14 Ağustos 2009 Cuma

Firar Mevsimidir

Yaşadığınız ve bildiğiniz üzere kent ve hayat, yaz mevsiminde sarı, nemli ve ağır sıcaklarda vıcık bir eriyiğe dönüyor. Bu mevsimde ev içleri hayata evlik edemiyor. Doğal olarak evlerden dışarıya firar oluyor; balkonlara, kentin serin mekânlarına, kıyılara kaçış...

'Dışarı'ya çıkabilmek bir imkândır. 'Ev'in dirilere kabir de olabileceğini, en çok dışarıya çıkamayanlar, yatalak hastalar bilir. Dışarıya çıkıldığı, başka yerlerde zaman geçirildiği için evler özlenebiliyor ve kendilerine dönülüyor. 'Ev'in ne mene bir şey olduğunu 'dışarı'da öğreniyoruz. Evlerimizin eksiğini veya fazlasını başka evleri görerek fark ediyoruz. Evlerimiz(d)e mahkûmsak, hiç şüphesiz o bize hapistir.
Sınırları iyice çizilmiş siyasi vatanları ve sosyolojik kimlikleri de böylesi bir ev gibi düşünürüm. Bir gün olsun sınırlarından dışarıya, başka ülkelere gidememiş 'vatandaş', ülkesin(d)e mahkûm biri gibi gelir bana. Başka bir ülkeyi görmediği için ülkesini her şey görmeye başlar ki, bu kendisi için yoksulluk alameti olur. Her ne olursa olsun ülkesinden çıkamadığı için de ülkesi ona zindan olur.
Yirmi birinci yüzyılın Misak-ı Milli Türkiye'si biraz böyledir. Artık bütün bir Türkiye'yi ifade edemediğini, bu yüzden ülkesini çizilmiş sınırlar içinde okuyan ve yaşayan 'vatandaş' bana yoksullaşmış bir mahkûm gibi gelir. Keskin hatlarla çizilmiş ve mayınlarla döşenmiş Misak-ı Milli sınırları kadar düşünen ve yaşayan 'vatandaş', sanki sarı sıcaklarda ev içlerinde yaşamak zorunda kalmış yatalak bir hastadır.
Çok renkten oluşmuş 'Büyük Türkiye'nin mevcut sınırlara mahkûm edildiğini, oysa Türkiye'yi ayrıcalıklı kılan unsurların dışarıda bırakıldığını biliyorum. Bunu, her yıl bu mevsimde bir grup arkadaşla bugünkü Türkiye'den 'Büyük Türkiye'ye yaptığım seyahatlerden biliyorum. İlk kez yurtdışına çıktığımda, Özbekistan'da Taşkent'i, Semerkant'ı, Buhara'yı gezdiğimde Türkiye'nin kuşatıcı müşfik ruhuyla karşılaştım. Sonra Suriye'de Halep'i, Hums'u, Hama'yı ve Şam'ı gezdiğimde; Balkanlar'da Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Kosova'yı gördüğümde Türkiye'nin küçüldüğünü, bir darlığa düştüğünü anladım. 'Çok şey'den 'bir şey'e düşmüş bir Türkiye'ye dönüyor olmanın hüznü içinde oldum.
Ve içine doğduğumuz sosyolojik kimlikler... Etnik ve kültürel adlandırmalar, 'çok şey' olma imkânıyla doğan insanı 'tek şey' yapıyorlar. Bu kimlikler içinde sadece Kürt, sadece Türk, sadece şu veya bu olunuyor. Hayata, insan gibi değil de bir Kürt veya bir Türk gibi gidiliyor. Böylesi yaşam 'insan'ı yaralayıp küçültüyor. Zira kendisini kuran alt kimlikle tutuluyor, böylelikle başka türlü kimliklerle karşılaşması ve tanışması engelleniyor. Tutuklu kaldığı kurmaca kimliğin dar pencerelerinden bakan insan, bu pencerelere sığmayan ne kadar şey/farklılık varsa, hepsi kendisi için dışarıda ve hükümsüz kalıyor.
Evet, ev içleri bir kez daha sarı sıcaklara teslim olmuş durumda. Hayat şimdi güneş görmeyen serin balkonlarda, denizin usulca sokulduğu koylarda, ovalara bakan dağ yamaçlarında, ağaç gölgeliklerinde... Mevsim, evlerden dışarıya uzanma vaktidir. Bugünkü Türkiye için de aynı şey geçerli. Hukuka oturmayan yapılanmaların hukuk dışı yönelimleri bitmek bilmiyor. Hepimize ait olan üzerinde kurulmuş 'gecekondu' tarzı bir iktidar biçimi olmadık yollar deniyor. Türkiye'yi Türkiyelilere bırakmak niyetinde değiller. Ülke hukuksuz gasplarla vuruluyor, kanunların darlığında kıstırarak yaşanamaz kılınıyor. Bu yetmiyor, ülkenin tarihinden ve sosyolojisinden çıkmış kimlikler de, hayata çalışacaklarına birbirlerine karşıtlıkta ölüm çoğaltıyorlar.
İYİMSER OLMAK İÇİN BİR NEDEN: EZBERLER BOZULDU
Epey yorulmuş, hayatın türlü yüzlerine yetmediği gibi hayatı eksilten, yaralayan, zehirleyen bu eskimiş Türkiye'ye mecbur değiliz. Değiliz çünkü kendi vatandaşlarını yaşatmaya yetmiyor. Büyümüş bir bedeni her tarafından sıkan/boğan bir eski elbise gibi duruyor. Vatandaşını yaşatmayan bir ülke, vatandaşından kendisini yaşatmasını bekleyemez. 'Büyük Türkiye'ye, sosyolojinin rahminde gelişen kimliklerden İNSAN'a gidişler kaçınılmazdır. O çizilmiş sınırlara sığmayan Türkiye görülmeli, mekânı ve tarihi önemsizleştiren zirvedeki İNSAN bilinmeli ki bugünün cenderesinden çıkılabilsin.
Türkiye işte bu sebeple, etrafında çizilmiş yüzyıllık sınırlardan firar etmelidir. Türkiyeli de, bugünkünden çok farklı olan/olması gereken Türkiye ile tanışmalıdır. Hem Türkiye hem de Türkiyeli, tarihinin ve sosyolojisinin doğal sonuçları olan kimlikleri kabullenmeli, bu kimliklerin görünürlüklerine kem gözle bakmamalı, bu kimliklerin sahipleri ise varlıklarını başkalarının varlığıyla birlikte düşünmeliler. 'Başkası'nı 'tanımlamak' değil, 'tanımak' esas olmalı. Zira tanımlamak kendimizi dayatmak iken, tanımak ise kendimizde ona yer açmaktır. Ve 'biz'den farklı olanı 'hoş görmek' değil, ona 'rıza' göstermek, yani kendisinden 'razı' olmak gerekiyor. Çünkü hoş görmek kendimizi asıl ve üst görmek iken, rıza göstermek ve razı olmak ise bir eşitlenmedir.
İyimseriz. Çünkü Türkiye karıştı, ezberi bozuldu. Hayatın göğsünden çıkıp böğrüne çarpan rüzgârlarla 'eski olan'da kalamayacağını gördü. Ve Türkiyeli de uyandı. Üzerindeki yorganı kaldırıp ayaklanmış gözüküyor. Aldığı evin odalarını gezen, her bir köşesini dokunarak tanıyan ev sahibi gibi ülkesinin farklılarıyla temasa geçen bir Türkiyelilik hali yaşanıyor. Diri vicdanlara sahip, dar kimliklerden çıkıp açık havalarda daha üst daha yatay üst kimlikler edinmiş insanlar yan yana gelmeye, kol kola girmeye başladılar. Bu çok renkli Türkiye, 'tünel'den çıkıp 'meydan'a yürüyor. 'Bir' olmak için değil, 'beraber' yaşamak için...
Zaman Gazetesi, 14.08.2009

1 yorum:

Unknown dedi ki...

iyi yazıydı geçen hafta istanbula giderken otobanda sesli okumuştum nasıl güzel bir uslubunuz var hissettiğim şeyleri bu kadar güzel yazabilen çok yazarım yok ve siz iyi ki varsınız
handan

Yorum Gönder