Hakikatin taliplisi bir yazarın metinlerinde karşılaşmıştım. Modern kentlerin alımlı bulvarlarında enseleri güneşe açık yürüyen insanlar anlatılıyordu. Yolun sağında veya solunda sıralanan ışıltılı adreslere bakarak değil, her daim başları öne eğik yürüdükleri için enseleri güneşe açık duruyordu. ‘Dışarı’da ve mekânda yaşıyor görünseler de, içlerine düşmüş, orada yolculuk yapan insanlardı. O kadar içlerine düşmüş ve kendilerinde kalmışlardır ki, etraflarında uçuşan onca ses ve renk başlarını kendilerine çeviremiyordur; başları hep böyle öne, yani içlerine düştüğünden, enseleri açıkta, güneşe açık kalıyordur.
Kentte, kalabalıkta, bulvarlarda, hayatın orta yerinde baş önde yürümek; mutlu eder veya etmez, sadece hakikatin taliplisi olmayı imleyen bir duruşa imgedir. Böyledir çünkü, açıkta; güneşin, diyebiliriz ki hayatın her türlüsüne maruz bir vaziyette ‘derin siyah’laşan enselere sahip insanları tanıdığımı söyleyebilirim. Şimdilerde insanları ikiye ayırıyorum: başları önde yürüyenler (güneşe açık ‘derin siyah’ enseliler) ve başları kalkık yürüyenler (hayata maruz kalmamışlığı imleyen masum olmayan açık renkli enseliler)… Kendimi içlerinde hissettiğim, kendime yakın bulduğum ‘derin siyah’ enseliler için başka türlü bir ‘biz’ diyorum. Doyumsuz bir uygarlığın kurduğu tantanalı, gürültülü, alımlı, ‘hız’lı kentlerin ve hayatların içinde ‘biz’lerden düşmüş insanların oluşturduğu başka türlü bir ‘biz’dir bu. Örtülerek ve giydirilerek artık öldürülmüş olsalar da, yine de kalplerden ve vicdanlardan gizlenen/kaçırılan kuytulara, kuytulardaki ayrıntılara vuran hakikatin o ‘derin siyah’ ağırlığına açık bir hayatı heceleyip duran sahih insanların ‘biz’i…
Bu ‘biz’den insanların boyunlarında tek bir muska vardır: Dipdiri bir vicdan ve baştan ayağa merhamet kesilmiş bir kalp… Evet, bunların enseleri güneşe (hayata) açıktır; kalpleri ve vicdanları da… Yaşanan her şey bu sebeple kalplerine ve vicdanlarına vuruyor.
Bu ‘biz’den biri olmanın kederli ama diri, mutsuz ama huzurlu, ‘derin siyah’ ama aydınlığa en yakın, yalnız ama içi o kadar kalabalık yaşarken, ışıltılı kentlerin ve hayatların paketleyip sunduğu reçetelere uzak dururken Derin Siyah’tan, içimin kıyılarına hep vurdukları için önceden bildiğim hikâyeler okudum. Kalbimin coğrafyasında gezer gibi, vicdanımı ayaklandıran yüzlere bakar gibi oldum. Derin Siyah; hakikatin, sadece hakikatin taliplisi bir ‘göz’ün rehberliğinde görebileceğimiz ayrıntıların, ‘büyük hikâye’lerin otoriter cüsseleri altında kalan ‘küçük hikâye’lerin vurguladığı, altını çizdikleri büyük hakikati duyuruyor ve hissettiriyor. Hikâyelerin kurgusu, dili ve doğasıyla ilgili değilim. Meselem zarf değil, bu başka bir şey! Altlarda kaldığı için, hayatın da bizim de altlara düşmemize sebep olan ‘öz’ün yeniden başlığa çekilmesine, hayatlara sızmasına çalışan bir dilden, bir gözü açıklık durumundan bahsediyorum. Dipdiri bir vicdana ve baştan ayağa merhamet kesilmiş bir kalbe sahip hikâyecinin/yazarın, köreltici gerçekliklerin bizden uzağa ittiği büyük hakikate kapı aralayan küçük hikâyelerinden… Yıldız Ramazanoğlu’nun, Türkiye Yazarlar Birliği ödülünü almış Derin Siyah isimli hikâye kitabından söz ediyorum.
On bir kapılı bir evren olan Derin Siyah’a Mehtap Turu’yla giriş yapıyorum. İki yalnız kadın karşılıyor beni. Işıkları söndürülmüş evin balkonundan, bir ‘kıyı’dan ‘herkes’in şamatasını seyrediyorlar. Bir şekilde ‘herkes’ten düşmüş olmanın, yalnız başına kendileriyle kalmanın rahatsızlığını yaşıyorlar. ‘Herkes’ isimli bir geminin yolcularına karışsalar da kendilerinden kurtulamazlar. Birinin eşi yitmiş, diğeri de eşini kaybetmek üzeredir. Biri özlem çekmekte, diğeri tedirginlik duymakta, ama ikisi de ‘durum’dan hoşnut değildir. Hoşnut olmayan, gözlerine derinliğince bakılmayan iki yalnız kadının gazetelere manşet olmayan hüznü, derin siyahlıkları gemiyi, hayatı dolduruyor. Birlikte oldukları topluluktan ayrı bir yol tutturan bu iki kadının gözlerine derin derin baktıktan sonra evrenin Ses Tutulması kapısından içeri giriyorum. Şafaktan önce her bir şeye değerek geçen, açık pencerelerden içeriye akasyaların kokusunu dolduran, geçmiş zaman insanlarını uykularından çekip diri bir zamanın içine taşıyan ama modern zaman insanlarına ulaşamayan bir sesin tutulmasına kulak veriyorum. Bu sesin tutulmasıyla gecenin, şafağın, uykunun, gündüzün, mesainin, bütünüyle hayatın neye dönüştüğünü hissederken Mor Gülümseme’ye yakalanıyorum. Cepleri kabarık erkekler tarafından seçilmiş şık kadınlardan olma çocukların gösterisinin ortasında payıma derin bir hüzün, mor bir gülümseme düşüyor. Rahatsız edici sözlerin sahibi ve savunucusu bir babadan olma çocuğuyla çatı katında ‘iç’ini açan bir kadın ile çığırtkan bir gösteri arasında gidip geliyorum. Yol Hikâyesi’nde ‘artık her şey kalbime vuruyor. Yol içinde yollar gidiyorum. Ayrıntılara takılıyorum. Yol bir metafora dönüşüyor. Arabayı tenhaya çekip babası ölmüş küçük bir kız gibi ağlıyorum hayali kahramanlara.’ Gittikçe bir gürültü kesilen hayatta derin siperler kazıp kendini oraya kilitleyen kadınların ve erkeklerin coşkusuz/renksiz dünyaları Milenyum Acısı’nı hediye ediyor bana. İktidara geçen gürültüye karşı kazılmış derin siperler çözüm olamıyor bana. Geçiyorum bunu. Ağrı Prensesi’nden kayda geçmeyen, üzerinden gelinemeyen ‘can ağrısı’nı öğreniyorum. İçimin derinliklerinde, derimin hemen altında ya da kalp kapakçılarımdan birinin bir köşesinde minik bir ağrı oluşuyor. Bu ağrıyı hiçbir sağaltıcının yakalamayacağını, bunun özel bir ağrı olduğunu fark ediyorum. Omega’da, sahih bir zamandan köksüz ve yönsüz bir zamana düşmüş Saatçi Osman Bey’in dükkânına yolum düşüyor. İstanbul’a okumak üzere gelmiş bir Anadolu delikanlısı oluyorum. Osman Bey’in çektiği her derin nefes, dükkâna İstanbul’un eski(meyen) halini dolduruyor. Görüyorum ki bu dükkân Osman Bey’e ve bizim gibilere bir sığınak. Artık sığınaklardayız. Çünkü sokaklar dişleri sıkık gençlerin, hırstan gerilmiş insanların, yaya geçitlerinde yayaların üzerine yürüyen arabaların istilası altında. Sığınaklarında yaşayabildiğimiz kentin Tuhaf Bir Sabahı’nda hüzne, felsefeye, şiire, geçmiş zamanın geçmeyen derinliğine konu insanların ortasında kalıyorum. Gece yağmış bir yağmurun yıkadığı sokakta sokağı, ağaçları, kedileri, evsizleri, içlerinde yaşayıp giden delileri fark ediyor, bütün gün kim olduğumu unutturan günlük telaşenin örttüğü yüzleri seçerken kendimle karşılaşıyorum. Kalbimin esaslı konuğu sükûnetin yurdu Köyün İlk Günü’nde, şehirlerde rastlamadığım insan bakışlarına konu oluyorum. Bu gözler, sanki olan biteni çözmüşler gibi. Toprağın hem altına hem üstüne yakın yaşayan insanların arasındayım. Ayaklarımın ucuna basarak yaşarken, yani hayatı, yani toprağı, yani börtü böceği, yani minimal olanı hissederken Kriz’e düşmüş kent görüntüleri geçiyor gözlerimin önünden. Bir bir kapanan kepenkler, işsiz ve aşsız kalan gözlerin derin boşluğu… Ortalık Derin Siyah’a kalıyor. Masaldan düşmüş, monitörlerin ışıklarına yakalanmış kent insanının etrafında dönüyor hayat. Bir koşturma, bir mücadele, bir savaş… ‘Başkası’nın sinmediği, insansız bencil bir hayat… Başkasıyla aramızda camlar yükseliyor. Küçük hikâyelerde yaşanan derin siyahlıklarla aramıza giren duvarlar ve camlar bizleri daha iyi kılmıyor, kirletiyor.
O ‘derin siyah’ gözlere bakıp korunaklı hayatlarımızdan düşelim diyorum. Zira ancak düşerek ayağa kalkabiliriz.
12 Haziran 2009 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder