Biz neysek, bir dönem ‘biz’e ev olmuş ‘bir yer’, zaman içinde kendisinden koptuğumuz bir şeye dönüşse de yine de kopuşumuzu sağlıklı kılar. Çünkü bu yer, ‘nereden’ ayrıldığımızı belirler. Nereden ayrıldığımızı bilirsek, neye varacağımızı bilmesek de nereye dönmeyeceğimizi biliriz. Ayrıldığımız yer sırtımızı döndüğümüz (sırtımızı yasladığımız) bir yerdir. Bir nirengi noktasıdır burası. Diyebiliriz ki bu yer, bundan sonraki yolculuğumuzun sağlık işaretidir. O bizim için orada öylece duracak bir nokta olacaktır. Yolculuğumuzun bir aşamasında şaşırırsak, ‘nereye geldik böyle, bundan sonrası nereye gideriz?’ şaşkınlığı içinde kalırsak, dönüp koptuğumuz noktaya bakarız.
Büyük anlatılar da hayatlar ve insanlar için bu derece hayati şeylerdir. İnsan daha çok büyük anlatıların içinde kendini kurar; ontolojisini belirler; varoluşsal soru(n)larına cevap bulur. Büyük anlatının aynasında insan kendisini bir bütün halinde görür; omurgası ve ruhu olan bir bütün… Büyük anlatıya göre insan bir şeydir; anlamı olan, dolayısıyla şizofreniden ve parçalanmışlıktan kurtulmuş bir şey… Büyük anlatısı içinde bulduğu anlam ile kendini bulmuş (bilmiş) insan, ‘kendinden’ kalkarak bir hayat kurar. Kendince olan bir ilişki ağı içinde bulur kendini. Böylelikle kendinin ve ilişki ağının (toplumsallığının) anlamı, kokusu ve rengi olur. Tanımlanabilir bir şey olması hasebiyle sınırlanmış olur ama anlamlı oluşuyla da bir değere işaret eder.
Büyük anlatılar, daha çok ‘aşkın’ olanı işaretliyorlardı. Modernite denen şey ise, bu büyük anlatıların altını değil üstünü çizen bir şey oldu. Büyük anlatıları hükümsüzleştirip insanı aşkın olandan sürgün eden modernite, hayatı, insanı ve anlamı seküler olanın içinde kurmaya çalıştı. Tanrı’ya yaslanmaktan ve teslim olmaktan vazgeçerek özgürleşebileceğini düşünen insan bütün yükü omuzlarına aldı. Tanrı’ya sırtını dönüp tanrılaşmaya doğru yol aldı. Tanrı’nın etrafında kurulmuş büyük anlatıların kuşatıcı kuruculuğuna yabancılaşıp, haddini bilmeyen bir aklın peşine düştü. ‘Ben’i, ‘sen’i ve ‘diğerleri’ni içine alan büyük anlatılardan uzaklarda ben, sen ve diğerleri yalnız başımıza kaldık. Birbirimizin bir şeyi olmaktan çıkıp yabancılaştık. Dolayısıyla herkes kendine, aklına kaldı. Bundan böyle ne düşündüysek yalnız kendimiz için düşünür olduk ve düşünür olduklarımız sadece kendimiz için geçerli olabildi. Ben bir şey, sen başka bir şey, diğerleri başka türlü şeyler düşündü. Daha da koptuk birbirimizden. Hayatın orta yerinde tek başlarımıza kaldık.
Kendimizi tek başınalığımızın rehavetine bırakmışken, tam da böyle özgür olduğumuzu ve özgür kaldığımızı sandık. Yalnız başınalığımızın bizi birileri için kolay av kıldığını unuttuk. Bizi böyle yalnız başına gören birileri bundan yararlanarak ortaya projelerini sürdüler. Ne bizi güvenceye alan büyük anlatılarımız vardı, ne de bizi bir yerde tutan doğrularımız ve yanlışlarımız. Şekillenmeye hazırdık. O ‘birileri’ buradan hareketle ‘iç’lerimize karıştılar. Karıştık. Evrildik. Projelere göre şekillendik. Bu projeler tersten büyük anlatı oldular. Kendi anlatılarımızla bir omurgaya/şahsiyete sahipken, bu yeni anlatılarla çözüldük. Yeni durumlara göre parçalandık. Herkes için geçerli doğrular ve vazgeçilmezler yoktu artık, her yeni günle birlikte doğrular değişti.
Modernite ‘aşkın’ büyük anlatılarımızın hükümsüzleşmesiyse, postmodernite ise ‘bütün’den kopmuşluğun, parçalanmışlığın, şizofrenin anlamsızlığı ve ‘hiç’liğidir. Ve bu ikili üzerimizden geçti Bugün bu iki dalganın artığı bir hayatı yaşıyoruz. İmamesi kopmuş tespih taneleri gibi bütünlükten kopmuş, ortalığa saçılmış günler geçiriyoruz. Üst üste yığsak da bir bütün oluşturmayan, olsa olsa parçalı ve şizofren ucube bir toplam oluşturan günler. Bir anlam içinde geçmeyen ve bir anlamı büyütmeyen günler. Orta malı kaygılarla geçen, bir ‘bütün’e tuğla olamayan, dolayısıyla hayatı ‘oya’lamayan, oyalan günler… Her halleriyle günlerimiz bir savaşın sonrasında gözüken parçalanmayı ve kakafoniyi gösteriyor. Savaşın artığı günlerdir bunlar. Bir savaş geçirmiş, günlerimizi bir bütünlük içinde tutan ‘imame’ koparılmıştır. Nasıl bir savaşın koptuğunu, günlerimizin, dolayısıyla hayatımızın nasıl bir savrulma içinde geçtiğini anlamak gerekiyor. İşte bu sebeple, Nazife Şişman’ın bugünlerde okuduğum Günün Kısa Tarihi kitabına (Timaş Yayınları) dikkat çekmek istiyorum.
Günün Kısa Tarihi, yaşadığımız günleri, içinden ama bakılabilecek mesafede de durarak okuyan bir sosyal bilimcinin gözlemlerinden oluşuyor. Şişman bu kitabında, ‘dün ne idik, bugün ne olduk?’ sorusunun cevabını ararken, yaşanmakta olanı idrak edip kavramsallaştırıyor. Çok parçalı gerçekliğin fotoğrafını verip bunu anlamaya çalışırken ‘hakikat’in altını çiziyor. Eylemesini şöyle temellendiriyor: “Parçalardan bir bütüne varmak, gerçeklikten hakikat devşirmek, yeryüzündeki anlamlılığını kendi kendine bulabileceğini zanneden insanın iddiası. Biz ise, tasavvurumuzda büyük bir resim olmadan parçaları birleştirmemizin imkânsızlığına inanırız. Ve biliriz ki, bu büyük resmi ne tarih ne sosyoloji ne de başka bir bilim temin edebilir. Yani ne, kim ve nerede olduğumuz sorusunun cevabını tarih ve sosyolojinin alanına hapsetmek, düşülebilecek en büyük yanılgıdır. Müslümanlar, insanın mahiyetine dair cevaplarını, ahlaki bir konumda idrak ederler. Ve fakat hakikati tecrübe edebilmek için zaman ve mekân boyutunda bir şuura da ihtiyaç duyarlar. Hakikatin insan gerçeğine ışık tutan bir anlama kavuşabilmesi için bugünün içinden, tarihsellik içinden konuşmaya ihtiyacı vardır insanın.”
Ambalajlı Mutluluk, Seküler Hayaller Rüyasız Zamanlar ve Seyirlik Dünya başlıkları altında toplanan, yazarın kendisini içine katarak yaptığı okumalardan oluşan Dünyanın Kısa Tarihi şimdiye dikkat çekiyor. Parçalanmışlıkla malul şimdiye. Hızlı ve yoğun yaşadığımız için hiç düşünmeden geçirdiğimiz şimdiye. Ve şimdinin içerisindeki değişime, dönüşüme, karmaşaya. Her şeye rağmen bütünü kaybetmeden yaşamanın yollarını arıyor. Hakikatin insan gerçeğine ışık tutan bir anlama kavuşabilmesi için…
16 Haziran 2009 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder