalığı’ yok edemeyeceğini belirtmiştim. “Tıp ahlaktan soyulduğunda yeryüzünün en soysuz ticari vasıtalarından biri olmaya adaydır. Ancak merhamet, hemhal oluş ve ahlak ile uygulanmasıdır ki onu kutsal bir meslek kılar.” diyen Kemal Sayar gibi düşünüyordum. Bunu düşünürken, kültürel psikiyatri yaklaşımının öncüsü olan Arthur Kleinman’ın ilk hastasıyla yaşadığı tecrübeyi önemsiyordum. Kleinman ilk hastasıyla yaşadığını şöyle anlatıyordu: “İlk hastam yedi yaşında duygulu bir kız çocuğuydu. Bedeninin neredeyse tamamı çok kötü bir biçimde yanmıştı ve ölü dokuların bir pansuman işlemiyle her gün yeniden çıkarılması, derinin her seferinde soyulması gerekiyordu. Bu yaşantı ona çok büyük acı veriyordu. Ağlıyor, çığlık atıyor, kendisini incitmemeleri için tedavi ekibine yalvarıyordu. Benim görevim yeni bir klinik öğrencisi olarak onun hasar görmemiş elinden tutmak ve cerrah onu temizlerken onu sakinleştirmeye çalışmaktan ibaretti. Bütün pansuman boyunca onunla bir ilgi kurmaya çalışıyor, ailesinden ve evinden bahsetmeye çalışıyordum, bütün bunların onun dikkatini pansumandan alacağını sanıyordum. Onun yaşadığı dehşete doğrusu ben de zor tahammül ediyordum. Ama bir gün aramızda bir ilişki kuruldu. Kendi yetersizliğime ve bilgisizliğime hayıflandığım ve onun elini tutmaktan başka bir şey yapamadığıma yazıklandığım bir sıra ona bütün bunlara nasıl tahammül ettiğini sordum. Böylesine berbat biçimde yanmış olmak ona ne hissettiriyordu? Gün be gün bu berbat cerrahi ritüele maruz kalmak nasıl bir şeydi? Birden durdu, şaşırmıştı, sonra belirsiz bir yüz ifadesi ve doğrudan ve basit cümlelerle anlattı. Konuşurken elimi giderek daha sıkı tutuyor, ne çığlık atıyor ne de cerrah ya da hemşireyi uzaklaştırmaya çalışıyordu. O günden sonra bana güveni giderek pekişti ve bana neler yaşadığıyla ilgili duyguyu daha çok anlatmaya, hissettirmeye çalıştı. Bu rehabilitasyon birimindeki eğitimim sona erdiğinde ufak yanık hastası pansuman işlemine daha iyi katlanır olmuştu. Ancak onun benim üzerimdeki etkisi çok daha büyüktü: bana hasta bakımıyla ilgili bir ders vermişti, hastalarla konuşmak mümkündü, en sıkıntılı olanlarıyla dahi hastalığın yaşanma biçimi üzerine konuşabilirdiniz ve bunun tedavi edici bir değeri olabilirdi.”
Evet, psikiyatra giderek iyileşmeyi düşünen arkadaşıma itirazımı söylemiştim ancak biotıbbın yetmezliğini görmüş, hayatın yaşattığı acılara ve sordurduğu sorulara başka yerden cevaplar geliştiren psikiyatrlara da dikkat çekmiştim. Mustafa Ulusoy, “Psikiyatri Odasında” kendisiyle konuşmak istediğim doktorlardan biriydi. Zira o da, insansızlaşan tıbbın iktidarına rağmen kalb(in)e yaslanarak kendi dilini kuran bir hekimdi. Kapısını çalan, ofisinde kalbini açan hikâye sahiplerine kalbini açan bir insan-doktordu. Daha çok kalbi acılardan muzdarip hikâye sahipleri, Ulusoy’un ofisinde kalp taşıyan bir hekim buluyorlardı. Bunu Ulusoy’un yazdıklarından keşfediyordum. Ay Terapisi, Aynalar Koridorunda Aşk, Nietzsche ve Babaannem isimli kitapları, biotıbbın yetmezliğini fark etmiş, hayatın dertlerinin ilaçlarla tedavi edilemeyeceğini görmüş bir hekimden haber veriyordu. Ulusoy, insanın temel acılarının peşine düşmüş bir hekimdi. Yazdığı yazı ve kitaplarla, bu acıların nasıl bir boşlukta uç verdiğini gösteriyordu.
İnsanın Temel Acıları Üçlemesi’nin birinci kitabı Aynalar Koridorunda Aşk’ta insanın aşk hallerini konuşan Ulusoy, şimdi serinin ikinci kitabı “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” ile ölüme yoğunlaşıyor. Aşka düşmüşseniz ölüme de yakalanırsınız; ölümle birlikte var oluşu, ayrılığı, yok oluşu düşünürsünüz. Ölüm!... Ne muhteşem bir uyarıcıdır o! Bakmayın siz hayata. Hayatın çekiciliğini, buyurganlığını, cazibesini, kışkırtıcılığını bir de ölüm üzerinden okuyun! Pul pul döküldüğünü göreceksiniz, afili elbiselerinden soyunduğunu. Çıplak, en sahih ve doğru yüzüyle görünecektir. Varlığı, hayatı ve insanı ölüm belirler. Bu yüzden ölüme vurulmamış her bir şey doğru tartılmamış sayılır. Ancak ölümün doğruladığı şey ve hayatlar yaşanasıdır. Ölüm hayatın orta yerinde duran, durması gereken aydınlıktır. Ölümün yanı başında kurulmuş insan ve medeniyetler yaşatırken, ölüme yabancılaşmış insan ve yapılanmalar ise öldürür. Hayat ölüme yakınlıkta kurulur. Ölümü örtmekle, kuytulara sürmekle daha iyi bir hayatın mümkün olabileceği sanısı, büyük bir yalandır.
Kur’an, “Ölüm dahi, hayat gibi mahlûktur, hem bir nimettir” diyor. Saramogo, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş romanında, ölümün olmadığı yok bir ülkede ölümsüzlüğün nasıl bir bela olduğunu anlatır. Ölümün olmadığı o yok ülkede, hayat yaşanmaz hale gelir. Bir türlü ölmek bilmeyen yaralılarla, hastalarla, yaşlılarla dolu ev, hastane ve kurumlarda kokuşma ve çürüme başlar. Başta nimet gibi görünen ölümsüzlüğün aslında afet olduğunu gören ülke insanları, ölümün kıyısına kadar gelip ama bir türlü ölemeyen yakınlarını ölsünler diye komşu ülkeye taşımak zorunda kalırlar. Romanın sonunda anlarsınız ki, ölüm de hayat gibi insana çalışır. Oysa görünene kilitlenmiş nefs ve akıl bunu kabul edemiyor, ölümü yokluk olarak görüyor; insanın, her bir şeyin ölümle birlikte tefessüh ettiğini, söndüğünü, çürüdüğünü düşünür. İşte bu nefs ve akıl soruyor: Lezzetin ve hazzın bitimi olan ölüm, nasıl mahlûk ve nimet olabilir? Nefs ve akıldan mürekkep insanın temel sorusu budur. Bu soruya cevap bulmadan, hayatın tadını/tuzunu bilmez. Ölümü konuşmak zorundadır zira yaşamak için ölümü konuşmaya ihtiyacı var. Ölüm konuşulmaya başlandığında ise hayatın her bir hali ortaya dökülür. Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle anlatısında bunu yapıyor. Ölümü konuşmaya girişirken hayatın alfabesini söküyor. Artık şu çok açık ve nettir: Bir hayatperest olan pozitivizmde (seküler modern algıda) ölüm; korkunç, dekadans ve kötücül olandır. Pozitivizme yaslanan edebiyat ve sinemada, bu edebiyat ve sinemanın hem kaynağı hem de sonucu olan hayatlarda ölüm ‘korkunç’ olarak karşımıza çıkar. Buna karşın aşkın anlatılarda, bu anlatılardan beslenen algı ve hayatlarda ölüm, hem munis hem de iyileştirici bir şey olarak belirir. Ulusoy’un anlatısında karşımıza çıkan ölüm, hayatın boğazını sıkan değil, hayatın önünü açan, ona ışık düşüren bir şeydir. İslam’ın varlık ve hayat tasavvurundan beslenen bir nazarla, modern ve popüler algıların ölüme giydirdiği kara elbiseler yırtılıyor, ölüm çıplak, aydınlık yüzüyle görünür oluyor. Karalara bürünmüş ölümün kararttığı hayatların sahipleri renkleniyor. Dr Mavi, Beyaz’ın aydınlığında Eflatun’a, Kırmızı’ya, Kahverengi’ye, Eflatun’a, Yeşil’e el uzatıyor. Renklere düşmüş ölümün, ölümde kümelenmiş kaygıların, acıların, ayrılıkların diplerine bakılıyor, oralardan ışık, daha fazla bir ışıkla çıkılıyor.
İnsan nerede yaşar, konaklar? İnsan dalıp gider, dalıp gittiği yerde konaklar ve yaşar. İnsan niçin dalar? Dalar çünkü ‘şimdi’nin dayanılmaz bir ağırlığı vardır; dalarak, şimdiden geleceğe sarkarak rahatlar. An’ın kaskatılığından muhayyilenin sınırsızlığına sığınır. Kendisini kuşatan kaskatı an’dan firar eder, gider, kendince kurguladığı bir muhayyilede yaşar. Dalar, muhayyilesinde oturur ama geri de döner. An, yani şimdi, yani gerçeklik onu paçasından tutup kendine çeker. Dalıp gittiği yer onu tutamaz. O yorgun renklerin, dalıp giden, muhayyileye tutunan o fersiz bakışların yolları Dr Mavi’nin ofisinde kesişir. Dalıp gitmenin, kaçışın, muhayyilede tutunmanın çözüm olmadığıyla yüzleşirler. Ölümü çıplak, en sahici yüzüyle görürler. Yüzlerine, gözlerine ölüm aynası tutulur; aynada kendilerini görürler. Gözleri ve bakışları ölümle temizlenir, daha bir aydınlık bakarlar. Dr Mavi, her bir renge özen gösterir, çünkü ahlakın varlığa özen göstermek olduğunu bilir. Renkleri bozmadan, kırmadan, dökmeden kendilerine dokunur. Kendisine kalplerini açmış renklere kalbini açar.
Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle ile, ölümün içinden geçen renklerin geride bıraktıkları hayatları/hikayeleri/sözleri paylaşır bizimle. Hayat gibi ölümün de, hem mahlûk hem de nimet olduğunu anlatır. Feridüddin Attar, derdine derman arayan bülbül gibi değil, derdini seven âşıklar gibi şöyle diyordu: ‘Gıdan muradsızlık olmadıkça gafil gönlün nasıl uyansın? Dert sahibi ol ki derdin sana derman olsun. Ey yol eri, kitabıma şiir gözüyle ya da ululukla bakma. Kitabıma dertle bak da hiç olmazsa bendeki yüz dertten birine inan. İnsana dert lazımdır asıl, iş düşkünlüktedir. Kimin derdi varsa dilerim derman bulmasın. Kim derde düştükten sonra derman ararsa toprağın altına girsin, yaşamasın!’ Ulusoy, Attar gibi düşünüyor: Derdini sev; teslim ol ve kurtul, diyor.
Sorudan da anlaşılacağı gibi, doktor-hasta ilişkisi üzerinden modern tıbba itirazım vardı. Bu soruyu sorduğum sıralarda, kendince bir ‘ben’ kurmuş arkadaşım, kurduğu ‘ben’ ile hayatın gerçekliği arasındaki boşluk ve çatışmadan rahatsızlık duyduğundan, psikiyatra gitme gereğini hissediyordu. Bunu bana açtığında, psikiyatrin derdine derman olamayacağını söylemiştim. Biyolojiye batmış psikiyatrinin, önüne geleni, tamir edilecek bir aygıt gibi gördüğünü, ‘hasta’yı aşıp ‘insan’a varamadığını, dolayısıyla, ‘insan’ı var kılmayanın ‘hastalığı’ yok edemeyeceğini belirtmiştim. “Tıp ahlaktan soyulduğunda yeryüzünün en soysuz ticari vasıtalarından biri olmaya adaydır. Ancak merhamet, hemhal oluş ve ahlak ile uygulanmasıdır ki onu kutsal bir meslek kılar.” diyen Kemal Sayar gibi düşünüyordum. Bunu düşünürken, kültürel psikiyatri yaklaşımının öncüsü olan Arthur Kleinman’ın ilk hastasıyla yaşadığı tecrübeyi önemsiyordum. Kleinman ilk hastasıyla yaşadığını şöyle anlatıyordu: “İlk hastam yedi yaşında duygulu bir kız çocuğuydu. Bedeninin neredeyse tamamı çok kötü bir biçimde yanmıştı ve ölü dokuların bir pansuman işlemiyle her gün yeniden çıkarılması, derinin her seferinde soyulması gerekiyordu. Bu yaşantı ona çok büyük acı veriyordu. Ağlıyor, çığlık atıyor, kendisini incitmemeleri için tedavi ekibine yalvarıyordu. Benim görevim yeni bir klinik öğrencisi olarak onun hasar görmemiş elinden tutmak ve cerrah onu temizlerken onu sakinleştirmeye çalışmaktan ibaretti. Bütün pansuman boyunca onunla bir ilgi kurmaya çalışıyor, ailesinden ve evinden bahsetmeye çalışıyordum, bütün bunların onun dikkatini pansumandan alacağını sanıyordum. Onun yaşadığı dehşete doğrusu ben de zor tahammül ediyordum. Ama bir gün aramızda bir ilişki kuruldu. Kendi yetersizliğime ve bilgisizliğime hayıflandığım ve onun elini tutmaktan başka bir şey yapamadığıma yazıklandığım bir sıra ona bütün bunlara nasıl tahammül ettiğini sordum. Böylesine berbat biçimde yanmış olmak ona ne hissettiriyordu? Gün be gün bu berbat cerrahi ritüele maruz kalmak nasıl bir şeydi? Birden durdu, şaşırmıştı, sonra belirsiz bir yüz ifadesi ve doğrudan ve basit cümlelerle anlattı. Konuşurken elimi giderek daha sıkı tutuyor, ne çığlık atıyor ne de cerrah ya da hemşireyi uzaklaştırmaya çalışıyordu. O günden sonra bana güveni giderek pekişti ve bana neler yaşadığıyla ilgili duyguyu daha çok anlatmaya, hissettirmeye çalıştı. Bu rehabilitasyon birimindeki eğitimim sona erdiğinde ufak yanık hastası pansuman işlemine daha iyi katlanır olmuştu. Ancak onun benim üzerimdeki etkisi çok daha büyüktü: bana hasta bakımıyla ilgili bir ders vermişti, hastalarla konuşmak mümkündü, en sıkıntılı olanlarıyla dahi hastalığın yaşanma biçimi üzerine konuşabilirdiniz ve bunun tedavi edici bir değeri olabilirdi.”
Evet, psikiyatra giderek iyileşmeyi düşünen arkadaşıma itirazımı söylemiştim ancak biotıbbın yetmezliğini görmüş, hayatın yaşattığı acılara ve sordurduğu sorulara başka yerden cevaplar geliştiren psikiyatrlara da dikkat çekmiştim. Mustafa Ulusoy, “Psikiyatri Odasında” kendisiyle konuşmak istediğim doktorlardan biriydi. Zira o da, insansızlaşan tıbbın iktidarına rağmen kalb(in)e yaslanarak kendi dilini kuran bir hekimdi. Kapısını çalan, ofisinde kalbini açan hikâye sahiplerine kalbini açan bir insan-doktordu. Daha çok kalbi acılardan muzdarip hikâye sahipleri, Ulusoy’un ofisinde kalp taşıyan bir hekim buluyorlardı. Bunu Ulusoy’un yazdıklarından keşfediyordum. Ay Terapisi, Aynalar Koridorunda Aşk, Nietzsche ve Babaannem isimli kitapları, biotıbbın yetmezliğini fark etmiş, hayatın dertlerinin ilaçlarla tedavi edilemeyeceğini görmüş bir hekimden haber veriyordu. Ulusoy, insanın temel acılarının peşine düşmüş bir hekimdi. Yazdığı yazı ve kitaplarla, bu acıların nasıl bir boşlukta uç verdiğini gösteriyordu.
İnsanın Temel Acıları Üçlemesi’nin birinci kitabı Aynalar Koridorunda Aşk’ta insanın aşk hallerini konuşan Ulusoy, şimdi serinin ikinci kitabı “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” ile ölüme yoğunlaşıyor. Aşka düşmüşseniz ölüme de yakalanırsınız; ölümle birlikte var oluşu, ayrılığı, yok oluşu düşünürsünüz. Ölüm!... Ne muhteşem bir uyarıcıdır o! Bakmayın siz hayata. Hayatın çekiciliğini, buyurganlığını, cazibesini, kışkırtıcılığını bir de ölüm üzerinden okuyun! Pul pul döküldüğünü göreceksiniz, afili elbiselerinden soyunduğunu. Çıplak, en sahih ve doğru yüzüyle görünecektir. Varlığı, hayatı ve insanı ölüm belirler. Bu yüzden ölüme vurulmamış her bir şey doğru tartılmamış sayılır. Ancak ölümün doğruladığı şey ve hayatlar yaşanasıdır. Ölüm hayatın orta yerinde duran, durması gereken aydınlıktır. Ölümün yanı başında kurulmuş insan ve medeniyetler yaşatırken, ölüme yabancılaşmış insan ve yapılanmalar ise öldürür. Hayat ölüme yakınlıkta kurulur. Ölümü örtmekle, kuytulara sürmekle daha iyi bir hayatın mümkün olabileceği sanısı, büyük bir yalandır.
Kur’an, “Ölüm dahi, hayat gibi mahlûktur, hem bir nimettir” diyor. Saramogo, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş romanında, ölümün olmadığı yok bir ülkede ölümsüzlüğün nasıl bir bela olduğunu anlatır. Ölümün olmadığı o yok ülkede, hayat yaşanmaz hale gelir. Bir türlü ölmek bilmeyen yaralılarla, hastalarla, yaşlılarla dolu ev, hastane ve kurumlarda kokuşma ve çürüme başlar. Başta nimet gibi görünen ölümsüzlüğün aslında afet olduğunu gören ülke insanları, ölümün kıyısına kadar gelip ama bir türlü ölemeyen yakınlarını ölsünler diye komşu ülkeye taşımak zorunda kalırlar. Romanın sonunda anlarsınız ki, ölüm de hayat gibi insana çalışır. Oysa görünene kilitlenmiş nefs ve akıl bunu kabul edemiyor, ölümü yokluk olarak görüyor; insanın, her bir şeyin ölümle birlikte tefessüh ettiğini, söndüğünü, çürüdüğünü düşünür. İşte bu nefs ve akıl soruyor: Lezzetin ve hazzın bitimi olan ölüm, nasıl mahlûk ve nimet olabilir? Nefs ve akıldan mürekkep insanın temel sorusu budur. Bu soruya cevap bulmadan, hayatın tadını/tuzunu bilmez. Ölümü konuşmak zorundadır zira yaşamak için ölümü konuşmaya ihtiyacı var. Ölüm konuşulmaya başlandığında ise hayatın her bir hali ortaya dökülür. Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle anlatısında bunu yapıyor. Ölümü konuşmaya girişirken hayatın alfabesini söküyor. Artık şu çok açık ve nettir: Bir hayatperest olan pozitivizmde (seküler modern algıda) ölüm; korkunç, dekadans ve kötücül olandır. Pozitivizme yaslanan edebiyat ve sinemada, bu edebiyat ve sinemanın hem kaynağı hem de sonucu olan hayatlarda ölüm ‘korkunç’ olarak karşımıza çıkar. Buna karşın aşkın anlatılarda, bu anlatılardan beslenen algı ve hayatlarda ölüm, hem munis hem de iyileştirici bir şey olarak belirir. Ulusoy’un anlatısında karşımıza çıkan ölüm, hayatın boğazını sıkan değil, hayatın önünü açan, ona ışık düşüren bir şeydir. İslam’ın varlık ve hayat tasavvurundan beslenen bir nazarla, modern ve popüler algıların ölüme giydirdiği kara elbiseler yırtılıyor, ölüm çıplak, aydınlık yüzüyle görünür oluyor. Karalara bürünmüş ölümün kararttığı hayatların sahipleri renkleniyor. Dr Mavi, Beyaz’ın aydınlığında Eflatun’a, Kırmızı’ya, Kahverengi’ye, Eflatun’a, Yeşil’e el uzatıyor. Renklere düşmüş ölümün, ölümde kümelenmiş kaygıların, acıların, ayrılıkların diplerine bakılıyor, oralardan ışık, daha fazla bir ışıkla çıkılıyor.
İnsan nerede yaşar, konaklar? İnsan dalıp gider, dalıp gittiği yerde konaklar ve yaşar. İnsan niçin dalar? Dalar çünkü ‘şimdi’nin dayanılmaz bir ağırlığı vardır; dalarak, şimdiden geleceğe sarkarak rahatlar. An’ın kaskatılığından muhayyilenin sınırsızlığına sığınır. Kendisini kuşatan kaskatı an’dan firar eder, gider, kendince kurguladığı bir muhayyilede yaşar. Dalar, muhayyilesinde oturur ama geri de döner. An, yani şimdi, yani gerçeklik onu paçasından tutup kendine çeker. Dalıp gittiği yer onu tutamaz. O yorgun renklerin, dalıp giden, muhayyileye tutunan o fersiz bakışların yolları Dr Mavi’nin ofisinde kesişir. Dalıp gitmenin, kaçışın, muhayyilede tutunmanın çözüm olmadığıyla yüzleşirler. Ölümü çıplak, en sahici yüzüyle görürler. Yüzlerine, gözlerine ölüm aynası tutulur; aynada kendilerini görürler. Gözleri ve bakışları ölümle temizlenir, daha bir aydınlık bakarlar. Dr Mavi, her bir renge özen gösterir, çünkü ahlakın varlığa özen göstermek olduğunu bilir. Renkleri bozmadan, kırmadan, dökmeden kendilerine dokunur. Kendisine kalplerini açmış renklere kalbini açar.
Mustafa Ulusoy, Giderken Bana Bir Şeyler Söyle ile, ölümün içinden geçen renklerin geride bıraktıkları hayatları/hikayeleri/sözleri paylaşır bizimle. Hayat gibi ölümün de, hem mahlûk hem de nimet olduğunu anlatır. Feridüddin Attar, derdine derman arayan bülbül gibi değil, derdini seven âşıklar gibi şöyle diyordu: ‘Gıdan muradsızlık olmadıkça gafil gönlün nasıl uyansın? Dert sahibi ol ki derdin sana derman olsun. Ey yol eri, kitabıma şiir gözüyle ya da ululukla bakma. Kitabıma dertle bak da hiç olmazsa bendeki yüz dertten birine inan. İnsana dert lazımdır asıl, iş düşkünlüktedir. Kimin derdi varsa dilerim derman bulmasın. Kim derde düştükten sonra derman ararsa toprağın altına girsin, yaşamasın!’ Ulusoy, Attar gibi düşünüyor: Derdini sev; teslim ol ve kurtul, diyor.
1 yorum:
psikoloji ve psikiyatrist okumayı ben de çok severim m.ulusoyun da her hafta yazılarını okurum ama ilk roman hiç akıcı gelmedi bana roman tekniğini yeterli bulamadım belki de ben anlamadım iinci kitabı da bu yüzden almadım
ama dersin sev teslim l kurtula katılıyorum
Hakk'a tesim olan eşyayı teslim alır sezai karakoç tan dı değil mi
Yorum Gönder