Hadi itiraf edelim; ‘kadın’ konusunda bizi sınıfta bırakacak bir karnemiz var. Bizim buralarda kadına dair kurulan her cümlede vicdana oturmayan hallerimizden haber var. Hayatı kendileriyle birlikte yaşamıyor, hayat(lar)ımızın içinde, işimizi kolaylaştıran bir ‘şey’ gibi duruyorlar; bizden farklı ve bize eşit değil, bize eklenmiş bir şey olarak… Kendilerini yaşamıyorlar, yaşantılarımıza yardımcı bir unsur gibi katılıyorlar. Sanki bizler asiliz, onlar ise ayrıntı… Bizim için var olduklarını sandığımız… Ve böyle sandığımız için de, onlara rağmen onlar için çok şey yapıyor, kendilerine dair cümle kurmakta kendimizi epeyce özgür ve rahat hissediyoruz. ‘O’ndan değil, kendimizden hareketle ‘o’nu konuşuyoruz. Kendisinden, sanki ruhsuz ve cansız bir nesneymiş gibi bahsedebiliyoruz. Üzerinde mühendislik çalışması yapabildiğimiz bir ‘konu’ oluyor sadece; kırılabilen/incinebilen bir kalbi olmayan, salt bir ‘konu’ gibi duruyor kadın hayatta. Biyolojisi/beğenisi/giysisi üzerinden kendisini konuşuyor ve kuruyormuşuz gibi yaparken dahi kendimizi parlatıyoruz; onu beğenilerimize/arzularımıza/iktidarlarımıza nesne yapıyoruz.
Erkekçe kurgulanmış ve böyle yaşanmaya devam bu gerçeklik içinde kendini ‘insan’ kılmak kaygısına sahip bir erkek olarak, ‘kadın’ı öldürmek gibi büyük bir günahı işlediğimizi düşünüyorum. Bütün bir yaşanmışlığımız, bu ‘erkek günahı’nın izleriyle lekeli. Hayata bizimle birlikte doğan ‘kadın/insan’ kardeşime karşı kendimi derin bir mahcubiyet içinde hissediyorum. Bundan mıdır bilmem; sesini duyduğum, bir şekilde karşılaştığım, hikâyesine vakıf olduğum her kadın yüze içimi/kulağımı/kalbimi açıyorum. Bir ‘kadın/insan’ konuşmaya başlayınca kulağımı dört açıyorum. Konuşmalarıyla, yazdıklarıyla ve eyledikleriyle hayata katılan, etraflarında kötüce çevrilmiş kuşatmayı yaran her bir kadın yüreğine/zihnine alabildiğince açık tutuyorum kendimi. Onlar benim için ‘kadın/insan’ kardeşlerimken, kendimi onların ‘erkek/insan’ kardeşi olarak görüyorum. Yaratılışta kendimi onlarla eşit görüyor, tarihin ve sosyolojinin payıma düşürdüğü ayrıcalıkları da kendime yakışır bulmuyorum. İçine doğduğum erkeksi dünyanın bana verdiği ayrıcalıkların insan oluşuma yarar şeyler olmadığını biliyor, bunların beni insan değil sadece ‘erkek’ kıldıklarını düşünüyorum. Bu yüzden, evet bu yüzden, her ‘kadın/insan’ yüzünü/sözünü/hikâyesini çok, ama çok önemsiyorum.
Tarihin ve sosyolojinin ördüğü kuşatmayı yaran/yarmaya devam eden ‘kadın/insan’ yazarlarım var. Yıldız Ramazanoğlu bunlardan biridir. Ramazanoğlu, kalbine ve vicdanına yaslanarak hikâyesini kuran bir aktivist, bir yazar, bir hikâyecidir. Gittiği ülkelerde, eylediklerinde ve yazdıklarında altını çizdiği şey, daha fazla insan olmaklığımızdır. Biyolojik/kültürel/etik/dini insan ölümlerinin önüne geçmek için gidiyor, konuşuyor ve yazıyor. Bir ‘kadın/insan’ olarak, erkek-kadın insan kardeşlerinin dirimine çalışıyor. Yıldız Ramazanoğlu’nun isminin geçtiği her yerde gönül rahatlığıyla bulunabileceğimi, çünkü onun hep insanın olduğu yere koştuğunu biliyorum. Yazdığı her bir yazının ve hikâyenin okuyucusuyum. Kendisini okumalarımda görüyorum ki, hep insanlığımızı çoğaltıyor. Derin Siyah ve Kırmızı isimli hikâye kitaplarından sonra yenilerde yayımlanan Zilha Günü (Timaş Yayınları) başlıklı hikâye kitabını da okudum. Başörtüsü üzerinden, kadının yine, tekrar, bir kez daha iğdiş edildiği bugünlerde Zilha Günü’ne doluşmuş hikâyelere açtım kendimi. Kadın denen ontolojik evren kalbime/vicdanıma/zihnime ev oldu. Gece Kuşu, Teyzemin Aynasız Günü, Anemon Çiçeği, Cemil Bey’in Melankolik Karısı, Gast Arbeiter ve Zilha başlıklı altı hikâyede, bir evin altı odasında oturur gibi oturdum. Her bir hikâyede, Zilha Günü’nün her bir odasında ‘kadın/insan’a vurmuş hayatın yüzlerini okudum ve düşündüm. Gece Kuşu’nda, babası ölmüş yetim kızın kendini İstanbul’a vuruşunu, bir yığın şey içinde yalnız kalışını, bu yalnızlıkta kendini kuruşunu gördüm. Teyzemin Aynasız Günü’nde, erkek dünyası için dekoratif bir şeye dönüş(türül)müş kadının yaralanmışlığını hissettim içimde. Bu yaralanmışlığı besleyen erkek algısına yazıklar çektim. Anemon Çiçeği’nde, epey problemli ‘yaşam-sevici’liğin dünyasında bir kadın olarak çalışmanın, bir kadın olarak incinmeden yaşamanın yorgunluğunu hisseden o kadın oldum. Cemil Bey’in Melankolik Karısı’nda; o coşkulu, yorulmak nedir bilmez hayat kurucu kadınlığın incelikli ve vefalı dünyasına girerken, vefasızlığa da hayıflar ettim. Gast Arbeiter’de uzaklara sürgün olmuş, hep hayatın olmadığı yerde yaşar olmuş, ama yine de kendi yurdunda bir hayat kurmak isteyen bir kadının ölümünde içim cızz etti. Ve Zilha’da kendimi bir tramvayda buldum; bir kadının gözlerine düşen her bir fotoğrafı o kadın kahramanla birlikte okudum.
Zilha Günü, ödüllü bir hikâyecinin okuyucuyu içine alan altı hikâyesinden oluşuyor. Kıvamını bulmuş bir Türkçe ve sağlam bir kurgu üzerinden akan hikâyelerin hepsi ‘kadın’da buluşuyor. Bu, özellikle ‘kadın’ı yazmak istemekle ilgili bir durum değil diye düşünüyorum. Sonuçta yazıcı/hikâyeci kendi evreninden hikâyeler kurar, yazarken kendini yazar. Ki Zilha Günü’nü oluşturan hikâyeler ‘kadın’da buluşsa da, salt kadınlık durumlarını anlatmıyorlar, kadın üzerinden hayat ve insanlık durumlarını da gösteriyorlar.
14 Haziran 2009 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder