Metin Karabaşoğlu’nun Nesil Yayınları’nda yeni baskısı çıkan Kertenkele Çukuru kitabı, Hz Peygember’in şu hadisinden ismini almış: “Ebu Said el Hudri (r.a) şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v) ‘Şüphesiz ki sizler, kendinizden önceki milletlerin yoluna karışı karışına, arşını arşınına, tıpatıp muhakkak uyacaksınız. O dereceye kadar ki, şayet o ümmetler bir kelerin (kertenkele) deliğine girseler, siz de muhakkak onlara tabi olmaya çalışacaksınız’ buyurdular. Biz, ‘Ya Rasulullah bu ümmetler Yahudiler ile Hıristiyanlar mıdır?’ diye sorduk. Rasulullah ‘Onlardan başka kimler olacak?’ diye buyurdu.” Hiç şüphesiz bu hadis, Hz Peygamber’in öngörüsüne işaret ediyor. Soru şu: Yahudiler ve Hıristiyanların düştükleri keler (kertenkele) çukuru nedir ve Müslümanlar da buna düşmüşler midir? Karabaşoğlu, kitabını oluşturan üç konuyu; dünyevileşme, milliyetçilik ve Kemalizm durumlarını, ‘kertenkele çukuru’ olarak tanımlıyor. Bu üç durumun ithal mevzular olduğunu, ancak Müslümanların da bu mevzularla yaralandığını söylüyor. Dünyevileştikleri, dine mugayir bir hal olan ‘milliyetperver’liğe tutuldukları, arkasından, Hz Peygamber’in bir başka hadisinde işaret ettiği ‘ısırıcı saltanat’ların sonuçlarına maruz kaldıkları gerçeğine işaret ediyor.
Karabaşoğlu dünyevileşmeyi, milliyetçiliği ve Kemalizm’i, teorik çalışmaların o çok alengirli diliyle okumuyor. Türkçe’de yazılmış, ama asla yerelliğe sığmayacak kuşatıcılıkta varlığı, insanı ve hayatı karşılayan Said Nursi’nin mümince tasavvuru içinde bu meselelerin kodlarını çözüyor. Tarihin ve sosyolojinin kurduğu toplumsallığın diliyle değil, insanın ontolojisinden çıkmış bir dille, ‘kentenkele çukuru’nun üç atlısını deşifre ediyor. Şöyle ki: Dünyevileşmek, dünyayı dine tercih etmektir. Dünyevileşmede insanı kuran, onu hayatın içine taşıyan, hayatta tercihini belirleyen arketip Allah’ın muradı ve rızası, yani din değildir. Dünyevileşmede insan kül-i aklı değil, cüz-i aklı rehber edinir. Cüz-i aklın belirlediği ‘doğru’ üzerinden yürür, ‘nefs’in ‘evet’lediği duraklarda konuklar. Öncelik ‘kendisi’dir; ‘doğru’ ve ‘hakikat’in belirleyicisi odur. Dünyevileşmiş Müslümanın zihni, felsefi olarak hayatı dünya ile sınırlandırmasa da, hayat dünyadan ibaretmiş gibi bir hissiyat içinde çalışır. Kendini dünyanın parametrelerine, olmazsa olmazlarına göre konumlandırır. ‘İktidar’, gücün bütün dinamikleri, dünyanın haz unsurları, onun kalbinde kendilerine genişçe bir yer bulurlar. Ahrete bakan yüzleri köreltilmiş, ‘yeryüzü cenneti’nin kuruluşunda ‘ara elaman’ mertebesine indirgenmiş Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin müntesipleri gibi, dünyevileşmiş Müslüman da bir ‘yeryüzü cenneti’ peşindedir. O da sabah akşam iktidar, güç ve haz tarafından kurulup yıkılır.
Karabaşoğlu’nun milliyetçilik okumaları da şöyledir: Kül-i aklı devre dışı bırakmış, cüz-i aklı hakikatin menşei bilmiş materyalist felsefe der ki, fertleri ‘bir’leştiren hamur milliyetçiliktir. Böylelikle milliyetçilik üzerinden, bütün ‘parça’lanır; ‘bütün’de ‘bir’leşmeyi değil, Arap, Türk ve Kürt olmakta ayrışmayı yeğler. Milliyetçilik hem ‘bütün’ü parçalar, hem ‘parça’yı ‘bütün’müş görür, hem de ‘parça’ları birbiriyle boğuşturur. Karabaşoğlu, milliyetçilikle ilgili yapılmış o uzun teorik tartışmalara girmeden, insanın yeryüzüne bırakılmışlığı üzerinden okumalarını yapıyor. Dünyaya bırakılan insanın ‘ne’liğine dair yaptığı okumalarla, dünyanın dahi insana ‘ev-yuva-vatan’ olamadığı bir gerçeklikte tarihin ve sosyolojinin kurduğu kimlik ve vatanların haydi haydi insanın yurdu olamayacağını gösteriyor. Karabaşoğlu, insanı, hapishaneye dönüşmüş kurmaca kimlik ve vatanlardan dışarıya, oksijeni bol bir ‘bütün’e çağırıyor. Arap, Türk ve Kürt olmanın/olmaya çalışmanın esas olmadığını, insanın yüklendiği emanetin onu ‘insan-ı kâmil’ olmaya götürdüğünü, götürmesi gerektiğini söylüyor.
Kertenkele Çukuru’nun üçüncü konusu Kemalizm ise, her ne kadar yerel bir mesele görünse de, niteliği ve sonuçları itibarıyla genel bir durum arzediyor. Karabaşoğlu, Kemalizm’in yerel yüzünü okurken genel ile olan akrabalığını gösteriyor. Hz Peygamber’in hadisi şöyleydi: “Benden sonra otuz sene hilafet vardır, ondan sonrası ısırıcı saltanattır.” Hz Peygamber bu hadisiyle, kurdun kaptığı kuzunun hesabını kendine soran bir yönetimden, idaresini aldığı mekânı ve toplulukları kendi şahsi iktidarı içinde hapseden ‘ısırıcı saltanat’lara işaret ediyordu. İktidara yürürken yolunu kapatan, kapatıyor gibi görünen her bir şeyi yıkan; iktidardayken, nefeslenmek için dahi olsa yukarılara çıkmaya çalışan alttakileri biteviye bastıran; o akışkan, o her an yeni bir şey olarak var olan hayatı oturduğu yerin darlığında boğan ‘ısırıcı saltanat’, biliyoruz ki yerel değil, bir insanlık durumu olarak ‘genel’dir. Ve Kemalizm, dünyanın taşrası Türkiye’de, bir ‘ısırıcı saltanat’ olarak yaşanmış ve yorumlanmıştır. Zaman ve mekânla kayıtlı birinin dünyayı kendince yorumlayışı, dünyasının imkânları içinde bir dil kurması hiç şüphesiz anlaşılır bir şeydir. Kendi mekân ve zamanında uygulanabilir/anlaşılabilirliği olan bu dilin bütün zaman ve mekânlara giydirilmeye çalışılması ise, en hafifinden anakronizmdir. Kemalizm üzerinden Türkiye’de bu yaşanmış, geçmiş ve gelecek kişisel bir okuma ve yorumlamanın içinde tutulmuş, hayat orada hapsedilmiştir. En acısı bu, ‘kişi’den bağımsız gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal’in ismi ve dünyasından devşirilen Kemalizm, Mustafa Kemal’in büyük ihtimalle öngörmediği yerlere taşınmıştır. Türkiye’nin, tarihin, hayatın başka türlü de okunabileceğini söyleyen herkes, ‘ısırıcı saltanat’a dönüştürülmüş Kemalizm için ‘lokma’ mesabesinde görülmüştür.
Hem dünyevileşme, hem milliyetçilik, hem de bir ‘ısırıcı saltanat’ olarak yaşanmış ve yorumlanmış Kemalizm, insanı ‘bütün’den koparıp ‘parça’ya sığdıran durumlardır. Dünyevileşme hayatı dünya ile sınırlandırırken, milliyetçilik kişiyi ‘insan’dan kopartıp etnisiteye hapsediyor. Kemalizm de, birçok ses ve renkten oluşmuş bir Türkiye’yi ‘tek’liğe indirgiyor. Kertenkele Çukuru’nda bu ‘bütün’den kopuşlar anlatılırken, insanın yurdu olan ‘bütün’e de işaret ediliyor.
Karabaşoğlu dünyevileşmeyi, milliyetçiliği ve Kemalizm’i, teorik çalışmaların o çok alengirli diliyle okumuyor. Türkçe’de yazılmış, ama asla yerelliğe sığmayacak kuşatıcılıkta varlığı, insanı ve hayatı karşılayan Said Nursi’nin mümince tasavvuru içinde bu meselelerin kodlarını çözüyor. Tarihin ve sosyolojinin kurduğu toplumsallığın diliyle değil, insanın ontolojisinden çıkmış bir dille, ‘kentenkele çukuru’nun üç atlısını deşifre ediyor. Şöyle ki: Dünyevileşmek, dünyayı dine tercih etmektir. Dünyevileşmede insanı kuran, onu hayatın içine taşıyan, hayatta tercihini belirleyen arketip Allah’ın muradı ve rızası, yani din değildir. Dünyevileşmede insan kül-i aklı değil, cüz-i aklı rehber edinir. Cüz-i aklın belirlediği ‘doğru’ üzerinden yürür, ‘nefs’in ‘evet’lediği duraklarda konuklar. Öncelik ‘kendisi’dir; ‘doğru’ ve ‘hakikat’in belirleyicisi odur. Dünyevileşmiş Müslümanın zihni, felsefi olarak hayatı dünya ile sınırlandırmasa da, hayat dünyadan ibaretmiş gibi bir hissiyat içinde çalışır. Kendini dünyanın parametrelerine, olmazsa olmazlarına göre konumlandırır. ‘İktidar’, gücün bütün dinamikleri, dünyanın haz unsurları, onun kalbinde kendilerine genişçe bir yer bulurlar. Ahrete bakan yüzleri köreltilmiş, ‘yeryüzü cenneti’nin kuruluşunda ‘ara elaman’ mertebesine indirgenmiş Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin müntesipleri gibi, dünyevileşmiş Müslüman da bir ‘yeryüzü cenneti’ peşindedir. O da sabah akşam iktidar, güç ve haz tarafından kurulup yıkılır.
Karabaşoğlu’nun milliyetçilik okumaları da şöyledir: Kül-i aklı devre dışı bırakmış, cüz-i aklı hakikatin menşei bilmiş materyalist felsefe der ki, fertleri ‘bir’leştiren hamur milliyetçiliktir. Böylelikle milliyetçilik üzerinden, bütün ‘parça’lanır; ‘bütün’de ‘bir’leşmeyi değil, Arap, Türk ve Kürt olmakta ayrışmayı yeğler. Milliyetçilik hem ‘bütün’ü parçalar, hem ‘parça’yı ‘bütün’müş görür, hem de ‘parça’ları birbiriyle boğuşturur. Karabaşoğlu, milliyetçilikle ilgili yapılmış o uzun teorik tartışmalara girmeden, insanın yeryüzüne bırakılmışlığı üzerinden okumalarını yapıyor. Dünyaya bırakılan insanın ‘ne’liğine dair yaptığı okumalarla, dünyanın dahi insana ‘ev-yuva-vatan’ olamadığı bir gerçeklikte tarihin ve sosyolojinin kurduğu kimlik ve vatanların haydi haydi insanın yurdu olamayacağını gösteriyor. Karabaşoğlu, insanı, hapishaneye dönüşmüş kurmaca kimlik ve vatanlardan dışarıya, oksijeni bol bir ‘bütün’e çağırıyor. Arap, Türk ve Kürt olmanın/olmaya çalışmanın esas olmadığını, insanın yüklendiği emanetin onu ‘insan-ı kâmil’ olmaya götürdüğünü, götürmesi gerektiğini söylüyor.
Kertenkele Çukuru’nun üçüncü konusu Kemalizm ise, her ne kadar yerel bir mesele görünse de, niteliği ve sonuçları itibarıyla genel bir durum arzediyor. Karabaşoğlu, Kemalizm’in yerel yüzünü okurken genel ile olan akrabalığını gösteriyor. Hz Peygamber’in hadisi şöyleydi: “Benden sonra otuz sene hilafet vardır, ondan sonrası ısırıcı saltanattır.” Hz Peygamber bu hadisiyle, kurdun kaptığı kuzunun hesabını kendine soran bir yönetimden, idaresini aldığı mekânı ve toplulukları kendi şahsi iktidarı içinde hapseden ‘ısırıcı saltanat’lara işaret ediyordu. İktidara yürürken yolunu kapatan, kapatıyor gibi görünen her bir şeyi yıkan; iktidardayken, nefeslenmek için dahi olsa yukarılara çıkmaya çalışan alttakileri biteviye bastıran; o akışkan, o her an yeni bir şey olarak var olan hayatı oturduğu yerin darlığında boğan ‘ısırıcı saltanat’, biliyoruz ki yerel değil, bir insanlık durumu olarak ‘genel’dir. Ve Kemalizm, dünyanın taşrası Türkiye’de, bir ‘ısırıcı saltanat’ olarak yaşanmış ve yorumlanmıştır. Zaman ve mekânla kayıtlı birinin dünyayı kendince yorumlayışı, dünyasının imkânları içinde bir dil kurması hiç şüphesiz anlaşılır bir şeydir. Kendi mekân ve zamanında uygulanabilir/anlaşılabilirliği olan bu dilin bütün zaman ve mekânlara giydirilmeye çalışılması ise, en hafifinden anakronizmdir. Kemalizm üzerinden Türkiye’de bu yaşanmış, geçmiş ve gelecek kişisel bir okuma ve yorumlamanın içinde tutulmuş, hayat orada hapsedilmiştir. En acısı bu, ‘kişi’den bağımsız gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal’in ismi ve dünyasından devşirilen Kemalizm, Mustafa Kemal’in büyük ihtimalle öngörmediği yerlere taşınmıştır. Türkiye’nin, tarihin, hayatın başka türlü de okunabileceğini söyleyen herkes, ‘ısırıcı saltanat’a dönüştürülmüş Kemalizm için ‘lokma’ mesabesinde görülmüştür.
Hem dünyevileşme, hem milliyetçilik, hem de bir ‘ısırıcı saltanat’ olarak yaşanmış ve yorumlanmış Kemalizm, insanı ‘bütün’den koparıp ‘parça’ya sığdıran durumlardır. Dünyevileşme hayatı dünya ile sınırlandırırken, milliyetçilik kişiyi ‘insan’dan kopartıp etnisiteye hapsediyor. Kemalizm de, birçok ses ve renkten oluşmuş bir Türkiye’yi ‘tek’liğe indirgiyor. Kertenkele Çukuru’nda bu ‘bütün’den kopuşlar anlatılırken, insanın yurdu olan ‘bütün’e de işaret ediliyor.
0 yorum:
Yorum Gönder