Daha yenilerde tanıştığım, yani hiç tanımadığım biriyle İstanbul’a gidiyorum. O iki koltukta, kendi hikâyelerinden çıkıp gelmiş, birbirlerine kapalı iki adet zarf gibiydik. Ben onu o beni yokluyor. Bir ucumuzdan yırtılıyor, yırtılan yerlerimizden hikâyelerimiz çıkıyor. Aralıksız konuşuyoruz. İkramlar çoktan bitmiş, İzmir’den çıkalı iki saat olmuş, biz hala konuşuyoruz. Dikkat etsek de, yine de gecede sese dönüşüyoruz. Artık kendini uykuya bırakmış etrafı rahatsız ettiğimizi düşünerek susuyoruz. Rahatsızlık durumu olmasaydı da biz susacaktık, çünkü çoktan, birbirlerine kulak olmayacak bir ikili olduğumuzu anlamıştık.
Yanı başımda, her söylediğimi büyük şaşkınlıkla karşılayan biri oturuyordu. Başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğini imleyen her deyişim, verili hayatın ön kabulleri içindeki o yüzde eriyordu. Hiç kitap okumadığını, okumaktan sıkıldığını, bir sinema salonunda en son ne zaman film izlediğini hatırlamadığını söyleyen o iki gözün, benim uzun yıllara sarkan okumalarımdan çıkarıp dile döktüğüm ‘yüzüm’e öylece baktığını gördüğümde, daha yeni başlayan yolculuğun orada bittiğini anlamıştım. Anlamış ve yine kendimle kalmıştım. Yanımdaki uykuya dalmış, ben ise elimdeki derginin sayfalarına düşmüştüm.
Bir cumartesi sabahında İstanbul’a varmış bir yolcuydum. İstanbul yağmurla ıslanıyordu. Hayır, çantamın bir köşeciğine yerleştirdiğim şemsiyeyi çıkarıp açmak gibi bir isteğim olmadı. Kendimi öylece yağmura bıraktım. Kent daha uykudaydı, yağmur düşmüş yollar sakindi. Öylece yürüyordum. Gözlerim sıcak bir mekân arıyordu. Değirmen pastanesinin kapısından içeri girip köşedeki masaya oturdum. Sigaradan kurtarılmış programdan önce bir şeyler yemek, çayla birlikte bir iki sigara içmek istedim.
Oturduğum yerden yola, karşıdaki parka bakıyorum. Yağmur yağmaya devam ediyor. Parkın kıvrımlı yollarına, çimlerine, yapraklarından soyunmuş ağaç dallarına, çamların yeşiline düşen yağmurda kalıyorum. İstanbul uyanıyor, yollar doluyor, arabaların camları yağmurla yıkanıyor. Arabaların buğulu camlarından seçilen insan yüzlerine bakıyorum. Bazılarıyla göz göze geliyoruz. Beni tanısalar, hikâyemi bilseler, ben onları tanısam, hikâyelerine vakıf olsam diyorum. Masama çay konuluyor, yanına dilimlenmiş peynirli poğaça… Çayın buğusu yüzüme vuruyor, buğulu camdan dışarıya, gelip geçen arabalardaki insan yüzlerine, az ötedeki yağmur altında kalmış parka bakmaya devam ediyorum. İçim, yağmur tanelerinin toprakta bıraktığı ıslaklıkta kalıyor. İstanbul, yağmur, yollar, parklar, buğulu camların ardındaki silik yüzler, bir parkın yalnız ağaçları, yağmurla ıslanmış çimler içimde birikiyor. Poğaçadan birkaç dilim alıyorum, sonra dumanı tutan çaydan birkaç yudum… Değirmen pastanesinin açık televizyonundan sesler gelip konuyor masama, ıpıslak içime davetsizce sokuluyorlar. Program sunucusu günün ilk haberlerini geçiyor. Irak, Bağdat, savaş, patlamalar, ölümler, Amerika, diplomasi, siyasi parti liderlerinin demeçleri… Adana’dan Bağdat’a giden uçaktan geriye kalan ölü mühendisler, işçiler, bunların cenazeleri…
Dışarıda yağmurla ıslanan İstanbul, yollar, parklar, ağaçlar, buğulu camlardan seçilen insan yüzleri… İçeride ben, ıpıslak olmuş içim, masama konulan çay ve poğaça… Televizyonda savaş ve ölüm…
Sigaramdan kavisler çizerek yükselen dumana öylece bakakalıyorum. Yolların, insan yüzlerinin, yağmur altında dalları üşüyen ağaçların, ıslak toprağın, parke taşlarının içime saldığı ürpertiyi, sonra savaşa batmış ülkeleri ve kavgalarda boğulmuş insanları düşünüyorum. Oracıkta soruveriyorum: Kendini akışına bırakan varlık dirime çalışırken, bu varlığa doğmuş insanlar niçin ölüme çalışıyor? Hayat nerede? İnsan hayatın nesi, ölümün kimi oluyor? Televizyonlar niçin yağmurdan, yağmurla yıkanmış ağaçlardan, ıslak bir cumartesi sabahında İstanbul’a varmış bir yolcudan bahsetmiyor? Hayatın haber değeri yok mu?
İzmir’den İstanbul’a yanımdaki koltukta yolculuk eden ısrar ediyordu: İnsan başarmalı! Çok çalışmalı, en iyi okulları kazanıp ‘birinci sınıf’ insan olmalı. Kentin modern yerlerinde oturmak, iyi bir ev ve araba edinmek için büyük paralar gerekiyor, bu da çalışmayı ve başarılı olmayı kaçınılmaz kılıyor. ‘Ama’ demiştim, ‘senin kazanman için benim kaybetmem gerekiyor. Birinin omzuna basmadan öne geçemiyorsun. Mutluluğun, birinin mutsuzluğuyla mümkün olabiliyor. Bu yarışçı algıda problem yok mu? Kendimizi bu hayata öylece bırakmak, biraz da ölmek olmuyor mu?’ Yol arkadaşım yüzüme öylece bakmış, ‘ne var bunda, hayat bu!’ demişti.
Hangi hayat!?
Kazanmayı, sadece kazanmayı işaretleyen bir hayatın bugünkü Irak’ı doğurduğunu, modern kentlerin ve şaşalı hayatların binlerce ölü çocuk demek olduğunu anlatamayacaktım. Amerika kazanmak için Irak’taydı; Iraklı binlerce çocuğun ölümü, Amerikalı çocuklar için hayat demekti. Hayır, bunları anlatamayacaktım, çünkü yanımdaki, ‘kazanma’nın peşine takılarak çığırından çıkmış ‘büyü’süz bir hayatın nimetlerine yazılmıştı. Ben ise, hayatının münkiriydim; başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğine inanmış, bir kıyıcıkta hayatımı kuruyordum. İncitmekten çok incinmeyi tercih ediyordum; kaybetmekteki kazancın peşindeydim. Bir yalnızdım! Çoktan ‘herkes’ten düşmüştüm. O akşam, yanı başımdaki koltukta benimle İstanbul’a gelen o yüz kalabalıktandı; kimse değildi, ‘herkes’ti
Yanı başımda, her söylediğimi büyük şaşkınlıkla karşılayan biri oturuyordu. Başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğini imleyen her deyişim, verili hayatın ön kabulleri içindeki o yüzde eriyordu. Hiç kitap okumadığını, okumaktan sıkıldığını, bir sinema salonunda en son ne zaman film izlediğini hatırlamadığını söyleyen o iki gözün, benim uzun yıllara sarkan okumalarımdan çıkarıp dile döktüğüm ‘yüzüm’e öylece baktığını gördüğümde, daha yeni başlayan yolculuğun orada bittiğini anlamıştım. Anlamış ve yine kendimle kalmıştım. Yanımdaki uykuya dalmış, ben ise elimdeki derginin sayfalarına düşmüştüm.
Bir cumartesi sabahında İstanbul’a varmış bir yolcuydum. İstanbul yağmurla ıslanıyordu. Hayır, çantamın bir köşeciğine yerleştirdiğim şemsiyeyi çıkarıp açmak gibi bir isteğim olmadı. Kendimi öylece yağmura bıraktım. Kent daha uykudaydı, yağmur düşmüş yollar sakindi. Öylece yürüyordum. Gözlerim sıcak bir mekân arıyordu. Değirmen pastanesinin kapısından içeri girip köşedeki masaya oturdum. Sigaradan kurtarılmış programdan önce bir şeyler yemek, çayla birlikte bir iki sigara içmek istedim.
Oturduğum yerden yola, karşıdaki parka bakıyorum. Yağmur yağmaya devam ediyor. Parkın kıvrımlı yollarına, çimlerine, yapraklarından soyunmuş ağaç dallarına, çamların yeşiline düşen yağmurda kalıyorum. İstanbul uyanıyor, yollar doluyor, arabaların camları yağmurla yıkanıyor. Arabaların buğulu camlarından seçilen insan yüzlerine bakıyorum. Bazılarıyla göz göze geliyoruz. Beni tanısalar, hikâyemi bilseler, ben onları tanısam, hikâyelerine vakıf olsam diyorum. Masama çay konuluyor, yanına dilimlenmiş peynirli poğaça… Çayın buğusu yüzüme vuruyor, buğulu camdan dışarıya, gelip geçen arabalardaki insan yüzlerine, az ötedeki yağmur altında kalmış parka bakmaya devam ediyorum. İçim, yağmur tanelerinin toprakta bıraktığı ıslaklıkta kalıyor. İstanbul, yağmur, yollar, parklar, buğulu camların ardındaki silik yüzler, bir parkın yalnız ağaçları, yağmurla ıslanmış çimler içimde birikiyor. Poğaçadan birkaç dilim alıyorum, sonra dumanı tutan çaydan birkaç yudum… Değirmen pastanesinin açık televizyonundan sesler gelip konuyor masama, ıpıslak içime davetsizce sokuluyorlar. Program sunucusu günün ilk haberlerini geçiyor. Irak, Bağdat, savaş, patlamalar, ölümler, Amerika, diplomasi, siyasi parti liderlerinin demeçleri… Adana’dan Bağdat’a giden uçaktan geriye kalan ölü mühendisler, işçiler, bunların cenazeleri…
Dışarıda yağmurla ıslanan İstanbul, yollar, parklar, ağaçlar, buğulu camlardan seçilen insan yüzleri… İçeride ben, ıpıslak olmuş içim, masama konulan çay ve poğaça… Televizyonda savaş ve ölüm…
Sigaramdan kavisler çizerek yükselen dumana öylece bakakalıyorum. Yolların, insan yüzlerinin, yağmur altında dalları üşüyen ağaçların, ıslak toprağın, parke taşlarının içime saldığı ürpertiyi, sonra savaşa batmış ülkeleri ve kavgalarda boğulmuş insanları düşünüyorum. Oracıkta soruveriyorum: Kendini akışına bırakan varlık dirime çalışırken, bu varlığa doğmuş insanlar niçin ölüme çalışıyor? Hayat nerede? İnsan hayatın nesi, ölümün kimi oluyor? Televizyonlar niçin yağmurdan, yağmurla yıkanmış ağaçlardan, ıslak bir cumartesi sabahında İstanbul’a varmış bir yolcudan bahsetmiyor? Hayatın haber değeri yok mu?
İzmir’den İstanbul’a yanımdaki koltukta yolculuk eden ısrar ediyordu: İnsan başarmalı! Çok çalışmalı, en iyi okulları kazanıp ‘birinci sınıf’ insan olmalı. Kentin modern yerlerinde oturmak, iyi bir ev ve araba edinmek için büyük paralar gerekiyor, bu da çalışmayı ve başarılı olmayı kaçınılmaz kılıyor. ‘Ama’ demiştim, ‘senin kazanman için benim kaybetmem gerekiyor. Birinin omzuna basmadan öne geçemiyorsun. Mutluluğun, birinin mutsuzluğuyla mümkün olabiliyor. Bu yarışçı algıda problem yok mu? Kendimizi bu hayata öylece bırakmak, biraz da ölmek olmuyor mu?’ Yol arkadaşım yüzüme öylece bakmış, ‘ne var bunda, hayat bu!’ demişti.
Hangi hayat!?
Kazanmayı, sadece kazanmayı işaretleyen bir hayatın bugünkü Irak’ı doğurduğunu, modern kentlerin ve şaşalı hayatların binlerce ölü çocuk demek olduğunu anlatamayacaktım. Amerika kazanmak için Irak’taydı; Iraklı binlerce çocuğun ölümü, Amerikalı çocuklar için hayat demekti. Hayır, bunları anlatamayacaktım, çünkü yanımdaki, ‘kazanma’nın peşine takılarak çığırından çıkmış ‘büyü’süz bir hayatın nimetlerine yazılmıştı. Ben ise, hayatının münkiriydim; başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğine inanmış, bir kıyıcıkta hayatımı kuruyordum. İncitmekten çok incinmeyi tercih ediyordum; kaybetmekteki kazancın peşindeydim. Bir yalnızdım! Çoktan ‘herkes’ten düşmüştüm. O akşam, yanı başımdaki koltukta benimle İstanbul’a gelen o yüz kalabalıktandı; kimse değildi, ‘herkes’ti
0 yorum:
Yorum Gönder