23 Haziran 2009 Salı

‘Bütün’den kopuşlar meseli

Metin Karabaşoğlu’nun Nesil Yayınları’nda yeni baskısı çıkan Kertenkele Çukuru kitabı, Hz Peygember’in şu hadisinden ismini almış: “Ebu Said el Hudri (r.a) şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v) ‘Şüphesiz ki sizler, kendinizden önceki milletlerin yoluna karışı karışına, arşını arşınına, tıpatıp muhakkak uyacaksınız. O dereceye kadar ki, şayet o ümmetler bir kelerin (kertenkele) deliğine girseler, siz de muhakkak onlara tabi olmaya çalışacaksınız’ buyurdular. Biz, ‘Ya Rasulullah bu ümmetler Yahudiler ile Hıristiyanlar mıdır?’ diye sorduk. Rasulullah ‘Onlardan başka kimler olacak?’ diye buyurdu.” Hiç şüphesiz bu hadis, Hz Peygamber’in öngörüsüne işaret ediyor. Soru şu: Yahudiler ve Hıristiyanların düştükleri keler (kertenkele) çukuru nedir ve Müslümanlar da buna düşmüşler midir? Karabaşoğlu, kitabını oluşturan üç konuyu; dünyevileşme, milliyetçilik ve Kemalizm durumlarını, ‘kertenkele çukuru’ olarak tanımlıyor. Bu üç durumun ithal mevzular olduğunu, ancak Müslümanların da bu mevzularla yaralandığını söylüyor. Dünyevileştikleri, dine mugayir bir hal olan ‘milliyetperver’liğe tutuldukları, arkasından, Hz Peygamber’in bir başka hadisinde işaret ettiği ‘ısırıcı saltanat’ların sonuçlarına maruz kaldıkları gerçeğine işaret ediyor.
Karabaşoğlu dünyevileşmeyi, milliyetçiliği ve Kemalizm’i, teorik çalışmaların o çok alengirli diliyle okumuyor. Türkçe’de yazılmış, ama asla yerelliğe sığmayacak kuşatıcılıkta varlığı, insanı ve hayatı karşılayan Said Nursi’nin mümince tasavvuru içinde bu meselelerin kodlarını çözüyor. Tarihin ve sosyolojinin kurduğu toplumsallığın diliyle değil, insanın ontolojisinden çıkmış bir dille, ‘kentenkele çukuru’nun üç atlısını deşifre ediyor. Şöyle ki: Dünyevileşmek, dünyayı dine tercih etmektir. Dünyevileşmede insanı kuran, onu hayatın içine taşıyan, hayatta tercihini belirleyen arketip Allah’ın muradı ve rızası, yani din değildir. Dünyevileşmede insan kül-i aklı değil, cüz-i aklı rehber edinir. Cüz-i aklın belirlediği ‘doğru’ üzerinden yürür, ‘nefs’in ‘evet’lediği duraklarda konuklar. Öncelik ‘kendisi’dir; ‘doğru’ ve ‘hakikat’in belirleyicisi odur. Dünyevileşmiş Müslümanın zihni, felsefi olarak hayatı dünya ile sınırlandırmasa da, hayat dünyadan ibaretmiş gibi bir hissiyat içinde çalışır. Kendini dünyanın parametrelerine, olmazsa olmazlarına göre konumlandırır. ‘İktidar’, gücün bütün dinamikleri, dünyanın haz unsurları, onun kalbinde kendilerine genişçe bir yer bulurlar. Ahrete bakan yüzleri köreltilmiş, ‘yeryüzü cenneti’nin kuruluşunda ‘ara elaman’ mertebesine indirgenmiş Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin müntesipleri gibi, dünyevileşmiş Müslüman da bir ‘yeryüzü cenneti’ peşindedir. O da sabah akşam iktidar, güç ve haz tarafından kurulup yıkılır.
Karabaşoğlu’nun milliyetçilik okumaları da şöyledir: Kül-i aklı devre dışı bırakmış, cüz-i aklı hakikatin menşei bilmiş materyalist felsefe der ki, fertleri ‘bir’leştiren hamur milliyetçiliktir. Böylelikle milliyetçilik üzerinden, bütün ‘parça’lanır; ‘bütün’de ‘bir’leşmeyi değil, Arap, Türk ve Kürt olmakta ayrışmayı yeğler. Milliyetçilik hem ‘bütün’ü parçalar, hem ‘parça’yı ‘bütün’müş görür, hem de ‘parça’ları birbiriyle boğuşturur. Karabaşoğlu, milliyetçilikle ilgili yapılmış o uzun teorik tartışmalara girmeden, insanın yeryüzüne bırakılmışlığı üzerinden okumalarını yapıyor. Dünyaya bırakılan insanın ‘ne’liğine dair yaptığı okumalarla, dünyanın dahi insana ‘ev-yuva-vatan’ olamadığı bir gerçeklikte tarihin ve sosyolojinin kurduğu kimlik ve vatanların haydi haydi insanın yurdu olamayacağını gösteriyor. Karabaşoğlu, insanı, hapishaneye dönüşmüş kurmaca kimlik ve vatanlardan dışarıya, oksijeni bol bir ‘bütün’e çağırıyor. Arap, Türk ve Kürt olmanın/olmaya çalışmanın esas olmadığını, insanın yüklendiği emanetin onu ‘insan-ı kâmil’ olmaya götürdüğünü, götürmesi gerektiğini söylüyor.
Kertenkele Çukuru’nun üçüncü konusu Kemalizm ise, her ne kadar yerel bir mesele görünse de, niteliği ve sonuçları itibarıyla genel bir durum arzediyor. Karabaşoğlu, Kemalizm’in yerel yüzünü okurken genel ile olan akrabalığını gösteriyor. Hz Peygamber’in hadisi şöyleydi: “Benden sonra otuz sene hilafet vardır, ondan sonrası ısırıcı saltanattır.” Hz Peygamber bu hadisiyle, kurdun kaptığı kuzunun hesabını kendine soran bir yönetimden, idaresini aldığı mekânı ve toplulukları kendi şahsi iktidarı içinde hapseden ‘ısırıcı saltanat’lara işaret ediyordu. İktidara yürürken yolunu kapatan, kapatıyor gibi görünen her bir şeyi yıkan; iktidardayken, nefeslenmek için dahi olsa yukarılara çıkmaya çalışan alttakileri biteviye bastıran; o akışkan, o her an yeni bir şey olarak var olan hayatı oturduğu yerin darlığında boğan ‘ısırıcı saltanat’, biliyoruz ki yerel değil, bir insanlık durumu olarak ‘genel’dir. Ve Kemalizm, dünyanın taşrası Türkiye’de, bir ‘ısırıcı saltanat’ olarak yaşanmış ve yorumlanmıştır. Zaman ve mekânla kayıtlı birinin dünyayı kendince yorumlayışı, dünyasının imkânları içinde bir dil kurması hiç şüphesiz anlaşılır bir şeydir. Kendi mekân ve zamanında uygulanabilir/anlaşılabilirliği olan bu dilin bütün zaman ve mekânlara giydirilmeye çalışılması ise, en hafifinden anakronizmdir. Kemalizm üzerinden Türkiye’de bu yaşanmış, geçmiş ve gelecek kişisel bir okuma ve yorumlamanın içinde tutulmuş, hayat orada hapsedilmiştir. En acısı bu, ‘kişi’den bağımsız gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal’in ismi ve dünyasından devşirilen Kemalizm, Mustafa Kemal’in büyük ihtimalle öngörmediği yerlere taşınmıştır. Türkiye’nin, tarihin, hayatın başka türlü de okunabileceğini söyleyen herkes, ‘ısırıcı saltanat’a dönüştürülmüş Kemalizm için ‘lokma’ mesabesinde görülmüştür.
Hem dünyevileşme, hem milliyetçilik, hem de bir ‘ısırıcı saltanat’ olarak yaşanmış ve yorumlanmış Kemalizm, insanı ‘bütün’den koparıp ‘parça’ya sığdıran durumlardır. Dünyevileşme hayatı dünya ile sınırlandırırken, milliyetçilik kişiyi ‘insan’dan kopartıp etnisiteye hapsediyor. Kemalizm de, birçok ses ve renkten oluşmuş bir Türkiye’yi ‘tek’liğe indirgiyor. Kertenkele Çukuru’nda bu ‘bütün’den kopuşlar anlatılırken, insanın yurdu olan ‘bütün’e de işaret ediliyor.

16 Haziran 2009 Salı

İmamesi Kopmuş Günler

Biz neysek, bir dönem ‘biz’e ev olmuş ‘bir yer’, zaman içinde kendisinden koptuğumuz bir şeye dönüşse de yine de kopuşumuzu sağlıklı kılar. Çünkü bu yer, ‘nereden’ ayrıldığımızı belirler. Nereden ayrıldığımızı bilirsek, neye varacağımızı bilmesek de nereye dönmeyeceğimizi biliriz. Ayrıldığımız yer sırtımızı döndüğümüz (sırtımızı yasladığımız) bir yerdir. Bir nirengi noktasıdır burası. Diyebiliriz ki bu yer, bundan sonraki yolculuğumuzun sağlık işaretidir. O bizim için orada öylece duracak bir nokta olacaktır. Yolculuğumuzun bir aşamasında şaşırırsak, ‘nereye geldik böyle, bundan sonrası nereye gideriz?’ şaşkınlığı içinde kalırsak, dönüp koptuğumuz noktaya bakarız.
Büyük anlatılar da hayatlar ve insanlar için bu derece hayati şeylerdir. İnsan daha çok büyük anlatıların içinde kendini kurar; ontolojisini belirler; varoluşsal soru(n)larına cevap bulur. Büyük anlatının aynasında insan kendisini bir bütün halinde görür; omurgası ve ruhu olan bir bütün… Büyük anlatıya göre insan bir şeydir; anlamı olan, dolayısıyla şizofreniden ve parçalanmışlıktan kurtulmuş bir şey… Büyük anlatısı içinde bulduğu anlam ile kendini bulmuş (bilmiş) insan, ‘kendinden’ kalkarak bir hayat kurar. Kendince olan bir ilişki ağı içinde bulur kendini. Böylelikle kendinin ve ilişki ağının (toplumsallığının) anlamı, kokusu ve rengi olur. Tanımlanabilir bir şey olması hasebiyle sınırlanmış olur ama anlamlı oluşuyla da bir değere işaret eder.
Büyük anlatılar, daha çok ‘aşkın’ olanı işaretliyorlardı. Modernite denen şey ise, bu büyük anlatıların altını değil üstünü çizen bir şey oldu. Büyük anlatıları hükümsüzleştirip insanı aşkın olandan sürgün eden modernite, hayatı, insanı ve anlamı seküler olanın içinde kurmaya çalıştı. Tanrı’ya yaslanmaktan ve teslim olmaktan vazgeçerek özgürleşebileceğini düşünen insan bütün yükü omuzlarına aldı. Tanrı’ya sırtını dönüp tanrılaşmaya doğru yol aldı. Tanrı’nın etrafında kurulmuş büyük anlatıların kuşatıcı kuruculuğuna yabancılaşıp, haddini bilmeyen bir aklın peşine düştü. ‘Ben’i, ‘sen’i ve ‘diğerleri’ni içine alan büyük anlatılardan uzaklarda ben, sen ve diğerleri yalnız başımıza kaldık. Birbirimizin bir şeyi olmaktan çıkıp yabancılaştık. Dolayısıyla herkes kendine, aklına kaldı. Bundan böyle ne düşündüysek yalnız kendimiz için düşünür olduk ve düşünür olduklarımız sadece kendimiz için geçerli olabildi. Ben bir şey, sen başka bir şey, diğerleri başka türlü şeyler düşündü. Daha da koptuk birbirimizden. Hayatın orta yerinde tek başlarımıza kaldık.
Kendimizi tek başınalığımızın rehavetine bırakmışken, tam da böyle özgür olduğumuzu ve özgür kaldığımızı sandık. Yalnız başınalığımızın bizi birileri için kolay av kıldığını unuttuk. Bizi böyle yalnız başına gören birileri bundan yararlanarak ortaya projelerini sürdüler. Ne bizi güvenceye alan büyük anlatılarımız vardı, ne de bizi bir yerde tutan doğrularımız ve yanlışlarımız. Şekillenmeye hazırdık. O ‘birileri’ buradan hareketle ‘iç’lerimize karıştılar. Karıştık. Evrildik. Projelere göre şekillendik. Bu projeler tersten büyük anlatı oldular. Kendi anlatılarımızla bir omurgaya/şahsiyete sahipken, bu yeni anlatılarla çözüldük. Yeni durumlara göre parçalandık. Herkes için geçerli doğrular ve vazgeçilmezler yoktu artık, her yeni günle birlikte doğrular değişti.
Modernite ‘aşkın’ büyük anlatılarımızın hükümsüzleşmesiyse, postmodernite ise ‘bütün’den kopmuşluğun, parçalanmışlığın, şizofrenin anlamsızlığı ve ‘hiç’liğidir. Ve bu ikili üzerimizden geçti Bugün bu iki dalganın artığı bir hayatı yaşıyoruz. İmamesi kopmuş tespih taneleri gibi bütünlükten kopmuş, ortalığa saçılmış günler geçiriyoruz. Üst üste yığsak da bir bütün oluşturmayan, olsa olsa parçalı ve şizofren ucube bir toplam oluşturan günler. Bir anlam içinde geçmeyen ve bir anlamı büyütmeyen günler. Orta malı kaygılarla geçen, bir ‘bütün’e tuğla olamayan, dolayısıyla hayatı ‘oya’lamayan, oyalan günler… Her halleriyle günlerimiz bir savaşın sonrasında gözüken parçalanmayı ve kakafoniyi gösteriyor. Savaşın artığı günlerdir bunlar. Bir savaş geçirmiş, günlerimizi bir bütünlük içinde tutan ‘imame’ koparılmıştır. Nasıl bir savaşın koptuğunu, günlerimizin, dolayısıyla hayatımızın nasıl bir savrulma içinde geçtiğini anlamak gerekiyor. İşte bu sebeple, Nazife Şişman’ın bugünlerde okuduğum Günün Kısa Tarihi kitabına (Timaş Yayınları) dikkat çekmek istiyorum.
Günün Kısa Tarihi, yaşadığımız günleri, içinden ama bakılabilecek mesafede de durarak okuyan bir sosyal bilimcinin gözlemlerinden oluşuyor. Şişman bu kitabında, ‘dün ne idik, bugün ne olduk?’ sorusunun cevabını ararken, yaşanmakta olanı idrak edip kavramsallaştırıyor. Çok parçalı gerçekliğin fotoğrafını verip bunu anlamaya çalışırken ‘hakikat’in altını çiziyor. Eylemesini şöyle temellendiriyor: “Parçalardan bir bütüne varmak, gerçeklikten hakikat devşirmek, yeryüzündeki anlamlılığını kendi kendine bulabileceğini zanneden insanın iddiası. Biz ise, tasavvurumuzda büyük bir resim olmadan parçaları birleştirmemizin imkânsızlığına inanırız. Ve biliriz ki, bu büyük resmi ne tarih ne sosyoloji ne de başka bir bilim temin edebilir. Yani ne, kim ve nerede olduğumuz sorusunun cevabını tarih ve sosyolojinin alanına hapsetmek, düşülebilecek en büyük yanılgıdır. Müslümanlar, insanın mahiyetine dair cevaplarını, ahlaki bir konumda idrak ederler. Ve fakat hakikati tecrübe edebilmek için zaman ve mekân boyutunda bir şuura da ihtiyaç duyarlar. Hakikatin insan gerçeğine ışık tutan bir anlama kavuşabilmesi için bugünün içinden, tarihsellik içinden konuşmaya ihtiyacı vardır insanın.”
Ambalajlı Mutluluk, Seküler Hayaller Rüyasız Zamanlar ve Seyirlik Dünya başlıkları altında toplanan, yazarın kendisini içine katarak yaptığı okumalardan oluşan Dünyanın Kısa Tarihi şimdiye dikkat çekiyor. Parçalanmışlıkla malul şimdiye. Hızlı ve yoğun yaşadığımız için hiç düşünmeden geçirdiğimiz şimdiye. Ve şimdinin içerisindeki değişime, dönüşüme, karmaşaya. Her şeye rağmen bütünü kaybetmeden yaşamanın yollarını arıyor. Hakikatin insan gerçeğine ışık tutan bir anlama kavuşabilmesi için…

14 Haziran 2009 Pazar

Zilha Günü’nde ‘kadın-insan’ olmak

Hadi itiraf edelim; ‘kadın’ konusunda bizi sınıfta bırakacak bir karnemiz var. Bizim buralarda kadına dair kurulan her cümlede vicdana oturmayan hallerimizden haber var. Hayatı kendileriyle birlikte yaşamıyor, hayat(lar)ımızın içinde, işimizi kolaylaştıran bir ‘şey’ gibi duruyorlar; bizden farklı ve bize eşit değil, bize eklenmiş bir şey olarak… Kendilerini yaşamıyorlar, yaşantılarımıza yardımcı bir unsur gibi katılıyorlar. Sanki bizler asiliz, onlar ise ayrıntı… Bizim için var olduklarını sandığımız… Ve böyle sandığımız için de, onlara rağmen onlar için çok şey yapıyor, kendilerine dair cümle kurmakta kendimizi epeyce özgür ve rahat hissediyoruz. ‘O’ndan değil, kendimizden hareketle ‘o’nu konuşuyoruz. Kendisinden, sanki ruhsuz ve cansız bir nesneymiş gibi bahsedebiliyoruz. Üzerinde mühendislik çalışması yapabildiğimiz bir ‘konu’ oluyor sadece; kırılabilen/incinebilen bir kalbi olmayan, salt bir ‘konu’ gibi duruyor kadın hayatta. Biyolojisi/beğenisi/giysisi üzerinden kendisini konuşuyor ve kuruyormuşuz gibi yaparken dahi kendimizi parlatıyoruz; onu beğenilerimize/arzularımıza/iktidarlarımıza nesne yapıyoruz.
Erkekçe kurgulanmış ve böyle yaşanmaya devam bu gerçeklik içinde kendini ‘insan’ kılmak kaygısına sahip bir erkek olarak, ‘kadın’ı öldürmek gibi büyük bir günahı işlediğimizi düşünüyorum. Bütün bir yaşanmışlığımız, bu ‘erkek günahı’nın izleriyle lekeli. Hayata bizimle birlikte doğan ‘kadın/insan’ kardeşime karşı kendimi derin bir mahcubiyet içinde hissediyorum. Bundan mıdır bilmem; sesini duyduğum, bir şekilde karşılaştığım, hikâyesine vakıf olduğum her kadın yüze içimi/kulağımı/kalbimi açıyorum. Bir ‘kadın/insan’ konuşmaya başlayınca kulağımı dört açıyorum. Konuşmalarıyla, yazdıklarıyla ve eyledikleriyle hayata katılan, etraflarında kötüce çevrilmiş kuşatmayı yaran her bir kadın yüreğine/zihnine alabildiğince açık tutuyorum kendimi. Onlar benim için ‘kadın/insan’ kardeşlerimken, kendimi onların ‘erkek/insan’ kardeşi olarak görüyorum. Yaratılışta kendimi onlarla eşit görüyor, tarihin ve sosyolojinin payıma düşürdüğü ayrıcalıkları da kendime yakışır bulmuyorum. İçine doğduğum erkeksi dünyanın bana verdiği ayrıcalıkların insan oluşuma yarar şeyler olmadığını biliyor, bunların beni insan değil sadece ‘erkek’ kıldıklarını düşünüyorum. Bu yüzden, evet bu yüzden, her ‘kadın/insan’ yüzünü/sözünü/hikâyesini çok, ama çok önemsiyorum.
Tarihin ve sosyolojinin ördüğü kuşatmayı yaran/yarmaya devam eden ‘kadın/insan’ yazarlarım var. Yıldız Ramazanoğlu bunlardan biridir. Ramazanoğlu, kalbine ve vicdanına yaslanarak hikâyesini kuran bir aktivist, bir yazar, bir hikâyecidir. Gittiği ülkelerde, eylediklerinde ve yazdıklarında altını çizdiği şey, daha fazla insan olmaklığımızdır. Biyolojik/kültürel/etik/dini insan ölümlerinin önüne geçmek için gidiyor, konuşuyor ve yazıyor. Bir ‘kadın/insan’ olarak, erkek-kadın insan kardeşlerinin dirimine çalışıyor. Yıldız Ramazanoğlu’nun isminin geçtiği her yerde gönül rahatlığıyla bulunabileceğimi, çünkü onun hep insanın olduğu yere koştuğunu biliyorum. Yazdığı her bir yazının ve hikâyenin okuyucusuyum. Kendisini okumalarımda görüyorum ki, hep insanlığımızı çoğaltıyor. Derin Siyah ve Kırmızı isimli hikâye kitaplarından sonra yenilerde yayımlanan Zilha Günü (Timaş Yayınları) başlıklı hikâye kitabını da okudum. Başörtüsü üzerinden, kadının yine, tekrar, bir kez daha iğdiş edildiği bugünlerde Zilha Günü’ne doluşmuş hikâyelere açtım kendimi. Kadın denen ontolojik evren kalbime/vicdanıma/zihnime ev oldu. Gece Kuşu, Teyzemin Aynasız Günü, Anemon Çiçeği, Cemil Bey’in Melankolik Karısı, Gast Arbeiter ve Zilha başlıklı altı hikâyede, bir evin altı odasında oturur gibi oturdum. Her bir hikâyede, Zilha Günü’nün her bir odasında ‘kadın/insan’a vurmuş hayatın yüzlerini okudum ve düşündüm. Gece Kuşu’nda, babası ölmüş yetim kızın kendini İstanbul’a vuruşunu, bir yığın şey içinde yalnız kalışını, bu yalnızlıkta kendini kuruşunu gördüm. Teyzemin Aynasız Günü’nde, erkek dünyası için dekoratif bir şeye dönüş(türül)müş kadının yaralanmışlığını hissettim içimde. Bu yaralanmışlığı besleyen erkek algısına yazıklar çektim. Anemon Çiçeği’nde, epey problemli ‘yaşam-sevici’liğin dünyasında bir kadın olarak çalışmanın, bir kadın olarak incinmeden yaşamanın yorgunluğunu hisseden o kadın oldum. Cemil Bey’in Melankolik Karısı’nda; o coşkulu, yorulmak nedir bilmez hayat kurucu kadınlığın incelikli ve vefalı dünyasına girerken, vefasızlığa da hayıflar ettim. Gast Arbeiter’de uzaklara sürgün olmuş, hep hayatın olmadığı yerde yaşar olmuş, ama yine de kendi yurdunda bir hayat kurmak isteyen bir kadının ölümünde içim cızz etti. Ve Zilha’da kendimi bir tramvayda buldum; bir kadının gözlerine düşen her bir fotoğrafı o kadın kahramanla birlikte okudum.
Zilha Günü, ödüllü bir hikâyecinin okuyucuyu içine alan altı hikâyesinden oluşuyor. Kıvamını bulmuş bir Türkçe ve sağlam bir kurgu üzerinden akan hikâyelerin hepsi ‘kadın’da buluşuyor. Bu, özellikle ‘kadın’ı yazmak istemekle ilgili bir durum değil diye düşünüyorum. Sonuçta yazıcı/hikâyeci kendi evreninden hikâyeler kurar, yazarken kendini yazar. Ki Zilha Günü’nü oluşturan hikâyeler ‘kadın’da buluşsa da, salt kadınlık durumlarını anlatmıyorlar, kadın üzerinden hayat ve insanlık durumlarını da gösteriyorlar.

12 Haziran 2009 Cuma

‘Enseleri açık’ların ‘derin siyah’lıkları

Hakikatin taliplisi bir yazarın metinlerinde karşılaşmıştım. Modern kentlerin alımlı bulvarlarında enseleri güneşe açık yürüyen insanlar anlatılıyordu. Yolun sağında veya solunda sıralanan ışıltılı adreslere bakarak değil, her daim başları öne eğik yürüdükleri için enseleri güneşe açık duruyordu. ‘Dışarı’da ve mekânda yaşıyor görünseler de, içlerine düşmüş, orada yolculuk yapan insanlardı. O kadar içlerine düşmüş ve kendilerinde kalmışlardır ki, etraflarında uçuşan onca ses ve renk başlarını kendilerine çeviremiyordur; başları hep böyle öne, yani içlerine düştüğünden, enseleri açıkta, güneşe açık kalıyordur.

Kentte, kalabalıkta, bulvarlarda, hayatın orta yerinde baş önde yürümek; mutlu eder veya etmez, sadece hakikatin taliplisi olmayı imleyen bir duruşa imgedir. Böyledir çünkü, açıkta; güneşin, diyebiliriz ki hayatın her türlüsüne maruz bir vaziyette ‘derin siyah’laşan enselere sahip insanları tanıdığımı söyleyebilirim. Şimdilerde insanları ikiye ayırıyorum: başları önde yürüyenler (güneşe açık ‘derin siyah’ enseliler) ve başları kalkık yürüyenler (hayata maruz kalmamışlığı imleyen masum olmayan açık renkli enseliler)… Kendimi içlerinde hissettiğim, kendime yakın bulduğum ‘derin siyah’ enseliler için başka türlü bir ‘biz’ diyorum. Doyumsuz bir uygarlığın kurduğu tantanalı, gürültülü, alımlı, ‘hız’lı kentlerin ve hayatların içinde ‘biz’lerden düşmüş insanların oluşturduğu başka türlü bir ‘biz’dir bu. Örtülerek ve giydirilerek artık öldürülmüş olsalar da, yine de kalplerden ve vicdanlardan gizlenen/kaçırılan kuytulara, kuytulardaki ayrıntılara vuran hakikatin o ‘derin siyah’ ağırlığına açık bir hayatı heceleyip duran sahih insanların ‘biz’i…

Bu ‘biz’den insanların boyunlarında tek bir muska vardır: Dipdiri bir vicdan ve baştan ayağa merhamet kesilmiş bir kalp… Evet, bunların enseleri güneşe (hayata) açıktır; kalpleri ve vicdanları da… Yaşanan her şey bu sebeple kalplerine ve vicdanlarına vuruyor.
Bu ‘biz’den biri olmanın kederli ama diri, mutsuz ama huzurlu, ‘derin siyah’ ama aydınlığa en yakın, yalnız ama içi o kadar kalabalık yaşarken, ışıltılı kentlerin ve hayatların paketleyip sunduğu reçetelere uzak dururken Derin Siyah’tan, içimin kıyılarına hep vurdukları için önceden bildiğim hikâyeler okudum. Kalbimin coğrafyasında gezer gibi, vicdanımı ayaklandıran yüzlere bakar gibi oldum. Derin Siyah; hakikatin, sadece hakikatin taliplisi bir ‘göz’ün rehberliğinde görebileceğimiz ayrıntıların, ‘büyük hikâye’lerin otoriter cüsseleri altında kalan ‘küçük hikâye’lerin vurguladığı, altını çizdikleri büyük hakikati duyuruyor ve hissettiriyor. Hikâyelerin kurgusu, dili ve doğasıyla ilgili değilim. Meselem zarf değil, bu başka bir şey! Altlarda kaldığı için, hayatın da bizim de altlara düşmemize sebep olan ‘öz’ün yeniden başlığa çekilmesine, hayatlara sızmasına çalışan bir dilden, bir gözü açıklık durumundan bahsediyorum. Dipdiri bir vicdana ve baştan ayağa merhamet kesilmiş bir kalbe sahip hikâyecinin/yazarın, köreltici gerçekliklerin bizden uzağa ittiği büyük hakikate kapı aralayan küçük hikâyelerinden… Yıldız Ramazanoğlu’nun, Türkiye Yazarlar Birliği ödülünü almış Derin Siyah isimli hikâye kitabından söz ediyorum.

On bir kapılı bir evren olan Derin Siyah’a Mehtap Turu’yla giriş yapıyorum. İki yalnız kadın karşılıyor beni. Işıkları söndürülmüş evin balkonundan, bir ‘kıyı’dan ‘herkes’in şamatasını seyrediyorlar. Bir şekilde ‘herkes’ten düşmüş olmanın, yalnız başına kendileriyle kalmanın rahatsızlığını yaşıyorlar. ‘Herkes’ isimli bir geminin yolcularına karışsalar da kendilerinden kurtulamazlar. Birinin eşi yitmiş, diğeri de eşini kaybetmek üzeredir. Biri özlem çekmekte, diğeri tedirginlik duymakta, ama ikisi de ‘durum’dan hoşnut değildir. Hoşnut olmayan, gözlerine derinliğince bakılmayan iki yalnız kadının gazetelere manşet olmayan hüznü, derin siyahlıkları gemiyi, hayatı dolduruyor. Birlikte oldukları topluluktan ayrı bir yol tutturan bu iki kadının gözlerine derin derin baktıktan sonra evrenin Ses Tutulması kapısından içeri giriyorum. Şafaktan önce her bir şeye değerek geçen, açık pencerelerden içeriye akasyaların kokusunu dolduran, geçmiş zaman insanlarını uykularından çekip diri bir zamanın içine taşıyan ama modern zaman insanlarına ulaşamayan bir sesin tutulmasına kulak veriyorum. Bu sesin tutulmasıyla gecenin, şafağın, uykunun, gündüzün, mesainin, bütünüyle hayatın neye dönüştüğünü hissederken Mor Gülümseme’ye yakalanıyorum. Cepleri kabarık erkekler tarafından seçilmiş şık kadınlardan olma çocukların gösterisinin ortasında payıma derin bir hüzün, mor bir gülümseme düşüyor. Rahatsız edici sözlerin sahibi ve savunucusu bir babadan olma çocuğuyla çatı katında ‘iç’ini açan bir kadın ile çığırtkan bir gösteri arasında gidip geliyorum. Yol Hikâyesi’nde ‘artık her şey kalbime vuruyor. Yol içinde yollar gidiyorum. Ayrıntılara takılıyorum. Yol bir metafora dönüşüyor. Arabayı tenhaya çekip babası ölmüş küçük bir kız gibi ağlıyorum hayali kahramanlara.’ Gittikçe bir gürültü kesilen hayatta derin siperler kazıp kendini oraya kilitleyen kadınların ve erkeklerin coşkusuz/renksiz dünyaları Milenyum Acısı’nı hediye ediyor bana. İktidara geçen gürültüye karşı kazılmış derin siperler çözüm olamıyor bana. Geçiyorum bunu. Ağrı Prensesi’nden kayda geçmeyen, üzerinden gelinemeyen ‘can ağrısı’nı öğreniyorum. İçimin derinliklerinde, derimin hemen altında ya da kalp kapakçılarımdan birinin bir köşesinde minik bir ağrı oluşuyor. Bu ağrıyı hiçbir sağaltıcının yakalamayacağını, bunun özel bir ağrı olduğunu fark ediyorum. Omega’da, sahih bir zamandan köksüz ve yönsüz bir zamana düşmüş Saatçi Osman Bey’in dükkânına yolum düşüyor. İstanbul’a okumak üzere gelmiş bir Anadolu delikanlısı oluyorum. Osman Bey’in çektiği her derin nefes, dükkâna İstanbul’un eski(meyen) halini dolduruyor. Görüyorum ki bu dükkân Osman Bey’e ve bizim gibilere bir sığınak. Artık sığınaklardayız. Çünkü sokaklar dişleri sıkık gençlerin, hırstan gerilmiş insanların, yaya geçitlerinde yayaların üzerine yürüyen arabaların istilası altında. Sığınaklarında yaşayabildiğimiz kentin Tuhaf Bir Sabahı’nda hüzne, felsefeye, şiire, geçmiş zamanın geçmeyen derinliğine konu insanların ortasında kalıyorum. Gece yağmış bir yağmurun yıkadığı sokakta sokağı, ağaçları, kedileri, evsizleri, içlerinde yaşayıp giden delileri fark ediyor, bütün gün kim olduğumu unutturan günlük telaşenin örttüğü yüzleri seçerken kendimle karşılaşıyorum. Kalbimin esaslı konuğu sükûnetin yurdu Köyün İlk Günü’nde, şehirlerde rastlamadığım insan bakışlarına konu oluyorum. Bu gözler, sanki olan biteni çözmüşler gibi. Toprağın hem altına hem üstüne yakın yaşayan insanların arasındayım. Ayaklarımın ucuna basarak yaşarken, yani hayatı, yani toprağı, yani börtü böceği, yani minimal olanı hissederken Kriz’e düşmüş kent görüntüleri geçiyor gözlerimin önünden. Bir bir kapanan kepenkler, işsiz ve aşsız kalan gözlerin derin boşluğu… Ortalık Derin Siyah’a kalıyor. Masaldan düşmüş, monitörlerin ışıklarına yakalanmış kent insanının etrafında dönüyor hayat. Bir koşturma, bir mücadele, bir savaş… ‘Başkası’nın sinmediği, insansız bencil bir hayat… Başkasıyla aramızda camlar yükseliyor. Küçük hikâyelerde yaşanan derin siyahlıklarla aramıza giren duvarlar ve camlar bizleri daha iyi kılmıyor, kirletiyor.

O ‘derin siyah’ gözlere bakıp korunaklı hayatlarımızdan düşelim diyorum. Zira ancak düşerek ayağa kalkabiliriz.

11 Haziran 2009 Perşembe

Nihat Dağlı`ya Mektup

Sevgili Nihat abi,
Bütün yazılarını bana gönderilmiş birer mektup gibi okudum hep. İnce bir hüzün taşıyan mektuplarınla kimi zaman yağmura tutuldum, kimi zaman kelimelerin tufanında savruldum…
Sen mektup yazmayı seversin. Elbet mektup yazan birisi mektup almayı da sever. Bu da ‘Hiç Kimse’den sana yazılmış bir mektup olsun…
İnsanların şehirden şehre taşıdığı yanından ayıramadığı kitaplar, yazarlar vardır. Konya, Erzurum, İzmir, Manisa, İstanbul… Şehir duraklarımın hepsinde de kelimeleri, cümleleriyle ellerimden tutanlardan birisi de Nihat Dağlı’ydı.
Kalbime dokunan sözlerinle ilk tanışmam Karkent’te olmuştu. Zaman ve Sızıntı’dan aşina olduğum Nihat Dağlı imzasını edebiyat dergilerinde görmeye başlamıştım. Esaslı okumalara giriştiğim bu dönemde Yedi İklim’deki Nihat Dağlı metinlerini altını çizerek yüksek sesle okuduğumu hatırlıyorum.
Erzurum’un uzun kış gecelerinde gurbetliğimi paylaşan, kalbimi uyaran bu dağlı adam bana hiç yabancı değildi. Neydi seni bu kadar yakın kılan? Bu soruya bugün daha net cevap verebiliyorum: Şiir ve hüzün kardeşliği…
Musa Güner, Kitap Zamanı’nda yer alan yazısında tam da o noktayı işaretliyordu. “Şiir yazmayan şair! İnsanın şair olması için gereken her şey var Nihat Dağlı’nın hayatında. Göç, zihin acısı, dil… Çıkar Sokak’ta gördüğümüz yoğun yaşantı, bir şairi akla getiriyor. Ortada bir şiir var; ama o yazıya değil, yaşantıya dönüşmüş belki de. Hayatın içine hüzün olarak sinmiş. Okur dikkatli bakınca, satırların arkasından kendine gülümseyen hüzünlü bir şiir perisi görebilir.”
Sevgili Nihat abi,
Yüz yüze ilk tanışmamız İzmir’de 1998 yılının Nisan ayında olmuştu. Kızlarağası Hanı’nda, Mustafa Kaylı ve daha başka dostlarla birlikte çaylarımızı yudumlarken hayattan, aşktan, kitaplardan, İzmir’den söz etmiştik. Bu kentte kaldığım iki yıl boyunca da ağabeyliğin ve dostluğunla hep yanımdaydın. Bir araya gelişlerimizde belki sana hiç teşekkür edemedim. Bu mektup aynı zamanda bu borcun ifası olsun.
Peki Nihat Dağlı kimdi? Bendeki sureti çoktur ama öncelikle o susan adamdır. Kitapların sadık bir sevgilisidir. Hiç ceket giydiğini gören olmamıştır! -Ben Bursa’da görmüştüm ama o bir mecburiyetti-Yanından hiç ayırmadığı çantası da alameti farikalarındandır. Bir eli yanağındadır hep. Sizi dinler. Bedeni yanınızdadır ama bir süre sonra uzaklara gittiğini fark edersiniz. Ya yeni bir öykünün peşine düşmüştür ya da başladığı bir yazıyı tamamlamaktadır. Susar ve uzaklara bakar. Çayın ve sigara dumanın eşlik ettiği bu sessizlikte ‘çok koyu düşer ses’.
Hayatı kıyıda yaşamayı tercih etmiş bu kara adamı denize ve martılara tutkundur. Yazılarında yüksek sesle konuşmaz, büyük laflar etmez, kendi sorularına bulduğu cevapları okurla paylaşır. O arayışta ortaya çıkan metni, acı ve hüzün duraklarından geçirip kalbimize taşır. Ve her yazıya noktayı mutlaka aşkla koyar…
Sevgili Nihat abi,
Sen her zaman içinden haberler verdin. Parmak uçlarını ateşten harflerle yaktın. Gönlünün boşluğunda uçuşan heyecanlara kelimelerden libaslar giydirdin. Sonra başka gönüllere postaladın. Hiç Kimseye Mektuplar’da gemisini batıran kaptandın. Kitabın sayfaları arasındaki kaybedişi, savrulmayı ve trajediyi ben de yaşadım. Acını duydum. Hiç Yoktan İyidir’deki aşksız zamanlara muhalif yüreğinin sesini sesim bildim. Elvada Oblomov’da yitik aşkın izinde süren yolculuğuna eşlik ettim. Denize konup kalkan martılara seninle birlikte simit attım. Çıkar Sokak’ta kalbine ayna tutan adamı daha yakından tanıdım. Nihat Dağlı’yı daha da sevdim.
Sevgili Nihat abi
İyi ki varsın. Yazdığın kitaplar iyi ki var. Allah sağlık sıhhat ve afiyet versin ve sen yine kalbimize iyilikler, güzellikler taşı. Ellerinden öpüyorum…
MURAT TOKAY

Kaybetmekteki Kazancın Peşinde

Daha yenilerde tanıştığım, yani hiç tanımadığım biriyle İstanbul’a gidiyorum. O iki koltukta, kendi hikâyelerinden çıkıp gelmiş, birbirlerine kapalı iki adet zarf gibiydik. Ben onu o beni yokluyor. Bir ucumuzdan yırtılıyor, yırtılan yerlerimizden hikâyelerimiz çıkıyor. Aralıksız konuşuyoruz. İkramlar çoktan bitmiş, İzmir’den çıkalı iki saat olmuş, biz hala konuşuyoruz. Dikkat etsek de, yine de gecede sese dönüşüyoruz. Artık kendini uykuya bırakmış etrafı rahatsız ettiğimizi düşünerek susuyoruz. Rahatsızlık durumu olmasaydı da biz susacaktık, çünkü çoktan, birbirlerine kulak olmayacak bir ikili olduğumuzu anlamıştık.
Yanı başımda, her söylediğimi büyük şaşkınlıkla karşılayan biri oturuyordu. Başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğini imleyen her deyişim, verili hayatın ön kabulleri içindeki o yüzde eriyordu. Hiç kitap okumadığını, okumaktan sıkıldığını, bir sinema salonunda en son ne zaman film izlediğini hatırlamadığını söyleyen o iki gözün, benim uzun yıllara sarkan okumalarımdan çıkarıp dile döktüğüm ‘yüzüm’e öylece baktığını gördüğümde, daha yeni başlayan yolculuğun orada bittiğini anlamıştım. Anlamış ve yine kendimle kalmıştım. Yanımdaki uykuya dalmış, ben ise elimdeki derginin sayfalarına düşmüştüm.
Bir cumartesi sabahında İstanbul’a varmış bir yolcuydum. İstanbul yağmurla ıslanıyordu. Hayır, çantamın bir köşeciğine yerleştirdiğim şemsiyeyi çıkarıp açmak gibi bir isteğim olmadı. Kendimi öylece yağmura bıraktım. Kent daha uykudaydı, yağmur düşmüş yollar sakindi. Öylece yürüyordum. Gözlerim sıcak bir mekân arıyordu. Değirmen pastanesinin kapısından içeri girip köşedeki masaya oturdum. Sigaradan kurtarılmış programdan önce bir şeyler yemek, çayla birlikte bir iki sigara içmek istedim.
Oturduğum yerden yola, karşıdaki parka bakıyorum. Yağmur yağmaya devam ediyor. Parkın kıvrımlı yollarına, çimlerine, yapraklarından soyunmuş ağaç dallarına, çamların yeşiline düşen yağmurda kalıyorum. İstanbul uyanıyor, yollar doluyor, arabaların camları yağmurla yıkanıyor. Arabaların buğulu camlarından seçilen insan yüzlerine bakıyorum. Bazılarıyla göz göze geliyoruz. Beni tanısalar, hikâyemi bilseler, ben onları tanısam, hikâyelerine vakıf olsam diyorum. Masama çay konuluyor, yanına dilimlenmiş peynirli poğaça… Çayın buğusu yüzüme vuruyor, buğulu camdan dışarıya, gelip geçen arabalardaki insan yüzlerine, az ötedeki yağmur altında kalmış parka bakmaya devam ediyorum. İçim, yağmur tanelerinin toprakta bıraktığı ıslaklıkta kalıyor. İstanbul, yağmur, yollar, parklar, buğulu camların ardındaki silik yüzler, bir parkın yalnız ağaçları, yağmurla ıslanmış çimler içimde birikiyor. Poğaçadan birkaç dilim alıyorum, sonra dumanı tutan çaydan birkaç yudum… Değirmen pastanesinin açık televizyonundan sesler gelip konuyor masama, ıpıslak içime davetsizce sokuluyorlar. Program sunucusu günün ilk haberlerini geçiyor. Irak, Bağdat, savaş, patlamalar, ölümler, Amerika, diplomasi, siyasi parti liderlerinin demeçleri… Adana’dan Bağdat’a giden uçaktan geriye kalan ölü mühendisler, işçiler, bunların cenazeleri…
Dışarıda yağmurla ıslanan İstanbul, yollar, parklar, ağaçlar, buğulu camlardan seçilen insan yüzleri… İçeride ben, ıpıslak olmuş içim, masama konulan çay ve poğaça… Televizyonda savaş ve ölüm…
Sigaramdan kavisler çizerek yükselen dumana öylece bakakalıyorum. Yolların, insan yüzlerinin, yağmur altında dalları üşüyen ağaçların, ıslak toprağın, parke taşlarının içime saldığı ürpertiyi, sonra savaşa batmış ülkeleri ve kavgalarda boğulmuş insanları düşünüyorum. Oracıkta soruveriyorum: Kendini akışına bırakan varlık dirime çalışırken, bu varlığa doğmuş insanlar niçin ölüme çalışıyor? Hayat nerede? İnsan hayatın nesi, ölümün kimi oluyor? Televizyonlar niçin yağmurdan, yağmurla yıkanmış ağaçlardan, ıslak bir cumartesi sabahında İstanbul’a varmış bir yolcudan bahsetmiyor? Hayatın haber değeri yok mu?
İzmir’den İstanbul’a yanımdaki koltukta yolculuk eden ısrar ediyordu: İnsan başarmalı! Çok çalışmalı, en iyi okulları kazanıp ‘birinci sınıf’ insan olmalı. Kentin modern yerlerinde oturmak, iyi bir ev ve araba edinmek için büyük paralar gerekiyor, bu da çalışmayı ve başarılı olmayı kaçınılmaz kılıyor. ‘Ama’ demiştim, ‘senin kazanman için benim kaybetmem gerekiyor. Birinin omzuna basmadan öne geçemiyorsun. Mutluluğun, birinin mutsuzluğuyla mümkün olabiliyor. Bu yarışçı algıda problem yok mu? Kendimizi bu hayata öylece bırakmak, biraz da ölmek olmuyor mu?’ Yol arkadaşım yüzüme öylece bakmış, ‘ne var bunda, hayat bu!’ demişti.
Hangi hayat!?
Kazanmayı, sadece kazanmayı işaretleyen bir hayatın bugünkü Irak’ı doğurduğunu, modern kentlerin ve şaşalı hayatların binlerce ölü çocuk demek olduğunu anlatamayacaktım. Amerika kazanmak için Irak’taydı; Iraklı binlerce çocuğun ölümü, Amerikalı çocuklar için hayat demekti. Hayır, bunları anlatamayacaktım, çünkü yanımdaki, ‘kazanma’nın peşine takılarak çığırından çıkmış ‘büyü’süz bir hayatın nimetlerine yazılmıştı. Ben ise, hayatının münkiriydim; başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğine inanmış, bir kıyıcıkta hayatımı kuruyordum. İncitmekten çok incinmeyi tercih ediyordum; kaybetmekteki kazancın peşindeydim. Bir yalnızdım! Çoktan ‘herkes’ten düşmüştüm. O akşam, yanı başımdaki koltukta benimle İstanbul’a gelen o yüz kalabalıktandı; kimse değildi, ‘herkes’ti

Aşk büyüktür

Her gün açık gözle düşlediğim şeyi, çabucak, soluk soluğa, baş dönmeleri içinde, umutsuz, acınacak bir durumda ve bir anda elde etmek, güzel mi? (Belki çocuklar başka türlü doğmaz, belki çocuk dediğimiz de bir çeşit tılsımdır, kim bilir? Geçelim şimdi bunu.) Sana borçluyum bunu Milena, onun için yanında çok rahat ve çok rahatsızım, onun için yanında çok çekingen ve çok özgürüm; bunu anladıktan sonradır ki, bütün öteki yaşamıma boş verdim. Gözlerime bak!
Franz Kafka


Koğuşa asılan Mozart resmini bir bayan fotoğrafı sanan eğitim çavuşunun hıncına karşılık, ‘Mozart büyük bir besteciydi’ diyen askerin kararlılığını besleyen dinamiğin ne olduğunu filmin sonunda öğrenecektik: Aşk...
Jane, Moskova’nın içlerine doğru giden trenin kendisine ayrılan kompartımanında aşkın kırıp döken yüzünü gösteren Anna Karenina’yı okurken tanıştığı harp okulu öğrencisi Andrei Tolstoy’a (yazar olan değil) bu aşkı taşıyacağını bilmiyordu. Bir şey daha öğrenecektik Sibirya Berberi filminden: Klasik liberalizmin formülleştirdiği, ‘özgürlüğümüz, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter’ tanımlaması bir yalandı. Hayır, hayatımız bir başka hayatın başladığı yerde bitmiyor, o hayatın kapısını zorluyor, çoğu zaman kırıyor o kapıyı, içlerine kadar sızıyor. Başka hayatlara karışıp duruyoruz; başka hayatlar da hayatımıza...
Ağaç altlarının kar beyazına büründüğü, dalların ise yeşilden kızıla çaldığı ovada bir tren duruyor. Harp okulunun öğrencilerini alan tren Moskova’ya doğru yoluna devam ediyor. Batı’dan gelen bir hayatın Moskova’da kendince akıp giden bir hayata dokunuşu, içlerine yürüşü, orada oturuşu, pulluğun toprağın altını üstüne getirişine benzer bir sonuç doğuruşu kare kare perdeye düşüyor. Anna Karenina’da Anna, aşkın kırıp döken yüzüne muhatap kahramandı; aşka maruz kalıyordu. Geride bıraktığı ovayı dumanlarda bırakan trenin kadın yolcusu Jane, Anna’nın intikamını alırcasına, erkek kahraman Andrei Tolstoy’u herşeyi önüne alıp sürükleyen aşkın içine çekiyor. Bu sefer erkek kahraman aşkla çarpılıyor.
Aşk düşünülerek, çalışılarak varılan bir yer değil; ona dair o kahredici boşlukla yaşayıp giderken bir rüzgarın kanatlarında gelip bizi çarpar. Bir beddua gibi... Çoğu kişi, çoğu zaman aşkla karşılaşmadan, ona ait boşlukla yaşar, sonra ölür. Aşkı bulmayız, o bize verilir. Aşka yakalanırız.
Andrei Tolstoy, hiç ummadığı bir yerde, çok uzaklardan gelen Jane’yle aşkın içine düşer. Tren son istasyonda yolcularını bırakırken Jane’de Tolstoy’un geçmişine ait bir fotoğraf kalır. Tolstoy’da ise Jane’nin tamir edilmek üzere alınan yelpazesi... Bu iki şey, aşkı alevlendiren birer rüzgar olurlar. Geçmişten bir fotoğraf (ki bu Tolstoy’a ait) kadim ve köklü bir insanî durum olan aşka karşılık gelir. Çünkü geçmiş geçmez; hayatı kurmaya, ona karışmaya devam eder. Yelpaze ise (o da Jane’nindir), ‘ben’in yüzüne kısa süreliğine ferahlık taşıyan bir nesnenin ötesinde anlamı yoktur; kullanılıp sonra bir köşede unutulan herhangi bir şey gibi geride bırakılır.
Andrei Tolstoy aşkla sarsılır, toprağı alt üst olur. Jane kapısını kırarak içine girmiştir. Sıkı bir disiplin altında yaşayıp giderken kendini sınırlara sığmayan bir akıntının içinde bulur; Jane’ye doğru akar. Kurallar bir bir çiğnenir. Bunun bedelini öder, ancak herşeye rağmen aşk kendisinde yaşamaya devam eder; geçmeyen geçmiş gibi... Tolstoy’u tanımakla Jane’de başlayan aşka benzer şey, iade edilen bir fotoğrafla durulurken, Tolstoy’daki aşk ise, bir türlü tamir edilmeyen ve geri verilemeyen yelpazeyle alevlenir.
Aşk bu, kavga başlatır; tarafları teste tabi tutar. Bir sahihlik durumunu ortaya çıkarır sonunda. Jane Tolstoy’a ‘yelpaze aşk’ı anlatamaz, ‘Moskova yolculuğumu heyecanlı kılan, yüzüme hafif bir serinlik taşıyan bir yelpazeydin, o kadar’ diyemez. Tolstoy’un içinde serpilip gelişen aşk karşısında bocalar. Tolstoy, Sibirya ormanını, hayatı, renkleri daha kolay biçecek bir makinenin karşısına bırakılır. Bir disiplinin kendisine sunduğu üniform statüyü yırtıp atan aşk acısıyla saçlarının bir kısmı kesilir, ve bir mahkum olarak Sibirya’ya sürülür. Kendisini alıp götürecek trenin kalkacağı istasyonda dipdiri bir aşk olarak öne fırlarken, yelpaze aşkın imkanlarını tepe tepe kullanan Jane, küçüklüğünün diplerine doğru kayar; inler, kurtulmak için yine Tolstoy’a tutunur. Bu sefer samimidir, ancak çok şey kaybetmiştir. Sibirya Berberi’nin sahibinin eşi olarak Tolstoy’un Sibiryasına uzanırken kaybının büyüklüğü karşısında aşkı da büyür. Tolstoy’dan olma, ‘Mozart büyük bir besteciydi’ dediği için cezalandırılan asker oğlunu ziyaret eden Jane kendisini sonunda bize afettirir. Aşk bir kez daha kazanır: Mozart büyük bir besteciydi...

Aşkın mağlubusun sen

Öykücü o büyük denizin kıyısında aşka, mananın öykü haline tanıklığını kâğıda geçirmişken; bu tanıklığın kitabı Cam Irmağı Taş Gemi, güz yağmurları içinde kalbimin örtülerini kaldırırken; ben aşkın türlü hallerine ayna bu kitabın içine karışmışken, aşkta görünen öyküm de yazılmaya koyuldu. Yazıcı, yani öykücü, dahası Nazan Bekiroğlu, ne sadece yazıcı, ne sadece öykücü, ne de sadece NB idi; hayat kadar olan bir denizin dalgalarına yakışır tesirde kalbime sokulup onu dile getirebilen bir uyarıcıydı. Cam Irmağı Taş Gemi’sini ‘oya’layan her cümlesi içime bir çentik, bir kıymık attı, kanayan yerlerimden öyküm doğdu. Masamda açık duran kitabı boyuna çizdim. Bu metin, ‘iç’imin Cam Irmağı Taş Gemi’yi okurken okunmuşluğuna alamettir.

a.
Ey kalbim!
Aşkın yaralayıp geçtiği, yaralarken karaladığı bir kalbi aklamakla geçiyor ömrün. Uykusuz kaç gece geçirdin, unuttun. Kaç mevsim, kaç yıl yaşadın öylece, sayısı belli değil. Mermer kesilmiş o kalbe şefkatten bir merhem oldun. Ateşe her düştüğünde, her ateş olduğunda, ona kalbinden serinlik üfledin. Yüzü yeri gösterdiğinde, o düşmeye koyulduğunda, yanı başında bir imla gibi yükseldin; gözlerine tutunarak dile geldi, yürümeye koyuldu. Evet, ‘aşkın karaladığını aklamak aşktan büyüktü(r)!’ Ama gel gör ki; aşkın yaralayıp geçtiği, yaralarken karaladığı bu kalbe, aşka dair dili unutmuş bu kalbe aşkla bağlandın, bu kalpten aşk dilendin. Aşk dedin, sadece aşk… Bir cümle kursun, ‘seni seviyorum’ desin istedin. Ateş içindeki o kalbe su olup yürümüşken, sen de onunla ateş olmuşken, onun da sana su olup yürümesini bekledin. ‘Bana su ol, gel!’ dedin.
‘Seni seviyorum’ diyemedi, ‘aşkın karaladığını aklamak aşktan büyüktür!’ diyebildi sadece, aşktan ötesini gösterdi. ‘Hayır’ dedin, ‘bir cümle kur, sadece bir cümle, ‘seni seviyorum!’ de.’ Diyemedi işte, diyemedi ve sen bütünüyle ateş kesildin. Alevden kanatlarla yükseldin yanından, yükselirken konuştun. Her konuşman onu susturdu, yeniden hatırladığı dilden oldu, gittikçe kocaman bir susku oldu. Sustukça kalbin acıdı. Bir sevgili olarak giremediğin kalbin dili de sana kapandı. Sustu, sadece susabildi. Bu kadarını yapabildi. Öyleydi; aşkla karalanmış kalpten aşk, ısrarla aşk istemek, o kalpte kabuk bağlamış onlarca yarayı yeniden kanatır. Aşk talebine cevap vermeyen kalbe ‘sitem’ etmek o kalbe taş atmaktır, o kalbi kırmak, susturmaktır. Onu susturdun! Bu sana daha ağır geldi, karşında sadece bir ‘susku’ olabilen o kalbi tekrar dile getirmek, ona birkaç cümle kurdurmak istedin. Yeter ki susmasın istedin; konuşsun, sadece konuşsun... Ondan bir cümle değil, herhangi bir cümle bekledin. Ama susuyordu işte! Seninle kımıldanan dili yuvasına kıvrılmış, içinde uyanmış kelimeler tekrar uykularına çekilmişti. O kalbe daha büyük taşlar attın. Bu taşlar, canını acıtsa da konuşturacak sandın. Öyle sanıyordun. Ama aşk bahsinde böyle olmuyor. Sevilen kalbe daha büyük taşlar atılınca, o daha büyükçe kırılır. Ölür, bütünüyle susar! Sevene sadece gitmek kalır; seven için bu ölüm olsa da, elinden başka bir şey gelmez.

b.
Ey kalbim!
Aşkın mağlubusun sen. Zaferlerde adın yazılmıyor, mağlubiyetlerin adamısın. Taşın içindeki heykele giden yontucu gibi mağlubiyetteki zafere yürüyorsun. Aşk, seni onurdan ve gururdan soyundurmuş. Ne kadar iktidar varsa, hiçbiri üzerinde iyi durmuyor, bir yerinden sarkıyorlar. Sahip olduklarından vazgeçiyor, çokluğunu azaltıyorsun. Yolun seyrelmeye varıyor, her adımın seni biraz daha azaltıyor. Devamlı kıyıya düşüyorsun; etrafında kim ve ne varsa, yerin hep kıyı oluyor. Sen bir ‘kıyıperver’sin işte! Yaşamıyorsun; yaşamıyor, yaşamıyor gibi yaşıyorsun. Yaşadığını sandığın anda, kaybediveriyorsun.

c.
Ey kalbim!
Aşka düşmüşsün; kaderin, camın kırılganlığına, taşın sertliğine yazılmış. Kaderin sorusu yok biliyorsun, sonucu var sadece. Aşk içini bir cam kadar inceltmiş, parlatmış; ne varsa hayatta, gelip ona dokunabiliyor. Hayatın en ince ve en küçük parçaları bile, taşın sertliğiyle kalbine varıyor. Hayatın harına her düştüğünde dağılıyorsun, içinde cam kırıkları dolaşmaya başlıyor. Kanıyorsun; evine, kalbine dönüyor, içine düşüyorsun.
Sen bir yazıcısın, ey kalbim! Aşkın mağlubu bir yazıcı olarak ressamlara akrabasın. Kelimelere sığınıyor, kalbini kelimelere sığıştırıyorsun. Her seferinde, kelimelere her sığındığında, içinin resmini yapıyorsun. Yontucu taştaki fazlalıkları atıp içerideki resmi çıkartırken, sen içindekine kelimeler giydirip onları kapatıyor, kapatırken gösteriyorsun. Dışarıda yaşananların içinde öldürdüklerini yazarak yaşatıyorsun. Ölümden kaçan ne kadar şey varsa gelip yazına oturuyor, yazında hayat buluyorlar; o kadar şey içinde yaşamaya koyuluyorsun. Hayır, çoğu yontucu gibi ‘tanrı’yı resmetmiyorsun; yazıda, zaaflarınla birlikte, bir insan olarak yer alıyorsun. Biricik bir hayat yaşıyorsun; yaşadığın ne ise, bu, gidip kendince olan bir dile oturuyor.
Son noktayı koyduğun her yazı, yürüdüğün her yol içindeki eksikliği tamamlayamıyor; eksik tarafın, düşmüş bir dişin oyuğu gibi sızlıyor. Taşın sertliğinde bir hayatı karşılarken, soruların, camın inceliğine ve şeffaflığına akraba bir kalbin yokluğunda karşılıksız kalıyor.

d.
Ey kalbim!
O büyük denizin kıyısında aşka, mananın öykü haline tanıklığını kâğıda geçiren öykücü, yani Cam Irmağı Taş Gemi’sini elinde mor mürekkepli kalemle okuduğun Nazan Bekiroğlu, Nihade’yi kitabına zeyl yaparken, yazıcın olan benim de hikâyeme zeyl düşürmüştür:
“İstanbul’un bütün müneccimleri uykuda, bütün İstanbul rüyalardaydı. Bir o, bir cellâtlar uyanıktı. Bir de ben uyanıktım.”

e.
Elif’i bulsa, yolu Elif’e varsa hikâyesinin bir sonu olacak Be’nin; aşkının kapkaranlık hikâyesi bir yerinden aydınlanıverecek.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Turgut Cansever ne demekti(r)?

Ne yazık ki, güncel olanın iğvasına kapılıp `an`da, yaşananda, yani yüzeysel olanda eğleşiyoruz. Göz önünde olanın ilgilisi, taliplisi, içinde duran bir şeyi olunca, olan şeyin ne mene bir şey olduğunu öğrenemiyor, parçası olduğumuz şeyi bir bütün halinde görme şansını yitiriyoruz. Oysa merkezde duranın kıyısına/dışına çıkabilseydik, hem merkezi olanı daha net görebilir ve okuyabilirdik hem de `kıyı`larda yaygın olanın dışında daha öz(n)el diller geliştiren isimlerle buluşabilirdik. Hayır, bunu çok az yapabiliyoruz. Kalabalıkların hayatında dolaşıma çıkmış/hayat bulmuş diller, bu dillerin sahipleri yollarımızı kesiyor, bizi kendilerinde tutuyorlar.
Şimdi,
Turgut Cansever artık yok, onu kaybettik! Doğru mu bu cümle? Bu `bilge mimar` bizimle miydi ki onu kaybetmiş olalım? Sorun da bu değil mi? Maksadım da buna işaret etmek! Kendi kuytusunda derinlikli, kuşatıcı ve yaşanılır bir dil kuran böylesi `yol gösterici`ler, hayatlarımızın/ilgilerimizin kıyısında duruyorlar. Hayatlarımızın dışında kaldıkları için de, başka türlü bir mimariyi öngören, hayatı ve eserleriyle bu mimariye işaret olan Turgut Cansever`in ülkesinde kentler, evler, binalar `çok çiğ çağ`ın alameti oluyorlar.
MİMARİ VE İNSAN
ONTOLOJİSİ
Evet, Turgut Cansever artık aramızda değil. Bundan böyle yaşanılır dilini, yazdıklarıyla/ konuştuklarıyla buluşabilen talihli insanlara açacaktır. Şükür ki, o insanlardan biriyim. Bir zamanlar ondan habersizdim.
Mevlana İdris`in şiirindeki çocuğun annesine sorusuyla ona giden yola girmiş, büyük bir hakikate uyanmıştım. Çocuk, `Anne! Binalar niye ağaçlardan yüksek` diyordu. Şiire sızmış bu çocuk, `Kral çıplak!` diye haykıran diğer çocuk gibi gelmişti bana. Ölümcül bir korkuyla yaşanan yalanın çocuğun bakışıyla çözülüvermesi gibi, şiirdeki çocuğun sorusu da, hayatı boğar hale gelen ama yine de kabul gören bir mimari perspektifin üzerini çizmişti. Bir şiirde, şiirin tek dizesinde, bir çocuğun sorusunda, ağaçlardan yüksek binalar dayatan modern mimarinin insana ve varlığa yabancılığını, bu yabancılıktaki gururu ve kibri görmüştüm. Sanıyorum bu fark edişle birlikte insan-mekân ilişkisine daha çok eğilmeye başlamıştım. Bir mekâna doğan insanın kendince bir mekân kuruyor olmasında saklı çok şey olmalıydı. Ev sadece bir barınak, şehir sadece bir yerleşim birimi değildi. Ev ve şehir bağlamında okumalarım arttıkça yolum felsefeye, şiire ve müziğe daha çok düşer olmuştu. Temel bir insanlık durumuyla karşı karşıyaydım. Beni başka disiplinlere götüren bir okumanın içindeydim.
`Geleneğe olan düşmanlık ile gittikçe kalınlaşan katı muhafazakâr sığınmacı tavrın çatışması dışında` bir dil kuran Turgut Cansever ismiyle o sıralar karşılaştım. Dergilere verdiği söyleşilerden, bu dergilerde yayımladığı yazılardan okudum kendisini. Turgut Cansever okumalarımda şiire sızan o çocuğun sorusunun cevabını buldum. Binalar ağaçlardan yüksek yapılıyordu çünkü insanlar kendilerinden ve varlığa içkin ruhtan uzak düşmüşlerdi. Herhangi bir isimden değil, Turgut Cansever`den bahsediyorum.
Mustafa Armağan`ın tanımlamasıyla, `Kendine özel bir düşünme sistematiğini yine kendine özel bir sesle dile getiren Turgut Cansever, Türkiye`nin yetiştirdiği ender düşünür-sanatçılardan birisi`dir. İnsanın yeryüzüne gönderilişinin hikmeti içinde mimarisini kuran ve kendi mimarisinde insanın ontolojik soru(n)larına karşılık gelen imkânlar sunan büyük bir isimdir. Ki büyük isimler, soylu birer dağ gibidirler. Ancak zahmete yazılarak kendilerine yürüyenlere sırlarını açıyorlar. Bunun için bu dağlara doğru yürümek, eteklerine yanaşıp diz çökmek, alttan yukarılarına doğru bakmak, sonra zirveyi göze alarak tırmanmaya koyulmak gerekiyor. Çetin bir iştir bu! Yorulmak kaçınılmazdır. Oysa bu çağın çocukları hıza tutkunlar. Her şeyin hızlıca olmasını isterler. Hızla koşmak, çok çabuk varmak, hemencecik sahip olmak... Sabır bu çağın ruhundan düşmek üzere. Sabır, zamane çocukları için sadece lügatlerde karşılığı olan bir kelimedir.
`BEN`İN İSTİLASINA UĞRAMAK
Bir de bu isimlere gitmek, bunlara kalpleri açmak, beraberinde bir dönüşümü getiriyor. Onlara giden eskisi gibi kalmıyor. Bir milat oluyor bu isimleri tanımak. Yanlarına düştünüz mü, ışıkları altında kalıyorsunuz. Boşluklarınız, eksiklikleriniz sırıtıveriyor hemen. Onlarla dolmaya başlıyorsunuz, kendinizden boşalıp onlara dönüşüyorsunuz. Bu `çok çiğ çağ` ise hastalıklı bir `ben`in istilası altında, daha çok `ben`e sarılıyor. `Ben`i şişirmek, bir numara olmak, en büyüğüne oynamak, herkesin omzuna basarak öne çıkmak çağın vazgeçilmezi. İnsanlara, `içinizdeki devi uyandırın!` diyorlar. Herkesten birer dev olmaları, dev olup küçükleri yutmaları bekleniyor. İnsanlar da, o kadar büyüyünce; güçlü, çok güçlü olunca, üzerlerinde güçlerini deneyecekleri `küçük` insanlar arıyorlar. Kimsenin kendinden çıkmak gibi bir niyeti yok; başkasına gidip ona açılmak, kendinde bir diğerine yer açmak.. yok, unutuldu bu şeyler.
Aslında şaşılacak bir durum yok. Nitelik hiçbir zaman çoğunluğu, yığınları, kalabalıkları kuşatmamıştır. Hemen her zaman, yüzünü derinliğe, ince işçiliğe, niteliğe çevirenler az olmuştur. Bu sebeple Turgut Cansever isminin çok az insanın yüreğini kıpırdatmış olması anlaşılır bir şeydir. Zira Cansever, yukarıda anlatılan zorlu dağlardan bir isimdir. Aşkın olanın içinden mimariye bakışıyla, mimarisini insanın ontolojisine oturtmasıyla çoğunluğun kıyısına veya üstüne düşmektedir. Onu okumak, sadece farklı bir mimariyle karşılaşmak anlamına gelmiyor, aynı zamanda insanın yeryüzündeki serüveninin hikmetine uyanmak anlamına da geliyor. Bu bilge-mimardan, insanın hangi saikle ev ve şehir kurduğunu, bunu yaparken aslında ne yaptığını ve yaptığının ne anlama geldiğini bir başka biçimde okuyoruz. Hayatın bütününe sarkan insanlık durumuna dikkat çeken bir mimari perspektif içinde, kendimizi ve mekânımızı yeniden kurar buluyoruz.


2009-03-05
Taraf Gazetesi

Bombalanan sadece Gazze değil, tüm insanlık

Kendimi bildim bileli, bir an olsun Nazizm`e `sıcak` bakmadım. Hitler`in Yahudiler üzerinde uyguladığı soykırımı hep insandan dışarı gördüm. Dahası, yakın bir zaman önce okuduğum Dünün Dünyası`nda kendimi Yahudi Stefan Zweig`e çok yakın hissettim. Zweig`in ülkesinden, hatıralarından, dahası kendinden sürgün edilişi içimi oydu. Okuduğum Yahudi düşünür ve filozofların Yahudilikleri beni hiç ilgilendirmedi; okudum ve zenginleştim.
Yahudi kavmine dönük yapılan yaygın yorum(lar)da hep problem gördüm. Bir kavmin genetik olarak `kötü`ye evlik edemeyeceğini düşündüm; Yahudiliği, lanetli duyguların gidip içine oturduğu ve asla oradan çıkmadığı bir yuva şeklinde okumadım. `Yahudi Soykırımı`na dair izlediğim filmlerden, okuduğum metinlerden sonra hissettiğim şey hep acı oldu.
Bugüne geldiğimde şu soruyu soruyorum: `Bu kadar acı çekmiş, savaşın o yok edici yüzünü görmüş bir kavim, bu kavmin devleti olan bir yapılanma böylesi nasıl vahşi olabiliyor?`
Bu soruyu sorduğum bugünlerde, yakın bir zaman önce okuduğum bir kitaptan aradığım cevabı buluyorum. Fransız edebiyatçı ve filozof Pascal Bruckner, Masumiyetin Ayartıcılığı(Ayrıntı Yayınları) isimli kitabında `birey`in naif tarihini okurken, onun bugünkü durumunu anlamamız için iki kavramdan bahsediyor: Çocuksuluk ve kurbanlaşma...
YAHUDİLERİ NASIL ANLAYACAĞIZ
Kurbanlaşmadan bahsederken, yukarıdaki sorumuza da cevap vermiş oluyor. Bruckner şu mealde bir şey söylüyor: Sömürülen ve ezilen topluluklar sömürebileceklerini ve ezebileceklerini sanırlar, bu hakka sahip oldukları hissi içinde sömürür ve ezerler. İlginçtir, Bruckner böylesi bir ruh haletine `Yahudileşme` diyor ve Sırpların da bir dönem kendilerini dönemin Yahudileri olarak gördüğünü belirtiyor.
`Biz çok acı gördük, o halde bizim de acı çektirmeye hakkımız vardır` şeklindeki bir ruh haletine saplanmış İsrail`in bütün kadim duygulara, değer anlamında beşeri kazanımlara tecavüz ederek insanı öldürüyor. Sadece Gazze değil, bütün bir insanlık kuşatma altında.
Reem Mobassaleh`in kuşatma altında yazdığı günlüğünde belirttiği gibi, kuşatma altındaki insanlığımızda `kutsal bir şey yok!`, insan denen varlığı kuran bütün değerler korkunç bir tecavüzle karşı karşıya. Sahih bir barış ve `iyi`nin hayata geçmesi adına, bana acı çektirenlere acı çektirmemem gerektiğini anlamış bulunuyorum. Acı çekmişsem, zor da olsa affetmeliyim, merhametle davranmalıyım. Görüyoruz, İsrail`in bilinçaltındaki `bu benim hakkımdır!` duygusu savaşı daha da büyütüyor, bütün bir insanlığı savaşta boğduruyor.
Savaş ve şiddeti lanetlemeliyiz! İnsanlığı kuşatan, kutsal olan her şeyin içini boşaltıp öldüren bu gerçekliğe `insan kalarak`, daha çok merhamete vurgu yaparak direnmeliyiz. Bir savaştan savaşçı olarak çıkmamalıyız; savaş ve şiddetin kahrediciliği, bizi savaş ve şiddetperver kılmamalı. Değilse, yani insanlığı öldüren böylesi bir savaştan kendimize üniformalar ve bombalar edinirsek, o kadar acı çekmiş bir kavmin, bu kavmin devleti olan İsrail`in sevinerek giydiği karanlığı biz de giyinmiş oluruz.
ŞİDDETİ BÜYÜTMEYELİM
Evet, kalbimiz bugün Bağdat`ta, Filistin`de, Gazze`de olmalı; düşen her bir bomba içimize de düşmeli! Ancak düşmanımız kavimler ve ülkeler değil, savaşın kendisi olmalı. Kim savaşa oynuyorsa, kim şiddeti büyütüyorsa, ona `hayır!` demeliyiz. Savaşın ve şiddetin orta yerinde acı kesilmişler kendilerinde acı çektirme hakkını bulmamalı!
`Başkalarının acılarına bakmak`la yetinmek yetmiyor! `Uzaklar`daki acıya `başkalarının acısı` demek bile problemli. `Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder` diyen Susan Sontag`ın `başkalarının acısına bakmak` tanımlamasının işaretlediği insani durum bizim için eksiklik taşımalı.
KENDİ ACIMIZI UNUTMAYALIM
Acı (uzak veya yakın fark etmez) sözkonusu olduğunda, biz, `biz` ve `başkaları` ayırımına düşemeyiz. Bu durumlarda (belki her durumda) `biz` demekle kendimizi bütünden ayırıyor, böylelikle bütünlükten koparak eksiliyoruz. Hayır, bütünün içinde var olabiliriz, başkaları yok! Filistinli veya acı çeken her kimse, başkaları değil, bizim de oluşturduğumuz bir bütünün, yani bizim parçalarımızdırlar; bizdirler.
Savaşın uzağında yerlermiş gibi görünen kentlerde alık alık dolaşmak, kendimize, `insan`a, bir bütün olan varlığa yabancılaşmak anlamına geliyor. Bugün İsrail`in (hiç şüphesiz ona `evet!` diyenlerin) yürüttüğü vahşi savaşa direnmek, bu savaşta acı kesilmiş insanların acısını hissetmek, bir şekilde bu insanların yanında olmak, `başkalarının acısına bakmak` olmayacak, kendi acımıza bakmak olacaktır.

2009-01-04 , Taraf

Kürt çocuklar da Meksikalıdır

Bu yazı, uzun zamandır yoğun olarak hissettiğim, yanına düştüğüm, içimde tuttuğum kalbi kırık bir çocuğun sözleridir. İçimdeki bu kalbi kırık çocuk son bir iki aydır artık yerine sığamaz oldu, kendini dışarı atmak için her bir tarafımı yumruklamaya başladı. İsrail devletinin Gazze`de gerçekleştirdiği vahşet sonrasında Türkiyeli vicdan sahibi insanların ayaklanışıyla, kendini içimden dışarıya atma isteği bu çocukta daha da depreşti. Benim o sabra ayarlı tarafıma kafasını çarpıp durdu. İçimin kapılarına kaç kez elim gitti, `tamam şimdi çıkıp, sokak ve meydanları dolduran bu vicdanlı insanlara bağırabilirsin` der gibi oldum ama, yine yapamadım. Okumalarıyla, yazdıklarıyla, dahası adalete ayarlı vicdanlarıyla dostum/arkadaşım/ kardeşim bildiğim Selahattin Yusuf, Tarık Tufan ve İsmail Kılıçarslan`ın Meksika Sınırı`nda bir izleyiciden gelen mail sonrasında söyleyemedikleri çok şey ve söyledikleri birkaç cümle, içimdeki o kavruk, o görünmezliğe itilmiş acılı çocuğun boynunu daha da büktü. İçimde öylece kıvrılıp kalan o çocuk, gözlerini gözlerime dikti. Bağıra bağıra sustu.
Biliyorum, pesimistin biriyim; çoktandır bu ülkede `söz`ün `değer`sizleştiğini, yazının dönüştürücü etkisini yitirdiğini düşünüyorum.
Dilimin ucuna kadar gelen o kadar şeye, kendini yazdırmak için kalbimi hoplatan o kadar duruma sırtımı dönüp sessizliğe karışıyorum. Bu sefer de öyle yaptım. Severek izlediğim Meksika Sınırı`nın son dakikalarında gelen o mail ve sevgili dostlarımın kalplerinde hissettiklerine inandığım ama söylemedikleri çok şey, ancak söyledikleri birkaç cümle sonrasında kalbimde tavan yapan o hissiyatı yine yazının koynuna bırakamadım. Ancak birkaç gün sonra (15 Şubat 2009) bir şey oldu: Meğer, Taraf`ın iflah olmaz vicdanlı yazarlarından biri olan Yıldıray Oğur da benim gibi Meksika Sınırı`nın o dakikalarında hayal kırıklığı yaşamış. Çok mu abartıyorum? Bu cümleler, acıdan epey nasiplenmiş bir retorikten mi çıkıyor? İnanın öyle değil! Alengirli siyasanın kuşatamadığı çocukluğun safiliğinden konuşuyorum. Kendini katı Leninist-Stalinist örgütün bir yerinde konumlandıranlardan değil, son otuz yıldır orada yaşananın mağduru/mazlumu olmuş Kürt kimlikli `çocuk`lardan bahsediyorum. Olan şudur: Son otuz yıldır Kürt çocukları bu ülkede hep `kıyı`da unutuluyor ve görmezlikten geliniyor. Bu çocuklar hem Türk solu, hem de Türk dindarları içinde kendilerini rahat hissedemiyorlar. Öyle olmadıkları halde, kendilerine giydirilmiş bir Kürtlük içinde karşılanıyor, öylece `kıyı`ya itiliyorlar. Diğer çocuklardan farklı muamele görmüş olmanın verdiği bir kıskançlık duygusu içinde sürgün oluyorlar. Bunu yaşıyor ve biliyorum.
DUYGUSAL BİR REZERV
Hayır, Meksika Sınırı`nda yaşanılır bir dile işaret eden dostlarımın, Kürt meselesi etrafında yaşanan kirli savaşın mağduru ve mazlumu olmuş Kürt çocuklarına;
JİTEM`in, `derin`lerde kurulup Kürtlerin üzerine salınan Hizbullah`ın ortalığa dökülen günahlarına üzülmediklerini söylemiyorum, bunu söyleyemem. Yusuf`un, Tufan`ın ve Kılıçarslan`ın kurdukları dilin nasıl bir zihin ve vicdandan çıktığını okuyarak ve yaşayarak biliyorum. Arkadaşlarımın, `Bu kirli savaşta mağdur ve mazlum olmuş Kürt çocuklarına dair içinizde var olduğuna inandığım duyarlığı ortaya koyun!` anlamındaki mail karşısında öylece kalmaları; meseleyi acılı, ölü, yanık Kürt çocuklarından, `insan`dan dışarıda siyasi olarak değerlendirmeleri, Türkiyeli insanların bu konuda duygusal bir rezerv içinde olduğunun işaretidir. Akli ve iradi olmayan, Türkiye sosyolojisinin bir şekilde kurmayı becerdiği duygusal bir rezervdir bu. Hem Kürt meselesinin, hem de bu mesele içinde mağdur olduklarını düşünen ve bunun görülmesini isteyen Kürtlerin, PKK siluetinin gölgesinde oluşmuş bu rezerve takıldığını düşünüyorum. Bu rezerv, görülmesi istenen Kürt acısına yapılan her vurguyu, ayrışmanın bir alameti olarak okuyor. Evet, bu meselede ayrıştıran unsurlardan çok `bir`leştiren (aynılaşma değil) taraflara vurgu yapmanın daha sağlıklı olacağı düşüncesini ben de paylaşıyorum. Ama bu görülme isteğinin, ayrışmayı talep anlamına geldiğini düşünmüyorum.
AYNI DUYARLILIK GÖSTERİLMİYOR
Meksika Sınırı`na gönderilen mail ne yazık ki yanlış okundu. O mailde, Türkiye-İsrail, Gazzeli-Kürt eşleşmesi yaptığını sanmıyorum. Olsa olsa, kısık sesle, bağırmadan şu soruları soruyordu: Gazze konusunda Türkiyeli insanlar (özellikle dindarlar) madem ki hakkaniyet duygusu içinde sokak ve meydanlara çıktılar, bütün açıklığıyla ortalığa dökülen JİTEM merkezli itiraflar
Mardin`de, Diyarbakır`da binlerce faili meçhul cinayetin hiç de meçhul olmadığını ortaya koyduğuna göre, niye aynı duyarlılık gösterilmiyor? Bu duyarlılık yok değil, ama bu niçin ete kemiğe bürünmüyor? Anlaşılmak ve görülmek istenen acıya işaret olan bir mail dahi, vicdan sahibi üç entelektüel genç insanı bir rezervin içine sokmaya yetiyor, neden? Bu durum, Türkiye sosyolojisinin zehirli etkisinden haber vermiyor mu?
O mail,
Ahmet Türk`ün retoriğiyle konuşulmasını, meydanlarda `Türkiye İsrail`dir, Diyarbakır da Gazze!` sloganının yükselmesini beklemiyordu. Diyarbakır`da, Mardin`de, Şırnak`ta, Yüksekova`da JİTEM`in ve `derin`le akraba yapıların izbelerinde boğdurulmuş, ensesinden kurşunlanmış yüzlerce insan için Meksika Sınırı`nda bir `niçin?`in dillendirilmesi isteniyordu. O saat, o mailin sahibini düşündüm. Düşündüm ve o an üşüdüm. Evet, programın o dakikasında yaşadığım şey hayal kırıklığıydı. O akşam, o saat işte bu yazıyı yazmak istemiştim. Sonra şöyle düşünmüştüm: Program bitmek üzereyken o mail okundu. Mailin içeriği, arketipi, irrasyonel durumu üzerinde düşünülecek vakit olmadı. `Ezber`in azizliği yaşandı, değilse söylenecek çok şey olurdu.
Tarık Tufan, Meksika Sınırı`nın birinde, Türkiye`deki bütün renk ve dillerin kendilerine sandalye/masa bulduğu bir kahvehane düşlemişti. Demem şu ki; içimdeki o kavruk, o görünmezlikte acı çeken Kürt çocuğunun görülmek istemesi, bu kahvehanenin dışında bir yer talebi anlamına gelmiyor. Aksine bu talep, çocuğun, düşlenen Vicdan Kahvehanesi`nin dışında kalma korkusu içinde olduğunu gösteriyor. Her
Meksikalı çocuk gibi o da bu kahvehaneye gelip oturmak istiyor!

Taraf, 2009-02-23

Savaşı savaşanlar değil; ölenler, ölü çocuklar bitirecek

Günah, insanın kendi özüne muhalefet etmesidir.` Kendi adıma söyleyebilirim; bu, günaha getirilen en iyi tanımlardan biridir. Öz üzerine yapılan felsefî tartışmalara girmeye gerek yok, öz denince ne anlaşılıyorsa, o odur.

Tolstoy`un dirilişin gerçekleştiği yer bildiği `vicdan`ın işaretlediği `iyi`ye (yani `öz`e) muhalif olan her muamele ve durumu `günah` olarak görebiliriz. Diyebiliriz ki; bugün dünyada yaşanan şey, `öz`e muhalefettir. `Öz`ünün üzerini çizip ona karşıt yaşayan bir insan tipinin zorbalaştığı bir dönemden geçiyoruz. Bu zorba insan, `başkası` üzerinde iktidar oyunlarına girişiyor, sadece bir `egemen` olarak davranıyor. Hiçbir şeyin `kendisi` olarak kalmasına müsaade etmiyor.
Şimdi hepimiz böylesi bir `öz`e muhalefet durumuna, bir savaşa tanıklık ediyoruz. Çocukların, babaların, annelerin, ihtiyarların bombalarla parçalandığı bugünlerde olan şey aslında savaş değil, vahşi bir saldırıdır. Saldırıdır; çünkü savaşta vuruşup öl(dür)en taraflar olur. Ama vurulup parçalanan, içi boşaltılan sadece şu veya bu olmuyor, insanî değerler de anlamsızlaştırılıyorlarsa, o zaman yapılan insanlıkla bir savaştır. O esaslı kitabın,
Minima Moralia`nın yazarı Yahudi Adorno, haklı olarak, `Auschwitz`ten sonra şiir olabilir mi?` diyordu. Çünkü Auschwitz`te yaşananlar şiire, yani insanın özüne muhalefetti; orada insan ölüyor, şiir sesini yitiriyordu.
Şimdi dünyanın başka yerlerinde savaşlar oluyor, masum insanlar öldürülüyor. Adorno`nun sorusunu tekrarlayalım: `Savaş zamanlarında şiir olabilir mi?` Ama şiir olmalı, şiir ebediyen kalmalı! Bunun için savaş bitmeli; kan durmalı, çocuk ölümleri son bulmalı! Savaş bitmeli; çatlayacak hale gelmiş anne kalpleri sükûna kavuşmalı! Savaş bitmeli; sadece birkaç yıl yaşamış, az oynamış, az gülmüş, az haylazlık etmiş, çok az `babacığım!` demiş ölü çocukları kucaklarına alan babaların çaresizliğine bir çare bulunmalı! İnsanın özüne arsızca muhalefet eden savaşçılara karşı, `İnsanların çektikleri acılardır asıl paylaşılması gereken.` diyen ve insanın yanı başında yerini alan Adorno`lar kazanmalı; savaş bitmeli, şiir kalmalı! Evet, savaş bitmeli! Koşar adım ölüme giden bu hayatın içinden savaş düşmeli, savaş hayattan kovulmalı! Bütün bir dünya savaşa elverişsiz bir yer haline gelmeli artık! Kim savaşıyorsa, kim savaşa oynuyorsa, kim savaşa gidiyorsa, kim savaşa çağırıyorsa yalnız bırakılmalı; bir yudum bile olsa ona su verilmemeli; kendini savaşa kaptırmış bu talihsiz, kulak bulmamalı, içine girip oturacağı bir kalp bulmadan öylece kalmalı, öldürse de ona dönüp bakılmamalı! Hayır, savaşçının çok iyi bildiği/anladığı dilden konuşmak, yani savaşmak, savaşçının öldürdüğü gibi öldürmek, onun vurduğu gibi vurmak, yağdırdığı gibi bomba yağdırmak savaşı bitirmeyecektir! Savaş, savaşarak bitmez! Öldürerek ölümlere son verilmez! Öldürülmenin karşılığı olarak öldürmek, savaşçıyı ve ölümü büyütür sadece!
Bombaya karşı bomba, yeni bombaları getirir. Düzeneği tetiklenmiş her silah, silah fabrikalarında vardiyaları artırır; gidip bir çocuk bedenini parçalayan her mermi, daha fazla mermi paketinin ambalajını açtırır.
Savaşı savaşanlar değil, savaşmayanlar bitirir! Öldürenler değil, ölenler! Savaşa karşı savaşa koşanlar, savaşı ve savaşçıyı daha da diriltirler, savaşı ve savaşçıyı bitiren toprağa akmış su olurlar, savaşı ve savaşçıyı gürbüzleştirirler. `Savaşa karşı savaş!` diyenler, savaşın ve savaşçının dilini kullanarak bu dili hayatın içine daha da fazla sokarlar. Böylelikle hayat dilinden olur; dil ölüm kesilir, ölüm hayat olur. Hayır, savaşı savaşanlar değil, savaşmayanlar bitirir! Öldürenler değil, ölenler! Savaşta vurulmuş her çocuk, her delikanlı, her anne, her baba, yıkılmış her bir ev, parçalanmış her bir ağaç, ortalığa saçılmış her bir canlı parçası, havaya sinmiş her bir barut ve et kokusu, savaşı ve savaşçıyı ölümün içine çeker. Savaş ve savaşçı, öldürerek ölür! Öldürerek vicdanına, kalbine, içine, diline, üzerine kan bulaştırır; kocaman bir nefrete, kine, bedduaya açık kalır; `iyi`den, `güzel`den, `değer`den düşer. Bir atalar sözünde belirtildiği gibi, kötülüğün beterini kötülük eden görür.
Montaigne de bunu söyler: `Nasıl ki arı başkasını sokunca kendisine daha fazla zarar verir; çünkü iğnesi ve gücü elden gider.` Savaşçı, açtığı yarada canını bırakır; ruhunu, kalbini, vicdanını, onu insan kılan her bir iyi şeyi... Savaşçı, gücünden düşer, kendisini haklı gördüren bir gücü bulamaz hale gelir.
Çocuk bedenlerini parçalayıp kırk derecelik sıcaklarda kokutturan, anne ve babaları sözsüz bırakan, uzaklardaki insanların hayatını anlamsızlaştıran; savaşı ve savaştaki büyük kayıpları yazmakla yetinmenin (ne yazık ki yetinmenin) ayıbı içinde her tür yazının içini boşaltan savaş bitmeli! En derinlerimizde öylece duran öfkeyi ve kini ayağa kaldıran, bizi öfke ve kinle konuşturan, öfke ve kin kesilip bizi de karşı olduğumuz/lanetlediğimiz savaşa sokan savaş bitmeli! Bizi savaşçı kılan, bize kendinden üniformalar diktiren, kanlı oyuğundan ellerimize bombalar uzatan savaş bitmeli! Savaşa gitmeyelim! Bırakın, ölelim! Öldürenin karanlık yüzüne değil, ölenin mağdur ve mağrur yüzüne ilişelim! Ellerimiz/yüzümüz/içimiz bombaların, silahların, mermilerin metal ışıltısıyla değil, insanın yüce bir anıtı gibi duran masum çocuk yüzlerinin ışığıyla aydınlansın. Öldürerek ölen o yüzsüz yüzlerin karanlığı üzerimize düşmesin, içimize sinmesin; ölerek, diri kalmış insan kalplerinde yaşamaya devam eden yeryüzü çocuklarının gözlerine düşelim.
İnsan ki, yeryüzünde `şairane` oturmalı. İçine bırakıldığı yeryüzünde kendine eğilmek, kendini tanımak ve bilmek içinde(n) dışarıya, börtü-böceğe, insan kardeşlerine gitmeli. Var olarak gitmeli, giderken var kılmalı. Öldürmeye değil, diriltmeye gitmeli! İnsanız! Dünyaya doğarız ve dünyada doğarız! İçimize konan insan olabilme kapasitesini geliştirerek dünyada kendimizi doğurturuz, içimizden kendimizi çıkartırız. Ne kadar iyi şey varsa içimizde onlara yollar açarak, ne kadar kötü şey varsa derinlerimizde yollarını kapatarak biz var olabiliriz, var olabilmişler olarak etrafımızı var kılarız. Evet, insanız! İşimiz `var kılmak`, `yok etmek` değil! Oysa savaş ve savaşçı sadece yok ediyor. O halde kim savaşa koşuyorsa, kim bir savaşçı kesiliyorsa, kim öldürüyorsa kendine, yani insana uzak düşüyor. Kim insana yabancılaşmışsa ve yabancılaşıyorsa, hayata değil, ölüme çalışıyor demektir. Savaş bitmeli! Koşar adım ölüme giden bu hayatın içinden savaş düşmeli, savaş hayattan kovulmalı! Çünkü savaş günahtır, günah ise `öz`e muhalefettir. Ve savaşı savaşanlar değil; ölenler, ölü çocuklar bitirecektir!
NİHAT DAĞLI
Taraf Gazetesi, 10 Ocak 2009, Cumartesi